
Ghostbusters: Afterlife vesilesiyle soruyoruz; bu kadar nostalji sizce de fazla değil mi?
Ghostbusters: Afterlife, Jason Reitman tarafından yönetilen, senaryosu da Gil Kenan’la birlikte yazılmış olan klasik bir Amerikan bilim kurgu ve komedi filmi. Hollywood’un halihazırda geçmişi canlandırma takıntısının sadece bir örneği. Bu nostalji tutkusunun sebebi belki bir nebze tembellik belki eskisi kadar yaratıcı olamama durumu belki de finansal çıkarlar. Mesela 2019’da ABD gişesinde en yüksek hasılat yapan ilk 10 filmin tümü mevcut fikirlere dayanıyordu. Dediğimiz gibi türlü çeşitli sebepleri vardır elbet. Fakat sanki izleyicilere geçmiş sinema deneyimlerinin zevkini ve tanıdık bir hikayenin rahatlığını sunmaları bu tarz yapımları epey öne çıkarıyor. 19 Kasım itibariyle vizyondaki yerini alan filme nostalji ve ‘içerik kalitesi’ ekseninde kafamızdaki sorularla birlikte dadanıyoruz. Evet, hem de günümüzün en seksi erkeği seçilen Paul Rudd’a rağmen.
Filmde Carrie Coon, Finn Wolfhard, Mckenna Grace ve Paul Rudd yer alırken, Bill Murray, Dan Aykroyd, Ernie Hudson, Sigourney Weaver ve Annie Potts orijinal filmlerdeki rollerini yeniden canlandırıyorlar. 1984, 1989 ve 2016 tarihli Hayalet Avcıları filmleriyle birlikte Ghostbusters: Afterlife serinin dördüncü filmi.
2014’te oyuncu Harold Ramis’in aramızdan ayrılmasından sonra Sony’nin 2016’daki filmi gişede pek umduğunu bulamadı. Reitman da orijinal filmlerin devamını geliştirme çalışmalarına başlamış oldu. Açıkça görüyoruz ki tüm “franchise” yani devam filmleri, başta güvenilirliğe ve izleyiciye tam olarak beklediği şeyi vermeye dayanmakta. Ghostbusters: Afterlife da kesinlikle bu sözleşme vaadinde başarılı oluyor. Zaten köken mitolojisini yaratma çabasıyla dikkat çekiyor. Klasik hikaye örgüsüne övgü niteliğinde olan konusu da; bir kasabayı potansiyel bir tehlikeden kurtarmaya çalışan gençlerin hikayesi. Callie, maddi zorluklar yaşayan bir anne ve çocukları Trevor ve Phobe’yle babasından kalan eski evlerine taşınıyor. Ergenliğin doruklarında olan Trevor da yeni hayatından pek memnun değil onun akabinde çok geçmeden evde büyükbabasının mirasıyla ilgili büyük bir sırrı keşfediyor. Hayalet Avcıları’nın üyesi olduğunu açık eden ekipmanları da bulunca Trevor, Phobe ve yeni arkadaşları için macera başlamış oluyor.
Gelelim, filme verilen kutuplaşmış tepkilerin sebebine. “Evet, nostaljiye hizmet etmek güzel ama bu kadarı da istismar olmuyor mu?” diye soruyorlar… Öte yandan, mesela Empire Magazine’den Olly Richards filmi orijinalin özünü yakaladığı için överek şu yorumda bulunuyor: “Bildiğimiz Ghostbusters ile tamamen aynı değil, ama tamamen Ghostbusters gibi hissettiriyor.” Yani anlıyoruz ki bazı filmlerin ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olduğunun pek bir önemi bulunmamakta. Günün sonunda izleyiciler çocukluklarına, serinin ilk filmini izledikleri zamana, belki de o zamanın tasasız günlerine özlem duydukları için o bildik his iyi geliyor.
Fakat ne olursa olsun, özellikle son 10 yıldır filmlere dolayısıyla da çözümlemelerine olan yaklaşımımız epey değişmiş durumda. Alison Willmore’un Vulture için yazdığı incelemede belirttiği gibi “Afterlife, içeriğinde ısrarla apolitik.” Gene de özellikle şimdilerde, nostaljinin popüler kültürün en değerli metası olduğunun farkında. Bunun bir başka güzel örneği de Netflix’in pazar lideri dizisi Stranger Things zaten…
Bir de bakmayın, bu tür kültürel yeniden üretim yeni bir durum değil. The Atlantic için 2016 yılında yayınlanan bir makalede, film akademisyenleri Amanda Ann Klein ve R. Barton Palmer, sinemanın her zaman çokluklar fikrine, yani daha önceki filmlerde bulunan görüntüleri, anlatıları veyahut karakterleri bilinçli olarak tekrar eden ve kullanan metinlere dayandığını savunmuştu. Anlayacağınız, bu geçmişe özlem duyma durumu film endüstrisinde epeydir mevcut. Zaten biz de bunun hakkında uzun uzun konuşmuştuk. Fakat işleri abartınca durum sıkıntılı bir hale de gelebilir.
Mevzuya bir de buradan bakın: Dijital platformlarda nostalji: ”Geçmiş” geçmişteyken güzel, remake’lerde değil
The Guardian’da film yazarı olan Charles Bramesco da “Hollywood’un çok fazla devam filmi çektiğine yönelik şikayetler yeni yeni çıkmıyor. Hollywood’un tarihi, başarılarını tekrarlayan stüdyoların tarihidir. Ancak bana kalırsa Disney’in yeniden çevrim Rönesansına başlamasıyla birlikte bu durum hız kazandı” diyor.
Kendisine epey hak vererek Disney’in 2019 tarihli The Lion King’le birlikte kazandığı astronomik gişe başarısını hatırlıyoruz. Bu durumun bir benzerini de Marvel evreninde görüyoruz aslında.
Velhasıl, anlıyoruz ki nostaljinin kalplerdeki yeri epey sağlam. Tanıdık olana karşı derinden duyulan tutku da öyle anlık bir dürtü değil. İşin realite boyutundan baktığımızda da eğer yılda sadece birkaç kez sinemaya gitmek için zamanınız varsa, tercihinizi muhtemelen bildiğiniz ve güvenebileceğiniz bir deneyimden yana kullanırsınız. Ki sonuna kadar da haklısınız. Öyle ya da böyle nostalji değirmeni de bu sayede dönmeye devam eder.