
Ne güzel bir dizimizdin sen Fleabag
Bitti.
İlk iki sezonu arasında üç senelik bir ara veren, tam da bu yüzden gözümüzde daha da kıymetli bir yere ulaşan Fleabag, geçtiğimiz günlerde finalini yaparak ekranlardan çekildi. Tabii ki daha fazlasını görmek için yanıp tutuşuyoruz ama ”zirvede bırakmak” tam da böyle bir şey olduğu için yaratıcısı Phoebe Waller-Bridge’in karşısında saygıyla eğiliyoruz. (R-E-S-P-E-C-T!)
Başa dönelim.
Bu sitede kendisine methiyeler düzmekten bıkıp yorulmadığımız senarist ve oyuncu Phoebe Waller-Bridge’in aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan Fleabag’in, sıradan bir iş olmadığını daha ilk sahneden anlamıştık aslında. Kameraya bakarak konuşan ve böylece izleyiciyi de hikayenin içine katan başkarakterimizin deli deli parlayan gözleri, ”gördükleriniz göreceklerinizin teminatıdır” der gibiydi. Dedikleri çıktı da… Sahici kadın karakterler yaratma konusunda Girls’ün yaratıcısı, senaristi ve başrol oyuncusu Lena Dunham’in bir deha olduğunu düşünüyorsanız siz bir de Phoebe Waller-Bridge’in yaptıklarını görün derim; Lena Dunham’ın sezonlar boyunca çabalayıp bir türlü olduramadığı hikaye anlatıcılığını Phoebe Waller-Bridge tek bir sahnede toparlayıveriyor. Hem de Adalı olmanın getirdiği o kapkaranlık mizah duygusu eşliğinde.
Aslında Phoebe Waller-Bridge’in izleyeni rahatsız eden ama bir şekilde de kendine çeken acayip karakterlerini televizyonda ilk olarak Crashing’de izlemiştik. Yine senaryosunu kendisinin yazdığı, bir de başrolünü üstlendiği 2016 tarihli bu altı bölümlük komedi dizisindeki, neyi neden yaptığını bir türlü anlayamadığımız karakterler tahammül sınırlarımızı zorlasa da, hikayenin bütünlüklü yapısı içerisinde merakımızı da pekiştiriyordu. Bir sonraki sahnede, tüm karakterlerin ve hikayenin sırrını çözdürecekmiş gibi izleyiciyi pürdikkat kendine çekiyordu. Tüm bu garipliklerin altında bir sebep olmalıydı neticede…
Benzer hisler, aynı yıl birkaç ay sonra yayınlanmaya başlayan Fleabag’de de izleyiciyi ele geçiriyor. Tüm bu garipliklere sebep olan ‘o şey’in ne olduğunu öğrenmeye yaklaştıkça, bir taraftan da yeni sarmalların içine düşerken görüyoruz başkarakteri (adı yok ama Fleabag’in o olduğunu söylemeye de gerek yok) ve bu sefer Crashing’dekilerden daha gerçekçi geliyor gördüklerimiz, her ne kadar yine aşırı abartılı olsalar da…
Birinci sezonda herkesle ve her şeyle ilk kez karşılaşmıştık; anlama çabalarımız sürüyordu. Kimsenin gelip gitmediği kafesindeki işleri yoluna koyabilmek için ekonomik destek arayışına düşen Fleabag’in günlük hayattaki yaşadığı bocalamalar; en yakını olan ablası ile rekabet ve sevginin iç içe geçtiği hastalıklı ilişkisi (ki televizyonda gördüğüm en gerçekçi abla-kardeş anlatımlarından biri), nereye sürüklerseniz oraya giden babası ve arızalığıyla kendine hayran bırakan aforizmalar kraliçesi üvey annesinin (bu karakteri Olivia Colman harika canlandırıyor) dahil olduğu hikayeler eşliğinde hem absürt hem de bir o kadar da gerçekçi geliyordu. Çünkü ideallerden uzaktı, kusurluydu ve çiğdi.
Bir de Fleabag’in yakın dostu Boo var; gördüğümüz hikayelerin arasında arada bir kendini hatırlatan, sonsuz sadakat ve iyimserliğiyle içimizi parçalayan… Sevgilisi tarafından aldatıldığını öğrenince, aşk acısından intihar etmiş gibi yapmaya karar verir; böylece dikkatleri üzerine çekerek sevgilisini yeniden kendine aşık edebileceğini düşünür. Ama evdeki hesap çarşıya hiç hiç uymaz, o kendini bisikletlilerin önüne attığını sanarken hem kendi ölür hem de üç kişinin daha öleceği bir kaza zincirine sebep olur. Fleabag’in hayattaki tek dayanağının Boo olduğunu, başkarakterimizin hayatındaki boşluklardan, sevgi dolu flashback’lerden anlıyoruz. Zira Fleabag’i Boo gibi kabullenen biri daha yoktur hayatında. Birlikte hayaller kurup her tarafında Guinea Pig’lerin olduğu (hem gerçek hem resimli) bir kafe açmışlardır; pek çok şeyi birlikte paylaştıkları bir hayat kurmuşlardır. Hele ki paylaştıkları bir şey daha var ki tüm hikayeyi de o şeyin ne olduğunu görünce daha iyi idrak ediyoruz zaten. (Spoiler vermeme çabamız ayakta alkışlanmalı…)
Bizi bu idrak anıyla baş başa bırakan birinci sezon adeta kulaktan kulağa yayılarak Phoebe Waller-Bridge’in dehasını tüm dünyaya kanıtlamaya başlamıştı ki kendisi bir de Killing Eve ile karşımıza çıkarak son büyük vuruşu da yapmış oldu. Burada uzun uzun anlattığımız, Luke Jennings’in Codename Villanelle adlı kitaplarından uyarlanan Killing Eve’in yaratıcılığını üstlenen Phoebe Waller-Bridge, bu sefer kamera karşısına geçmese de zekice kurgulanmış diyalogları ve arıza anlatımıyla varlığını derhal hissettiriyordu.
Kendisinin bu yoğun programı, Fleabag’in ikinci sezon tarihini de erteledikçe erteliyor gibiydi. Bu sırada Fleabag de seyircinin özlemi eşliğinde hızla kült mertebesine doğru yükseliyordu. Ve geçtiğimiz mart ayında ful fors başlayan ikinci sezon, Fleabag’in tüm mertebeleri hak ettiğini bir kez daha kanıtladı fanatiklerine.
Artık dizideki karakterleri, en ufak detayına kadar tüm arızalıklarıyla tanıdığımız için ayrı bir keyfi var ikinci sezonun. Takdim ve giriş kısmı bitmiş, şimdi olayların nasıl ilerleyeceğini izlemeye başlamıştık. Bu sefer bir rahibe vurulan Fleabag’in neden imkansızı seçtiğini artık biliyor ve anlıyorduk. Ya da babanın teslim olmuşluğu karşısında isyan değil, kalp kıran bir empati duyuyorduk. Ablasının kocası Martin’i ıslak odunla dövmek istiyorduk ama onu bile kabul edebiliyorduk sanki hikayenin içerisinde… Yani çok değil, biraz. O da Brett Gelman karakteri çok çok iyi canlandırdığı için olabilir belki de.
Diyaloglar ise… Her bir diyalog için ayrı bir yazı hazırlamayı düşünüyoruz, öyle diyelim. (Tabii ki hayatta kalkışamayacağımız bir iş. O kadar çok sağlam laf var ki dizide!)
Birinci sezonda yaşananların tam bir sene sonrasına giden bu ikinci seri, hikayeyi tamamlamıyor; Fleabag’in hayatından başka bir kesit sunuyor ve başka bir hikayenin kapısını açıyor ama Phoebe Waller-Bridge, Fleabag’in hikayesinin burada bittiğini düşünmüş. O yüzden de bu sezonla birlikte final yapmaya karar vermiş. Başta da dediğim gibi, daha fazlasını izlemek için yanıp tutuşsak da kararı karşısında şapka çıkarmak lazım. Hem tekrara düşebilecek bir hikayeyi tam dozunda bırakabildiği için hem de bunu hiç aşırıya kaçmadan (televizyonda alışık olduğumuzun aksine) en doğal haliyle başarabildiği için.
Fleabag’i henüz izlemediyseniz şanslısınız: Karşınızda üst üste izlerken soluklanma ihtiyacı bile duymayacağınız, harika oyunculukların olduğu, aşırı derecede kafası bozuk ve eğlenceli bir dizi var çünkü.