
Kubrick’e bir adım daha…
Londra’da Design Museum’da bu aralar heyecan dorukta. Çünkü dahi yönetmen Stanley Kubrick’in Almanya’dan Güney Kore’ye kadar dolaşan sergisi, sonunda anavatanına ulaştı.
Yazı: Selda Yıldırım Naumann
Stanley Kubrick’in ölümünün yirminci yılında düzenlenen, Stanley Kubrick: The Exhibition adlı serginin ortak küratörlüğünü, yönetmenin yakın arkadaşı, prodüktörü ve aynı zamanda ”kayınçosu” olan Jan Harlon üstlenmiş ve sayesinde daha önce hiçbir yerde görmediğimiz fotoğraflara, mükemmel korunmuş orijinal aksesuarlara, kişisel eşyalara ve yönetmenin filmlerine dair dökümanlara ulaşılmış.
Sergide toplamda 700 parçalık, filmlerde kullanılmış olan orijinal aksesuar; 1000’e yakın çizim ve storyboard karesi, Kubrick’in kendi notları ile bezeli senaryoları, yönetmen sandalyesi ve Oscar heykelciği bulunuyor. Ayrıca her film için özel bir sergi alanı hazırlanmış. Her alanın sonunda da o filmin bir gösterimi yapılıyor.
Bir Kubrick hayranı olarak, sadece görülmemiş set fotoğraflarını gösteriyoruz deselerdi yine de giderdim; o yüzden beklentimi öyle çok yukarılarda tutmadım. Ta ki müzeye adım atttığım anda Clockwork Orange’da Alex’in kullandığı portakal rengi Probe 16 ile karşılaşana kadar…
Sergi alanına adım attığınızda ise sizi çok iyi bir ses sistemi ile desteklenmiş, yönetmenin best of the best editi karşılıyor. Devasa bir ekranda video dönerken, etrafına konumlandırılmış diğer ekranlar görüntüyü destekliyor ve yönetmenin grafik kadrajlarına saygı duruşu ile sergiye giriş yapıyorsunuz
İlk girdiğiniz bölüm, ”her şeyden biraz” tadında. Kubrick’in yönetmenliğe geçmeden önceki fotoğrafçılık yıllarından başlıyor. Yönetmenin Oscar’ı, yönetmen sandalyesi, çok sevdiği edit odası, hiç çekmediği ama delicesine hazırlandığı Napolyon filminin dökümanları, çizimleri, senaryosu bu bölümde. Ayrıca Kubrick’in film hayatından ilk işlerinin posterleri, kendisi için özel olarak tasarlanan, işçilik harikası lensleri de burada görüyoruz.
Fakat bu sadece bir alıştırma odasıymış meğer. Sergi ilerledikçe derine, daha derine çekiyor sizi. Bu her şeyden biraz tadalım kısmından sonra ana yemeklere geçiyorsunuz. Şimdi her film için ayrı olarak hazırlanmış bölümler bekliyor sizi. Spartaküs’le başlayan yolculuk Space Odyssey ile son buluyor. Kronolojik olarak hazırlanmamış ama zaten dikkatinizi çeken son şey bu olsun 🙂
Her filmin sergi alanında ise bütün filmlerin görülmemiş set fotoğrafları, Kubrick’in şahsi notlarının olduğu orijinal senaryolar, çekim programları, filmlerde kullanılmış kostümler, aksesuarlar, storyboarlar, kostüm ve aksesuar çizimleri, setlerin maketleri, kâğıt üzerinde nasıl çalıştıklarını ve tasarladıklarını anlatan çizimler bulunuyor.
Görünce kalbinizin hızla çarpmasına sebep olacak aksesuarlar şöyle:
1- The Shining: Ürkütücü ikizlerin kostümleri ve Danny’nin Apollo kazağı
2- Full Metal Jacket: “Born to Kill” ve “I am Become Death” kaskları.
3- Barry Lyndon: Orijinal kostümler, yönetmen için özel olarak üretilen kameranın ta kendisi ve filmde kullanılan mumlar.
4- Clockwork Orange: Alex’in kostümü, Milk Bar’daki kadın şeklindeki sandalyeler.
5- Space Odyssey: Dr. Dave Bowman, Dr. Frank Poole ve Moon-Watcher abimiz Daniel Richter’in kostümleri; Hilton Space Station’ın bir replikası…
Yönetmene ve filmlerine dair her türlü detayın, belgenin, eşyanın bu kadar iyi korunmuş ve bir araya getirilmiş olması inanılmaz gerçekten. Sergideki birkaç maket dışında neredeyse her şey orijinal.
Bilgisayar çağından çok çok uzak zamanlarda, sinemacıların filmlere nasıl hazırlanıp çalıştıklarını ve nasıl emek verdiklerini görmek çok keyifli. Her storyboard karesi ve her çizim üzerinde en ufak detaylarına kadar uğraşılmış. Mükemmeliyetçiliği ve disiplini ile tanınan ve bu yüzden oyuncularını ve ekip arkadaşlarını manyakça çileden çıkarabilen Kubrick’in işte bu noktada kafasına girmeye başlıyorsunuz ve hayran kalıyorsunuz.
Hemen hemen her şey üzerinde, neyin nasıl değişmesi gerektiği ve en önemlisi neden değişmesi ve başka türlü olması gerektiğini anlatan kişisel notları var. Kafasında hayal ettiği dünyayı bu kadar iyi kâğıda dökebilmesi, görebilmesi ve anlatabilmesi onu iyi yönetmen yapan şeylerden biri. Doğal olarak onun hayalini gerçekleştirmesine yardım eden tüm ekip arkadaşları, eninde sonunda da onu çok iyi anlamış. Zaten sıkıysa anlamasalarmış! Tüm bunları gördükten sonra siz de azıcık ucundan da olsa neyi neden yaptığını algılamaya başlıyor ve Kubrick’i anlamaya bir adım daha yaklaşıyorsunuz.
Ben neredeyse yarım günümü sergide, aç-susuz geçirdiğimden mi bilmem baş döndürücü bir deneyim yaşadım. Bir kere değil birkaç defa gidilebilecek bir sergi. Zira yoğun kalabalıktan dolayı bazı kısımlara gereken ilgiyi gösterememiş olabilirim. Böyle dehalar başımızdan eksik olmasın. Yolu Londra’ya düşecek olanlar için detaylar Design Museum’da bulunabilir.