Edebiyat ile müziğin kesiştiği yerde: Alejandro Zambra’nın Eve Dönmenin Yolları kitabındaki şarkılara dadanıyoruz

Her disiplinin birbirinden etkilenmesi üretmenin en sonsuz yanı ve belki de en ilgi çekici kısmı. Edebiyat, müzik, resim, sinema… Tüm bunlarla ilgilenip hepsine dair gelişmeleri yakından takip ederken bazılarımız fazlaca merak etmeyi, daha da anlamayı ve öğrenmeyi kendine alışkanlık haline getiriyor. Tüm bu disiplinlerden bazılarını bir hobinin ötesine taşıyanlar ve büyüdüğü, geliştiği ve öğrendiği bu dünyalara sıkça dadananlar bir noktadan sonra kafalarında bazı listeler yaparken de bulabiliyorlar kendilerini. İşte bu yazı dizisi fikri tam da bununla ilgili.

Bir oyun oynuyor gibi, okuduğum her roman veya öyküde geçen şarkıların altını çizer ve daha sonra mutlaka dinler, sonucunda da o kitaptaki yerini anlamaya çalışırım. Bir süre sonra bu kesişmelerin ne kadar fazla ve güzel olduğunu fark ettim. Sonuçta da bu dikkat ve merakın yazıya dönüşmüş halini yine benim gibi bu tip bağlantıları arayıp merak eden, fark etmek isteyen herkes için hazırlamaya başladım.

Serideki ilk kitaba geçmeden önce kitabın yazarını ilk defa tanıyacak olanlar için kısaca bahsetmekte fayda var. İlk kitabımızın yazarı Alejandro Zambra, 1975’te Şili’de doğdu. Yazarın ilk romanı Bonzai 2006 yılında yayımlandı ve çeşitli ödüller aldı. 2011 yılında aynı adla sinemaya uyarlanan roman, 31.İstanbul Film Festivali’nde de gösterildi. Edebiyat ve müzikten bahsettiğim noktada sinema da kendini hatırlatıyor elbette, adeta “bensiz olmaz” diyerek.

Ve serimize Alejandro Zambra’nın Eve Dönmenin Yolları ve bu romana eşlik eden şarkılarla başlıyoruz. Ülkesinde yaşanan travmatik olayların içinde kendi dünyasını ve daha fazlasını yazarak anlamaya çalışan, bunun için önce kurguladığı bir çocuğun gözünden bakan ve daha sonra tüm yaşananlara kendi yetişkin gözüyle bakıp yazmaya çalışan bir adamın romanı Eve Dönmenin Yolları. Hayata karşı duyulan korkular, aile kavramı, yaşanılan coğrafyanın getirdiği endişeler dünyada pek çok insanla hissettiğimiz ortak hisler olduğundan olsa gerek kahramanımızın bir adı yok. Bu yolculukta cümleleri var, müzisyenler ve şarkılar eşliğinde.

Gelelim bu yolculuğa eşlik eden şarkılara. İlk şarkıyı karakterimiz evde yalnız kalınca yaşanan o özgürlük hissiyle birlikte duyuyoruz. Dokuz yaşındasınız evde anne ve babanız yok, inanılmaz bir özgürlük, bir düşününce herkes hatırlayacaktır o duyguyu. “Raphael – Que Saba Nadie” ile taçlandırmak istenilen bu his kasetin bandının bozulmasıyla yarıda kalıyor.

Romanda 1985 yılındayız. Raphael’in şarkısı 1981 çıkışlı “En Carne Viva” albümünden seçilmiş. Böyle bakınca dönemin popüler şarkılarından birini dinlemeye çalıştığını anlıyoruz dokuz yaşındaki kahramanımızın. Kimsenin bilmediğini ifade ettiği duygu ve fikirlerinden yakınan şarkı, romanın başında karmakarışık bir dünyaya düşmüş olan karakterin durumu adına güzel bir ipucu oluyor. Çok katmanlı bu romanda kendi dünyasında bir çocuk, şarkı sözleriyle de uyumlu olarak herkes farkında mı sahiden her şeyin, herkes biliyor mu diyor aslında hem kendi çocukluğuna hem kendi yetişkinliğine. Şarkı da kendi bilincini, yaptıklarını, dünyayı, hislerinin yeryüzündeki yerini arıyor zaten. Tıpkı kahramanımız gibi, hepimiz gibi. İlk şarkıdan romanla birlikte bir hayatın ne büyük savrulmaları içinde barındırabileceğini naif bir sesle bize hatırlatıyor yazar.

Bir başka şarkıyı yetişkinlik zamanlarında bir rüyada buluyoruz. Hatıraları, yaşanan ve yaşanmayanlar hep yanındayken elbette. “Los Angeles Negros – El Tren Hacia El Olvido” dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden yazan yetişkin karakterimiz rüyasında Piscola içip dans ederken duyduğumuz şarkı. Şilili grubun 2003 çıkışlı parçasının ılık rüzgarı İspanyol sıcaklığıyla rüyalarda buluşurken romanın başlangıcının depremle yıkılmış bir ülkenin hayal kırıklığıyla sarınmış atmosferi olduğunu hatırlıyoruz. Bazen kırgınlıklarımızla geçiyor tüm mevsimler. Unutulmakla, anılarla, gelen umutsuzluğun farkında olmakla ilgili duygulardan bahseden bir şarkıyla rüyadan uyandığında içine işleyen hissi tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu ağırlıkla uyanan karakterimiz yanında (eski) karısı Eme’nin de kendisi gibi Chungking Express izlerken uyumasına bozuluyor. Sinema yine göz kırpıyor romanın duygusuna. İncelikli şeyleri izlerken uyuyakalmak gerçek hayatın ağırlığına bir örnek gibi sunuluyor.

Bazı konularda sona doğru gelirken çocukken hatırladığı akrabalar, komşular tanımlanamayan arkadaşlar arasında Romain Gary, Tim O’Brien, House M.D, Madam Bovary, Bill Callahan, Emmy the Great gibi yazarlardan, gruplardan ve dizilerden de hayatına değmiş ne varsa bahsetmeyi ihmal etmiyor. Bu sonda bazı ilişkilerin de kopması gerekirken kendine Gilbert O’Sullivan’ın “Alone Again (Naturally)” göndermesi yapıyor. Günlük hayatımızda yaptığımız gibi kendimize açıkça söylemediklerimizi dinlediğimiz şarkılarla ifade edişimiz romanda da aynı şekilde yer buluyor. Şarkı karakterle konuşuyor bizim yerimize de.

Romanın sonlarında The Magnetic Fields grubunun ne ifade ettiğini öğreniyoruz. Yumuşak, sakin ve bir o kadar da incelikli melodileriyle bilinen indie rock’ın önemli isimlerinden olan grup, hayatın akışına yaşananlara öylece durup bakmak istediğimiz anların bir eşlikçisi olabilir der gibi çok anlamlı bir yer buluyor romanda. Bu sene Salon’da konserini izlediğimiz The Magnetic Fields, sahnedeki hikaye anlatıcılığı üslubuyla bu roman içinde çok doğru bir yerde olduğunu ispatlıyor. (Tabii konseri izleyenler arasında kitabı da okuyan varsa, yoksa belki bu yazıya denk gelip hemen başlayabilirler.)  Karakterimizin kötü bir anda durup öylece olacakları beklediği anda arka planda The Magnetic Fields gibi sakince gerçeklerden bahseden, kırılgan ama hayatta melodileriyle bilinen bir grubun müziğinin seçilmesi yine çok yerinde bir karar oluyor.

Şarkının geçtiği bölüm çok küçük bir detay aslında, bir açıdan pek önemi yok diye de yorumlanabilir elbette. Diğer açıdan yaşamda da hangi şarkının bize neyi hatırlatacağını, yaşanan korkunç bir andan sonra o şarkının / grubun yerinin bambaşka bir yönde kalacağını asla hesaplayamamak hayatın çok gerçek ve iç içe olma halini hatırlatan durumlarından biri, Eve Dönmenin Yolları’nda olduğu gibi. Çünkü hayattan ve yaşananlardan ayrıştırıp müziği, edebiyatı, sinemayı konuşabilmek neredeyse imkansız bir hale geliyor. Hepsi bir başka şeyin hatırlatıcısı oluyor istemesek de. Bunca şeyi hatırlattıktan sonra son sözü de Zambra söylemeli diye düşünüyorum.

“Bir sinemaya yakın oturmak iyi, diyor, heyecanla filmlerden konuşmaya dalıyoruz – er ya da geç bizi yaşama, gençliğe, çocukluğa geri götüren tesadüfleri keşfediyoruz. Çünkü artık, bir film ya da bir kitap üstüne konuşamıyoruz, konuşmayı bilmiyoruz; filmlerin de, romanların da önemini yitirdiği, sadece onları ne zaman gördüğümüzün ya da ne zaman okuduğumuzun önemli olduğu zaman geldi: o anda neredeydik, ne yapıyorduk, kimdik.”

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et