
Nedir bu tantana: Hollywood sineması ve yıkıcı pazarlaması
Ortalama bir sosyal medya kullanıcısı ve ana akım takipçisiyseniz son birkaç ay içerisinde Barbie ve Oppenheimer filmlerine oldukça maruz kalmışsınızdır. Nolan ya da Gerwig hayranı olup olmamanız da önemli değil çünkü neredeyse her marka bu iki filmin aynı gün vizyona girmesiyle ilgili oldukça komik içerikler ve pazarlama stratejileri düzenlediler. Yani fark etmemeniz imkansız. Merak etmeyin bu yazı ne Barbie ne de Oppenheimer hakkında… Bu yazıda bir sinema sevdalısı olarak, Hollywood’un kurulduğu ilk yıldan itibaren piyasaya sunduğu yüksek meblağlı büyük yapımların nasıl pazarı domine ettiğini ve biz izleyicilerden tam olarak ne beklediğini irdeleyeceğim.
Fransa’da 19. yüzyılın sonunda “hareketli imge”yi dünyaya yaymaya başlayan Lumière kardeşlerin etkisiyle, Amerikan sineması 1910 yılında başladı diyebiliriz. Yeni gelişen bu pazarla birlikte Amerika’nın pek çok eyaletinde prodüksiyon şirketleri kurulmaya başlıyor. Birkaç senedir California eyaletinde kendi oyuncu ekibiyle filmler yapan ve sesini duyuran D. W. Griffith, Intolerance (1916) ve Birth of a Nation (1915) gibi film tarihi için oldukça önemli filmlere imza atıyor. Bu başarıyı gören diğer şirketler, güneşli Los Angeles havasının yanında, iş gücünün diğer eyaletlere göre ucuz olduğu taşı toprağı altın Hollywood’a göçmeye başlıyor. Tüm şirketlerin domine ettiği bu yer artık beyaz perdede boy göstermek isteyen, şöhret için yanıp tutuşan aktörlerin uğrak yeri oluyor. Dünya savaşları sırasında Avrupa’dan senarist ve yönetmen olarak oldukça göç almayı da başarıyor Hollywood. Ernst Lubitsch, Alfred Hitchcock, Fritz Lang ve Jean Renoir gibi isimler Amerikalı şirketlerle çalışmaya başlıyor. Bu noktadan sonra Hollywood’un altın dönemi başlıyor. Şirketler senaryonun yanında başroldeki insanların gücüne inanıyorlar. Özellikle film türüne göre herkesin zihnine yerleşmiş yıldız figürler yetiştirip aktörü o türün starı hâline getiriyorlar. John Wayne’in Western tarzı filmlerin iyi karakterini, Marilyn Monroe’nun romantik filmlerde güzel kadın karakterini ve Grace Kelly’yi daha melodram tarzı filmlerde oynamasını buna yorabiliriz.
Bu altın dönemde Hollywood estetiğini oldukça etkileyen olay olarak Hays Kodu uygulanmaya başlanıyor. Şirketleri ve ürünlerini denetleyen “Motion Picture Producers and Distributors of America (MPPDA)” isimli üst kurulunun başkanı bir sansür biçimi uygulamaya başlıyor ve bu sansür 1954 yılına kadar sürüyor. Kod, kan ve vahşet sahnelerinin gösterilmemesinin yanında kadın ve erkeğin sahne içerisinde birbirlerine ne kadar uzakta durması gerektiğine kadar belirlenmiş senaryoyu ve yönetmeni oldukça kısıtlayan kurallarla dolu. Bu da yıllarca Hollywood filmlerinin belirli bir estetikle ve hikâye akışıyla ilerlemesine sebep oluyor diyebilirim. Belki geçmişteki bu sansürün hafızada yer edinmesi ya da izleyici demografisinin farklılığıyla Hollywood filmlerinin klişeleri günümüzde bile hâlâ sürmekte. Olay örgüsünü oldukça açıklamak, kafada soru işareti bırakmamak adına her detayı göstermek, filmin sonunu sürekli çözümlemek ve izleyiciye düşünme alanı bırakmamak gibi tercihler çoğunlukla Hollywood filmlerinde oluyor, siz de dikkat etmişsinizdir. Bunun sebebini tabii ki de doğrudan para kaygısı olarak görebiliriz. Bu para kaygısı sinema estetiğinin ve kültürünün önüne geçse bile gişede çakılmamak için genel izleyiciye ve herkese hitap etmek büyük şirketlerin en büyük önceliği.
Günümüze döndüğümüzdeyse değişen pek bir şeyin olmadığını görebiliyoruz. “Gişe rekortmeni” ya da “gişeniz bol olsun” gibi kavramların sinema sektöründe bu kadar yaygın bir şekilde kullanılması aslında ne kadar kâr amacı güdülen bir sektör olduğunu gösteriyor. Tabii ki şirketlerin ve yapımcıların para kazanma isteği oldukça doğal. Sonuçta istediğimiz kadar ya da hiç para kazanmadığımız işler neden yapalım ki? Fakat sinema sektöründeki bu “marketing” varlığı, sinemanın sanatla olan bağlantısını oldukça zedelediği kanaatindeyim. Lisanslı ürün satışları, başka markalar ya da mekanlarla anlaşma yaparak seçili filmlerin gündemde olması ve hatta fast-food zincirlerinde filme özel menü çıkarmak bu pazarlama çılgınlığının filmlerin önüne geçtiğini de doğrudan göstermektedir.
Bir sinema izleyicisi ve severi olarak da bu kadar pazarlanan filmleri izlediğimde senaryodan ve film sanatının kendisinden uzaklaştığımı hissediyorum. Bu yabancılaşma hissi, 2019 yılında New York Times’a neden süper kahraman filmlerini film olarak görmediğini yazan Martin Scorsese’yi hatırlattı bana. “Peki, benim sorunum ne diye sorabilirsiniz? Neden süper kahraman filmlerini ve diğer franchise filmlerini oldukları gibi rahat bırakmıyoruz? Nedeni basit. Ülkenin ve dünyanın pek çok yerinde, beyaz perdede bir şey görmek istiyorsanız, franchise filmler artık birincil tercihiniz. Film gösteriminde tehlikeli bir dönemden geçiyoruz ve bağımsız sinema salonlarının sayısı her zamankinden daha az.” Kocaman bir “marketing” çarkından kafamızı kaldırdığımızda aslında pek çok filmin bu yarışta yenildiğini görebiliriz. Fakat kesinlikle bu “blockbuster” denilen büyük bütçeli filmlerin deneyimlenmemesi gerektiğini savunmuyorum. Sinema salonunda lunapark gibi oldukça aktif ve eğlenceli vakit geçirildiği bir gerçek. Barbie’yi sinemada izlerken güldüm, ağladım ve en önemlisi bunu koca bir salon insanla deneyimledim. Yine de dönüp bakıldığında bu tip ana akımı domine edip geriye bir şey bırakamayan filmlere “sanat” gözüyle bakmak beni oldukça zorluyor. Güzel geçen dakikalardan ve senaryonun bazı bölümleri dışında aklıma sadece sosyal medyada bas bas bağıran pazarlama stratejileri kalıyor.