
Depeche Mode’la aşk yaşayanların hikayesi: Spirits in the Forest
Geçtiğimiz perşembe akşamı, tüm dünyayla aynı anda İstanbul’da da prömiyerini yaptı, ustaların ustası Anton Corbijn’in çektiği Depeche Mode belgeseli, Spirits in the Forest. (Corbijn ve Depeche Mode’un ilk iş birliği değil bu, daha fazlası için buraya.)
Evet, bunun klasik bir ”konser filmi” olmadığını biliyorduk da, izlerken yüreğimizin dağlanacağını da tahmin etmiyorduk açıkçası. Müziğe dadanan, müziği hayatının orta yerine koyan herkese çok güçlü duygular yaşatacak bir film Spirits in the Forest. Ölümüne Depeche Mode hayranı olmasanız bile…
Ben mesela ölümüne Depeche Mode hayranı değilim. Ha, radyoda Depeche Mode çalmaya başladığında akan sular durur benim için ama konserlerine gitsem coşkudan salya sümük ağlamam mesela. Aslında çok kolay peşine takılabileceğim bir grup Depeche Mode ama kişisel geçmişimde başka gruplara ölümüne hayran olmakla vakit geçirdiğim için Depeche Mode’la özel ilgilenemedim sanırım. (bkz. Pixies)
Neyse, bu benim hikayem değil. Bu başlıkta da bahsettiğim gibi, Depeche Mode’la aşk yaşayanların hikayesi…
Çok damardan, neredeyse arabesk bir hissiyatı var hatta bu hikayenin. (Bayıldığımız tatlar!)
Grup üyelerini sadece sahnedeyken görüyoruz bu belgeselde. Temmuz 2018’de, Berlin’de verdikleri konser sırasında… Neden bu kadar büyük olduklarını anlatmaya yeten görüntülerle. Filmi izlemeden önce mesleki bir büyüğüm, ”Sizin kuşağın da Depeche Mode’u bu kadar çok sevmesine” şaşırdım demişti. ”E onlar kadar büyüğü gelmedi” diye cevap verdim ben de. Evet, sonrasında pek çok büyük grup ve müzisyenle yollarımız kesişti ama onlar gibi kuralları esneten, kendine has bir duruş yaratan ve bunu yıllarca taviz vermeden koruyan, taş gibi iyi müzik yaparak da popüler kültürün orta yerinde kalınabileceğini kanıtlayan kaç grup geldi ki sahiden?
Depeche Mode’un olmadığı sahnelerde ise dünyanın farklı yerlerinen koyu Depeche Mode fanatikleriyle karşılaşıyoruz. Anton Corbijn ayrı ayrı hepsinin hikayesinin peşine düşmüş. Büyükannesiyle birlikte Moğolistan’da yaşayan 22 yaşındaki Indra Amarjagal, Depeche Mode’u, üvey babası dinlerken çok küçük yaşta keşfetmiş mesela. Fransa, Perpignan’da yaşayan iki çocuk annesi Carin ise 25 yaşında geçirdiği bir kaza sonucu hafızasını yitirmiş; ”annemi, babamı bile hatırlayamıyordum” diyor. Sonra bir gün radyoda bir Depeche Mode şarkısı duyuyor ve önceki hayatından hatırladığı tek şeyin Depeche Mode olduğunu fark ediyor.
Kolombiyalı Dicken’ın hikayesi çok hüzünlü olsa da güldürüyor… Boşanmalarının ardından eşi iki çocuğunu da alarak Miami’ye yerleşiyor. (Of, Precious’ı dinlerken nasıl ağladığını görseniz!) Çocuklarıyla sadece yılda iki kere görüşebiliyor. Ve o zaman da Depeche Mode birbirlerine daha çok bağlıyor: Dicken, iki çocuğuyla birlikte dahiyane bir Depeche Mode cover grubu kurmuş çünkü! Şuna bakar mısınız? (Küçük kızın sıktığı fıs fıs!)
Film Romanya’ya da uzanıyor: Duvar yıkılmadan önce, babasını arkadaşlarıyla birlikte evde gizli gizli Depeche Mode dinlerken görürmüş Christian. İlerleyen yıllarda İngilizce öğrenmesinin tek sebebi de Depeche Mode şarkılarını anlayıp çevirebilmek… Christian’ın çok komik girişimleri de var. Onları filme bırakalım, kendi anlatsın.
Filmin sonlarına doğru görüyoruz ki, Depeche Mode’un Berlin’de verdiği bu konsere odaklanmamızın bir sebebi varmış. Tek tek hikayelerini izleyip dinlediğimiz bu karakterlerin hepsi, bu konserde buluşuyor. Kucak kucağa, hayatlarını değiştiren, fanatikleri oldukları bu grubu dinliyorlar. (Hayır ağlamıyoruz!)
Müziğin gücüne inanlar için gelsin bu film… Bir grubun peşinde yıllarını deviren herkese. Çünkü biliyoruz ki, ”dadanizm” bunu gerektirir.