
El sıkışmayın, maske takın ve sakın hapşırmayın: Distopyanın tam orta yerinde
Toplumsal baskının hapşırmayla ölçüldüğü an…
Gelen vuruyor, geçen vuruyor.
Eylül sonuydu, pek de kısa sürmeyen bir deprem İstanbul’u şöyle bir salladığında. ‘‘A-ha bu o galiba’’ diye içimden geçirirken o kolektif korku da bir anda şehrin semalarına yükselivermişti. Hayır, bu ‘‘o’’ değildi ama İstanbul depremi, zihnimize kazınmış tüm korkularıyla beraber yeniden gündemimizdeydi. Masanın altına girmememiz gerektiğini hatırladık. Hayat üçgenleri için evin içindeki uygun açıları planladık. Deprem çantalarını doldurduk, hatta bazılarımız hazır doldurulmuş olanları aldık; e-ticaret sitelerinde ful paket deprem çantalarının satışları patlamıştı mesela. Baltadan düdüğe her şey vardı içinde. Çok doğru bir girişim, çok doğru bir yatırım.
İstanbul’u saran ilk korku olmasa bile, sonuncularından biriydi bu Eylül sonundaki deprem. Deprem anındaki korku yerini gelecekte olabileceklerin endişesine bırakmıştı. Korku, panik ve paranoya kol kolaydı artık. Durduğu yerde “deprem mi oluyor” diye sıçrayanlar, deprem ölçme app’i indirip saniye saniye tüm coğrafyalarda olan depremleri kontrol edenler, arabasının bagajına erzak depolayanlar… Artık düpedüz bir beton kente dönüşmüş olan bu şehirde içinde yaşadığımız binalara da güvenmiyorduk ki. Hem ortada bilimsel gerçekler vardı: Kuzey Anadolu Marmara Fay Hattı bir sonraki büyük depremde tam İstanbul’dan kırılacaktı. ’99 depreminden bu yana bununla yatıp bununla kalkıyorduk da son birkaç yıldır terör saldırıları, darbe girişimleri derken insanın insana yaptıklarına kapılıp korkuyu bambaşka bir yerden yaşamaya başlamıştık. Doğanın ne kadar sinirlenebileceğini unutmuştuk. Deprem çantalarını kaldırmıştık korkularla birlikte.
Siz deprem çantanızı ne yaptınız bilmiyorum ama bizimki hâlâ evdeki kapının önünde duruyor. Aceleyle yapıldığından, çantanın içinde düdük yerine mızıka var. Sanatçı ruhu yüksek bir ev de değil bizimkisi. Gençlik hevesiyle alınmış o mızıka, yıllar sonra unutulduğu çekmeceden çıkıp deprem korkularına romantik bir hava katmakla görevlendirilecekmiş belli ki… (Yine düdük bulamadığı için deprem çantasına yeni doğmuş bebeğinin, tuşlara basıldığında inek, koyun, at sesleri çıkaran oyuncağını koyan biriyle karşılaşmıştım mesela…)
Şimdi bir de deprem çantası ile birlikte maskeleri hazır etmenin vakti. Komiktir ki, son birkaç haftadır, yine e-ticaret sitelerinin reklamlarında, bu sefer maske önerileri çıkmaya başladı. İlk müdahaleyi yine e-ticaret siteleri yaptı. Bence dünyayı da onlar kurtaracaklar.
Corona virüsünün adını ilk duyduğumuz andan itibaren, şehirde maskeyle dolaşan insanların sayısı da artmaya başlamıştı. Çin’in Wuhan eyaletinde çıkmıştı ama İstanbul, Beşiktaş’a kadar gelmişti korkusu. Ki o zaman İran üzerinden kapılarımıza dayanmamıştı bu pis virüs. Çok uzaklardaydı ama birbirimize kuşkuyla bakar olmuştuk onun yüzünden. Kim hapşırdı? Kim burnunu çekti? Şu belli ki kesin ellerini yıkamıyor… Peki bu adamın burnu niye kırmızı?
Korkusu dünyayı saran diğer virüsler gibi, çok ironik bir çıkış hikayesi var Corona Virüsünün. İnsanoğlu, hayvanlara yaptığı zalimliklerin bedelini ödüyor gibiydi. Virüsün, Wuhan’daki Huanan Pazarı’ndan çıktığı biliniyor. Bu pazarda köpekten yılana, tavus kuşundan tilkiye pek çok farklı hayvan bir arada bulunuyor ve kesimleri de yine burada yapılıyor. Evet, Çin’de vahşi hayvanların et pazarları çok yaygın; bu hayvanların yenmesi de. Zaten olay da buradan çıkıyor: Hijyenik ortamlarda kesimleri yapılmayan bu hayvanların yenmesiyle ortaya çıktığı savunuluyor. Ve yine yapılan araştırmalara göre, virüs yılan etinden bulaşmıştı etrafa. 2000’li yılların başında benzer kayıpları ve korkuları yaşatan SARS virüsü de Çin’den çıkmıştı ve yarasalardan yayıldığı düşünülüyordu. SARS’ı atlatmış gibiydik ama 2019-nCoV adlı bu yeni virüsün hali fenaydı. Çin’de binlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu. Hızlı ilerliyordu ve tedavisi yoktu.
Bu hafta içinde gelen haberler daha da feciydi: Evet, hemen yanı başımızdaki İran’da Corona virüsü teşhisi konulmaya başlamıştı. Hemen sınırlarımızı İran’a kapamıştık. Avrupa’da da vakalar artmaya başlamıştı: Avusturya, İsviçre ve Yunanistan (eyvah, bu da yanı başımızda) da eklenmişti listeye. Buralara da İtalya’dan yayıldığı düşünülüyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı açıklamaya göre hastalığın görüldüğü ülke sayısı 40’ı geçmişti.Dünyadaki toplam vaka sayısı ise 80 bini aşmıştı.

The Walking Dead
‘‘Tüm dünyayı hızla saran bir virüs…’’ Bu şekilde başlayan bir sürü distopya biliyoruz. (bkz. Tüm zombi külliyatı) Distopyalara bu kadar yakın olmak ise ürkütücü tabii. Kurgu aleminde, diziden edebiyata, distopyalara çok şey borçlu olsak da gerçek hayatta uygulamasını görmek pek keyifli değil. Bir de şahsen distopya seçecek olsaydım, virüslü olanları seçmezdim. Robotlar fena değil. En azından insanoğlunun kendi aptallığıyla başını yaktığı bir senaryo değil robotların dünyayı ele geçirmesi. Tamam, robotları da insanlar yaratıyor ama üstün (!) teknolojik zekalarıyla. Kendi kendine yarattığı bir virüs ise…

Battlestar Galactica Number Six
Peki biz, her türlü korkunun dibini görmüş şu şehirde bu virüse karşı neler yapacağız? Virüsten korunmaya çalışırken birbirimizi ezip geçer miyiz? (Bakın, virüslü distopyalarda bu da vardır, insan virüsü, beyin yiyen zombileri aşacağım derken birbirini yok etmeye başlar. Biraz da o yüzden insanoğlunun aptallığının hikayesidir virüslü distopyalar.) Çaresizliğimiz panik halimizi daha fena fişekliyor gibi. Elimizden de bu paniğin üstüne pürel sıkmaktan başka bir şey gelmiyor şu aşamada. Tabii bir de maskeler var. İstanbul metrosunda maskeyle dolaşan insan sayısı her geçen gün daha da artıyor. Ben bu noktada eldivenle dolaşılması gerektiğini öneriyorum bir de…
Bu arada her türlü felaketin kesişim noktası metro. Terör saldırılarında ilk metro boşalmıştı. İnsanları kapalı bir yere dolduran bir araç neticede. Kalabalıkları gözüne kestiren terör eylemleri için ilk uyarı verilen yer. Sonra depremde de kimse metroya inmeye cesaret edemedi. Zaten Taksim girişi kapatılmıştı, Eylül sonundaki depremin ardından. En ufak yağmurda su sızdıran metroya deprem ne yapar? Neyse, bunu düşünmemeye çalışın. Corona da en çok metroda bizi birbirimize şüpheyle baktırıyor. Havasız, kalabalık…
Corona virüsünün tüm dünyaya sıçramasına rağmen Türkiye'ye hâlâ gelmemesini ben Corona virüsünün kendi kişisel tercihi olarak görüyorum artık
— Nygaard (@erdxn) February 21, 2020
Bir de tabii ırkçılık… Her gördüğü Asyalı için ‘Japon’ diyen halkımız, bu sefer her gördüğü Asyalıya Çinli diyerek şiddetin bin türlüsünü uyguluyor. Ha o gördüğü ‘Çinli’, yıllardır burada mı yaşamış tabii ki umrumda değil. ‘Çinli’ olup olmadığı da umrunda değil. Birkaç dilde ”Ben Çinli değilim” diye yazan sticker’lerı üzerine yapıştırmış bir adamın fotoğrafı çıkmıştı geçenlerde. Bir de sırt çantasına led ışıklarla ”Ben Çinli değilim, I am not Chinese, Tayvanlıyım, Ölürüm Türkiyem” yazan bir adam vardı ki…’
Bu arada virüs Türkiye’ye ulaştı mı, ulaşmadı mı; ilk hangi şehirde görüldü, İstanbul’daki bazı hastanelerin karantinaya alındığı doğru mu gibi sorular dönüyor etrafta. WhatsApp grupları yine çıldırdı. Asparagas haberleri birbirlerine paslayarak bilgi kirliliği yaratanlar her kriz anında olduğu gibi yine altın çağını yaşıyor. Şu anda da Twitter’da şu hashtag üstlere çıkmış: Corona varsa, Türkiye yok. Ne demek ben pek anlamadım açıkçası. Corona var, tüm dünyada var. Ama neden Türkiye yok. Ne oluyor Türkiye’ye. O değil de, ÖLÜRÜM TÜRKİYEM!