
Londra seyahati bitti, Londra seyahati var ufukta…
Yazı: Cem Arıdağ
– Hikayeyi anladın değil mi?
– Hangi hikayeyi?
İtiraf ediyorum, herhangi bir şeyi anlamam gerektiğini bile anlamamıştım.
New York’ta yaşadığım dönemde çok sevdiğim bir dostumun tavsiyesi üzerine gittiğim ‘Sleep No More’dan karışık duygularla bile ayrılmıyordum. Duygularım bomboştu çünkü olayı pek kavrayamamıştım. Yaşlanmış falan da değildim. Sadece biraz… Nasıl desem? Beynim algılamamıştı işte! Önden araştırma yapmamış olmam da alkışlanası başka bir davranıştı. Tabii 2010’lu yılların başından bahsediyorum. Normaldi o zamanlar böyle hal ve tavırlar!
Dört katlı eski bir otelde oyuncular Macbeth’in 19. yüzyıla uyarlanmış versiyonunu yaşıyorlardı. Oynamıyor, yaşıyorlardı. Biz çok değerli seyirciler ise yüzümüzde maskeler, oyuncu nereye biz oraya şeklinde bazen tabiri caizse birbirimizi ezerek oyuncunun ya da oyuncuların peşine takılıp oradan oraya koşuşturup duruyorduk.
Otelin her bir köşesi tiyatro sahnesine dönüştürülmüş ve her odada ayrı bir hikaye var. Konu Macbeth. 19. yüzyıldayız. Şimdi kafam karışmasın da n’apsın? Macbeth nerede be? Macduff nerede? Duncan nerede?
Her neyse inanmayacaksınız ancak konumuz ‘Sleep No More’ değil!
Üzerime vazife olmasa da bu interaktif tiyatro denen olayı takip etmenin ne kadar zor olduğu hakkında biraz bilgilendirme yapmak istedim.
Sonuç olarak Sleep No More’u dört defa izledim. Oyunu son izleyişimde artık işin uzmanıydım. Hangi oyuncuyu bırakıp, hangi oyuncunun peşine takılmam gerektiğine kadar her türlü gerekli bilginin sahibiydim. Birlikte gittiğim arkadaşlarıma rehber oldum, yol gösterdim. Anlamayanlara hikayeyi anlattım. Onlara el uzattım, mazlumun yanında oldum.
Ben bir ‘sleep no more’ bilirkişisiydim artık.
Aradan üç-dört yıl geçti. İstanbul yolları taştan diyerek memleketin yolunu tuttum. Eskisi gibi eğlenmeye, gezmeye zaman ayırmanın mümkünatı yok. İşler içinden çıkılmaz derecede yoğun. İstanbul üstüme üstüme geliyor.
Londra’da yaşayan dostum Teo, beni çağırıp duruyor. Ben de gitmek istiyorum da zaman yaratamıyorum işte.
“Eeee” dedim, “yeter.” “Zaman bekleye bekleye gelmez. Al biletini git şu Londra’ya, hazır vize de var.”
Lafı uzatmayayım. Bir cuma sabahı gittim Londra’ya. İşi kırdım evet. Keşke her cuma kırsam! Teo’nun Shoreditch’deki evine yerleştim. Attım sonra kendimi sokağa. Shoreditch’e üçüncü gidişim. İstanbullu diyor ki: “Burası var ya tam Londra’nın Cihangir’i! E Brooklyn’li boş durur mu o da yapıştırıyor cevabı: “Hayır Hayır burası tam bir Bushwick!”
Neyse ne! Zaten planım belli. Teo ofiste. New York’tan yakın bir İtalyan arkadaşımla bir kahve içip daha sonra tek başıma Batı Londra’ya, Paddington’a gideceğim. Sleep No More’un bir benzeşiği olan The Drowned Man’i izleyeceğim. “Boğulmuş Abi” yani!
Buraları hızlı geçiyorum.
Yurt dışındayım ya roaming kapalı! Harita ne gezer! Metrodan indiğim gibi kayboldum. Eski usul takılarak, millete sora sora buldum tiyatroyu. Önünde deli bir kalabalık. Hayatımda ilk defa bu kadar uzun bir kuyruk görmek mutlu etti beni. Geç kalmadığımı anladım çünkü! Herkes heyecan dolu. Ben ise rahat. Etrafıma “ben bu tip tiyatroların kitabını yazdım adamım” bakışları atıyorum.
Takan var mı? Hiç sanmam!
Kuyruk bitti. İçeri girdim. İçerisi karanlık. Loş diyelim hadi!
Kuyruk bitmemiş meğer. İçeride de devam ediyor. Biletliler ayrı, biletsizler ayrı yere yönlendiriliyor. Fonda hafiften gergin bir müzik. İnsanlar da ne beklediklerini bilmediklerinden olsa gerek, hafif rahatsız.
Buraları hızlı geçiyorum.
Giriş sistemi Sleep No More’a göre biraz farklı. Sleep No More’da önce eski zamanlardan kalma bir barda içki yudumlayıp biraz rahatlıyordun. Daha sonra dağıttıkları iskambil kağıdına göre içeri davet ediliyordun. Burada kapı açılıyor, içeri giriyorsun. Amaaaaaan! Zifiri karanlık. Hem severim hem sevmem. Labirent gibi bir yerde ilerliyorsun. Kırmızı ışıklar çıkıyor karşına, onları takip ediyorsun tırsık tırsık. En sonunda bir odaya geliyorsun. Oda kare, kapı mapı bir şey yok etrafta. Hakikaten bir sonraki aşama aklının ucuna bile gelmiyor. Odaya belli sayıda insan alınıyor. Beyaz maskelerimiz dağıtılıyor. Maskeli tipler olarak mal mal etrafa bakınıyoruz. Birkaç dakika sürüyor bu.
BAAAAAAAAAAAMMMM!
Kapı açılıyor. Asansör kapısı. Asansör kapısıymış duvarlardan biri. İçinden parlak smokinli, Suavi Tedü tadında bir ağabey çıkıyor. “Hoş geldiniz” diyor. “şeref verdiniz.” Aramızda yürüyor, fısıldayarak konuşuyor, bazen parlıyor, sesini yükseltiyor, sonra yine alçaltıyor sesini. Özetle diyor ki abim: “Maskeniz hep takılı olsun, konuşmayın, sorun olduğunda siyah maskeli görevliler yardımcı olacak size, herkes kendi deneyimini yaşar burada, arkadaşınızdan ayrılın… Korkuyu tek başınıza hissedin!”
Asansör duruyor. Suavi kapıyı açıyor ve bağırıyor: “TEMPLE STÜDYOLARINA HOŞ GELDİNİZ”
Millet ürkek adımlarla asansörden çıkarken henüz herkes çıkmadan Suavi kapıyı kapatıyor. Bazı insanlar arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalıyor. Ben rahatım. İçeride kalıyorum. Zaten tek başımayım. Ortadan ikiye bölemezler ya. Bir kat daha çıkıyoruz. Bu defa Suavi önden çıkıyor. Biz kalanlar da arkasından gidiyoruz.
Ve heyecan başlıyor…
Yeri gelmişken oyunun konusundan kısaca bahsedelim. Oyun bir stüdyoda geçiyor… Temple Stüdyoları! 1960’lı yıllarda Hollywood’un karanlık tarafını görüyoruz oyunda. Punchdrunk isimli bir İngiliz Tiyatro Topluluğı tarafından sahneleniyor oyun. Mekanımız dört katlı eski bir postahane. –Sleep No More’da otel kullanılıyordu- Konusu Sleep No More kadar karışık değil. ‘William ve Mary’ ile ‘Wendy ve Marshall’ın aşkları anlatılıyor. Normal insanların, aşkları için nasıl katile dönüşebildiklerini anlatan epik bir eser çıkarmışlar ortaya. Senaryo biraz orijinal, biraz değil! 19. yüzyılda yazılmış bir hikayenin uyarlanması aslında. Hikayenin orijinal adı Woyzeck! Yazarı da George Büchner. Bana bu hikayenin 1960’lı yıllarda The Drowned Man adıyla sinemaya uyarlandığı söylense de imdb’de rastlayamadım böyle bir filme. Bu belirsizlikler bile bu epik oyunu gözünüzde daha da esrarengiz bir hale getirmiyor mu sizce?
Tabii benim araştırma özürlü olabilme ihtimalini gözardı etmeyelim!
Önemli bir detayı da atlamayayım. Ben her ne kadar bu tiyatroya interaktif tiyatro deyip dursam da, bu abiler –orijinal olacaklar ya- “immersive theatre” diyorlar kendilerine ‘Sarmal’ mı dersiniz, ‘çevreleyen’ mi? Siz karar verin!
Oyuna dönelim.
İçeride müzik kullanımı mükemmel. Gerçekten sahnenin içinde gibi hissediyor insan kendini. Sleep No More’da iki sefer yaşadığım sadece bana özel deneyimi yaşayıp yaşayamayacağımı merak ediyorum. Kişiye özel deneyim nasıl oluyor diye sormayın. Oyuncu seni alıyor, elinden tutuyor, başka hiçbir seyircinin olmadığı bir odaya götürüyor, seninle konuşuyor vs.
Detaya girmiyorum çünkü herkesin deneyimi farklı olmalı ve bence sürprizlerin kaçmaması adına her yerde paylaşılmamalı.
Sonuç olarak, o akşam o kadar da kişiye özel bir deneyim yaşamasam da, gergin fakat müthiş bir gece geçirdim. İki farklı aşkın hikayesini birbirinden farklı ya da birbirinin aynı mekanlarda bir merdiven aşağı bir merdiven yukarı takip etmeye çalıştım. Hikayeyi kolay takip ettiğimi söyleyebilirim. Aynı sahneyi farklı açılardan izleme şansım oldu. Birbiriyle kesişen iki farklı hikaye vardı! Konuları benzer, kahramanları farklı. Hüzünlerini, sevinçlerini, korkularını fazlasıyla hissettiren muhteşem oyuncular vardı. 1960’lı yıllara dönmüşsün gibi hissettiren muhteşem bir dekor ve efsanevi bir final!
Sonunda da alkol!
Kısa yazmadım aslında.
Detaylı da yazmadım. Özellikle!
Ben ‘The Drowned Man’e öyle uzun uzun araştırıp gitmedim. Kimseye de tavsiye etmem çok araştırma yapmasını.
Londra’ya yolunuz düşerse gidin ve deneyimi yaşayın.
Big Ben, London Eye falan bunlar bir yere gitmez herhalde bir süre daha. The Drowned Man kaçmamalı ama!
Benim kısacık Londra seyahatim bitti ama bir seyahat daha var ufukta, belki sonra bir tane daha. Yeter ki oynamaya devam etsin The Drowned Man.
“Ben bir The Drowned Man bilirkişisiyim” demeden rahat yok bana bu dünyada!