Nedir bu beyazperdedeki biyografi çılgınlığı?

Bir zamanlar, çok uzak ülkelerin birinde aynı işi yapan ve tek amaçları Altın Tanrıların verdiği altından heykelcikleri kaldırmak olan bir grup insan yaşarmış.

Bizim bu insancıklarımız ilk başlarda bu heykeller için yarışsalar da birbirlerinden beslenir, beraber çalışır ve yaratıcı şeyler ortaya koyarlarmış. Fakat gel zaman git zaman, yaratıcılık pınarı tükenmiş. Onlar da ne yapsınlar, altın heykelcikler uğruna tüm değerlerini bir kenara bırakıp sadece Altın Tanrıların beğeneceği eserler vermeye başlamışlar. Öyle ki Altın Tanrıların bu yılki heykelcikleri için uygun gördükleri isimleri seçerken bakmışlar ki sadece aynı formatta eserler ortada duruyor. Peki bu tanrılar ne yapacaklar? Merak konusu. Biz de ne yapalım bu hayali (olmayan) köye dadandık…

Yıllardan 2011… Bir şubat akşamı yine tüm Hollywood süslenip püslenip, gelmiş oturmuş salona. Oscar Ödüllerinin 83’üncüsü düzenleniyor. Sunucular da gece kadar güzel: Anne Hathaway ve James Franco. Herkes iyi filmlerin aday olduğu konusunda hemfikir. Fakat ne akademi ne de sinema dünyası yeni bir dönemin başladığından habersiz. Sırasıyla ödüler açıklanıyor, kazananlar çıkıp alıyor; her zamanki akış… Sıra En İyi Aktör ödülüne geliyor ve Colin Firth sahneye çağırılıyor. The King’s Speech’teki İngiltere kralı VI. George rolüyle bizim güler suratlı İngilizimiz heyecanla koşarak ödülünü alıyor. Herkes de zaten bunu bekliyor.

Bu adaylıktan sonra sıra En İyi Film’e geliyor ve dananın kuyruğu da burada kopuyor. En İyi Film ödülünü de The King’s Speech alıyor. Herkes şok! Tamam film güzel, oyunculuklar güzel ama bu adaylıklar “biyografi ödül kazanır” fikir akımını bilmeden de olsa başlatıyor.

Bu altın madenini keşfedenlerin başında da Phyllida Llyod geliyor. Bu hanım ablamız Mamma Mia’nın yönetmenliğini yaparken tanıştığı ve çok uzun süredir her yıl aday olarak üçüncü Oscar heykelciğini kovalayan Meryl Streep’i de yanına katıp The Iron Lady’yi çekiyor ve Şubat’taki ödül törenine yetiştiriyor. Eh kabul edelim, güzel de film oluyor. Akademi de bunun hakkını vererek Streep’e üç numaralı Oscar’ını takdim ediyor. Böylece biyografilerin başarısı kesin olarak altın harflerle yazılıyor. Tabii bunun üstüne tüm sinema dünyası da artık bu kapıdan girmeye çalışıyor. Peki hepsi girebiliyor mu?

2012 Meryl Streep fethinden sonra, birbiri ardına biyografiler gelmeye başlıyor. 2013’te Daniel Day-Lewis Lincoln filmiyle (kimi oynadığını söylememe gerek yok herhalde), 2014’te Eddie Redmayne de The Theory of Everything filmindeki Stephen Hawking rolüyle Oscar heykelciklerini kaldırıyorlar. Bu arada başka adaylıklar ve ödüller de gırla…

Öyle böyle filmlerle 90’ıncı Akademi Ödülleri 2017’de kapımızı çalıyor. Biz de biraz buyur gel yaptık da, ilk defa bu kadar çok biyografi, adaylık sahibi oldu tabii. Meryl Streep’li Tom Hanks’li The Post mu dersiniz, Margot Robbie’li Allison Janney’li “I, Tonya”  mı dersiniz, Biyografi sever Gary Oldman’lı Darkest Hour mu dersiniz… Resmen ana baba günü değil; başbakan, olimpiyat sporcusu, ünlü gazeteci günü yaşandı. Akademi de kendinden bekleneni yaptı, hiçbirini eli boş göndermedi.

Benzer bir tablo da geçtiğimiz ödül töreninde yaşandı. Yine her türden kraliçeler, Nobel ödüllü bilim adamları (ve karıları), pop yıldızları, başkan yardımcıları el ele tutuşarak bayram gezmesi gibi geldiler… Üstüne üstlük 2018’de aday olan biyografiler (ve dönem filmleri de) seyirciler arasında fazlasıyla popüler oldu. Diğer yıllarda buna pek rastlanmamıştı. Bu da daha adaylığın açıklanmasından itibaren deliler gibi bir sevgi akınına uğramalarına sebep oldu. Üstüne üstlük bir de bunlar ödül alınca tüm sinema dünyası da kendini akıma kaptırdı. Hakkını vermek lazım, Olivia Coldman, oyunculuğu ve mütevazılığıyla gerçekten aldığı heykelciği hak ederken, töreni canlı yayınla (yani sabah 4’te uyanma psikolojisiyle) izlemiş biri olarak “Lütfen 1988 Cher vakası tekrar yaşanmasın” diye kendi kendime yalvarıyordum, artık laf kime siz anlayın…

Gel gelelim bu güne…

Akademi törenlerinin Şubat’ta gerçekleştiğini ve adaylıkların sonbahardan itibaren konuşulup Aralık sonu – Ocak başı gibi açıklandığını biliyoruz. Bu duruma göre de eğer bir film Oscar kaldırmak istiyorsa, o filmin en geç Aralık’ın sonuna kadar vizyona girmesi gerekiyor. Her yıl bu böyle. Zaten Akademi’ye güvenebildiğimiz tek konu da galiba yıllık takvimi. Üniversitelerin öğrenci işleri departmanından hiç farkı yok resmen…

Bu yılki biyografilerimize bakacak olursak… Ödül peşinde gündeme düşen ilk filmimiz Rocketman oldu. Haziranda vizyona giren film resmen “Bohemian Rapsody ödül aldıysa ben neden almayayım” der gibiydi.

Bunu takiben Temmuz’da fantastik dünyaların babası J.R.R. Tolkien’in öğrencilik yıllarını, aşkını meşkini, yüzüğünü kolyesini anlatan Tolkien geldi. Eh biraz şey… Neyse şimdi bir gurubun kutsalına laf etmeyelim.

Bununla kalır mı? Tabii ki no! Virginia Woolf ve Vita Sackville-West’in gizli aşkını anlatan Vita and Virginia İrlanda’da alıcıya çıktı bile. Sıra Amerika’da…

Peki ya vizyona girmeyenler?

9 Ağustos’ta vizyona girecek, yalan suçlama ile sorgulanan Amerikan futbolu oyuncusu Brian Banks’in kendi ismi ile aynı adı taşıyan biyografisi…

Judy Garland’ın kariyerinin ikinci baharını anlatan Judy. 4 Eylül’de sinemalarda.

20 Eylül’de izleyeceğimiz; Thomas Edison, George Westinghouse ve Nikola Tesla’nın bağlarını anlatan The Current War filmi.

Ve 22 Kasım’da vizyona girecek, Tom Hanks’in canlandırdığı, televizyon tarihinin ikon isimlerinden Fred Rogers’ın yazar Tom Junod tarafından hayatının yazılma hikayesini anlatan A Beautiful Day in the Neighborhood. (Ödülü kazanmak için biyografinin biyografisini yapmışlar resmen, yazarken kafamız karıştı.)

Bu arada dedikodu olarak kalan veya bu seneye yetişmeyen (en azından şu an için öyle görünen) filmler de var. Elvis Presley’ler mi dersiniz, Ronald Reagan’lar mı dersiniz… Resmen ödül garantisi için ismi geçmeyen ünlü yok. Artık kendi hayatlarımız değil başkalarının hayatları sürekli gözlerimizin önünden akıp gidiyor.

Başta da dediğimiz gibi birçok biyografi filmi ödül kapısından geçmeye çalışacak, ama bakalım kaçı geçecek. Onu da görmek için Şubat’ı beklemekten başka çaremiz yok…