“Konuş Maestra” dedik ve orkestra şefi Nisan Ak ile müziğin tüm türlerine dadandık

Şefin çubuğu zarif edalarla havaya yükseliyor, bel hizasına doğru pürüzsüz bir iniş yapıyor ve yer yer müziğin rüzgarı onu sağa veya sola uçuruyor. Çubuğu her oynatışı ile karşısında duran müzisyenlerin odağı onda yoğunlaşıyor, az sonra kendi deyimiyle meditatif bir yolculuğa çıkacak. İşte karşınızda birazdan belki San Francisco’da, belki Charleston’da, belki de İstanbul’da dinleyeceğiniz senfoninin maestrası, Nisan Ak.

Kutsal Motor ile gerçekleştirdiği, 10 bölümlük “Konuş Maestra” serisi ile izleyiciyle buluşan genç orkestra şefi Nisan Ak, klasik müziğe dair kalıplaşmış düşünceleri mizahi ve cana yakın yaklaşımıyla kırmayı kafasına koymuş biri. Orkestra şefliği yanında aynı zamanda eğitmenlik yapan Nisan, yönettiği senfonileri 90’lar pop, arabesk veya rap müzikten ayırmıyor, “müzik, müziktir” mottosu ile işine yaklaşıyor: “Neden klasik ve klasik olmayan diye ayırıyoruz ki müziği? Klasik nerede başlayıp nerede bitiyor?” 

Vivaldi ile Sezen Aksu parçalarının kol kola dans ettiği bu seride Nisan ile müzik dünyasında intihaller, ünlü müzisyenlerin aşkları, John Williams’tan Max Ritcher’a ünlü film müziği bestecileri ve müzik analizlerine dair bir sohbete oturuyoruz. Biz de serinin yayınlanması şerefine Nisan’a “Konuş Maestra!” diyoruz ve beraber orkestra şefliği, Amerika’da yaşam ve Lydia Tár’a dadanıyoruz.

Merhaba Nisan, nasılsın? Kutsal Motor ile “Konuş Maestra” adında bir seriye başladın, aynı zamanda bir süredir kendi YouTube kanalından da klasik müziği erişilebilir kılmaya dair videolar yayınlıyorsun. Kutsal Motor ekibi ile bu seriye nasıl başladınız?

Vallahi bu projeye başlamadan önce biz birbirimizi hiç tanımıyorduk. Film ve müzik pek de ayrı dünyalar gibi gözükmese de biz birbirimize denk gelmemişiz. Aslında bu konuda suçlu benim bence çünkü ben filmden pek anlamıyorum. Benim için de iyi oldu, kendimi birden bire bilmediğim bir dünyada buldum. Konfor alanının dışına çıkmak insanı geliştiriyor. Üstelik çok analitik bir dünya, severim öyle şeyleri.

Hikayenin en başına değinerek sorularıma başlamak istiyorum: Müzik ile arkadaşlığının hikayesi nedir?

Ben iki yaşındayken masalara çıkıp, şarkıcı olacağım diye saç tarağımı mikrofon gibi kullanır, konserler verirmişim. İçimde varmış bir şeyler ama aileler bu konuda çok bilinçli olmadıkça o yetenekler çocuk yaşta keşfedilmiyor tabii. Yaklaşık ortaokul zamanlarında iyice müziğe ilgi duymaya başladım; enstrüman çalmaya, okul korosuna gitmeye başladım. Sonra da zaten güzel sanatlar lisesini kazanınca yolumu hafiften çizmiş oldum.

Orkestra şefliği, bahsettiğine göre müzik eğitiminin başlarındayken hedeflediğin bir şey değildi. Bestecilikten orkestra şefliğine uzanan bir maceran var. Şu ana kadar maestra olarak biriktirdiğin tecrübelerin, bu unvanı ilk taşımaya başladığında oluşan beklentilerinden bir fark gösterdi mi?

İnsan meslek seçerken mesleğin artılarını ve eksilerini bilmiyor ki. Ben orkestra şefliğini yaklaşık 21 yaşında seçtim. O zaman bile yeterince bilinçli olunmuyor, bir de beni 12 yaşında gitar kursunda hayaller kurarken gözünüzün önüne getirin 🙂 Tabii ki 32 yaşındaki Nisan daha bilinçli, kim bilir 42’de neler olacak.

Ben bu mesleğe şöyle aşık olduğumu hatırlıyorum: çocukluğumdan beri müzik dışında en sevdiğim şeylerden biri bir şeylerin organizasyonunu üstlenmek. Ne bileyim, sınıf partisi olurdu ben organize ederdim. Bir doğum günü için beraber bir şey alınır, onun takibini ben yapardım. Seviyorum öyle işleri, ADHD’li biri için ideal meslek. Orkestra şefliği de bana öyle gelmişti, takip edilecek o kadar çok kalem var ki… Ve bu takipler düzgün yapıldığında en sonunda ürün olarak bir konser çıkarıyoruz, şahane! Tam benlik dedim. Şimdi arada bu hissi unutabiliyorum; sorumluluklar, bürokrasi, can sıkıntıları derken insan ister istemez değişiyor. Ama o 21 yaşındaki heyecanlı Nisan’a geri dönmeyi başarınca hepsini unutuyorum.

Birçoğumuz için orkestra şefliği, filmlerden gördüğümüz o inanılmaz görkemli, yüksek ve tüyleri diken diken eden sesli sahnelerden türeyen bir kavram. Biraz da o kadar görkemli olmayan, sahne arkası kısımlarını duyabilir miyiz?

Görkemli zaman: Haftada 1.5 saat

Görkemsiz zaman: Haftada 40-50 saat

Sahne arkasında bol bol yalnız zamanınız var, bol bol çalışma var. Bunlar romantize edilebiliyor fakat romantize edilemeyen taraflar genellikle kontratın gidip gelmesi, orkestranın vergi formunun doldurulması, konser iptalleri gibi şeyler. Normal iş yani, tabii bazen büyüsü biraz bozuluyor.

Tezini Mahler üzerine yazdığını okumuştum. Tam da filmlerden bahsetmişken, Mahler’ı oldukça güçlü bir şekilde kullanan TÁR hakkında ne düşündün? 🙂

Evet, Mahler Bey bir ara aklımdan çıkmıyordu. Onun Das Lied von der Erde senfonisinin performans tarihi hakkında bir analiz yaptım. Mahler, Das Lied’i hiç duyamadan öldü. Notasının yayınlanmış edisyonu da tam bitmiş hali değil, dolayısıyla şu anda duyduğumuz tüm Das Lied versiyonları biraz Bruno Walter biraz da Bernstein’in hayal gücüne ait. TÁR’ı beğendim ben açıkçası. Birçok insan güç sahibi ve bu gücünü kötüye kullanan kadın orkestra şefi karakterini sevmedi, fakat neden olmasın? Ben ekranda derin ve anlaşılması çetrefilli kadınları görmeyi seviyorum. Sonu biraz açık uçluydu ama o da bu işin hikaye kısmı.

Doktora eğitimini 2020’de tamamladın ve eğitim ile olan ilişkini, klasik müzik ve kadın liderlerin görünürlüğünü artırmak için çalışarak devam ettiriyorsun. Orkestra şefi olmakla beraber aynı zamanda eğitmen/öğretmensin de. Şeflik ile hocalık arasında nasıl paralellikler yakalıyorsun?

Bence şeflik = hocalık. Hatta hocalık yapmaya başladığım vakit şefliğim de gelişti. Daha önce hiç sınıf yönetimi üzerine çalışmamıştım, şimdi neredeyse önümdeki orkestrayı da dersteki öğrencilerimmiş gibi düşünüyorum. Hatta bir adım daha artırayım, arkamdaki seyirci için de benzer düşüncelerim var. Keşke konserler aynı dersler gibi, benim eş zamanlı uzatıp kısaltabileceğim şeyler olsa. O zaman seyircinin ilgisine, odak seviyesine göre müzikleri orada değiştirir, daha eğlenceli hale getirirdim.

Klasik müziğe dair mevcut olan en büyük önyargı nedir sence?

En büyük önyargı tabii ki klasik müziğin elit bir sınıfa ait olduğu düşüncesi. Ben bu düşünceyi “müzik müziktir” söylemini benimseyerek kırmayı seviyorum. Müzik soyuttur, hiçbir yere ait olamaz. İşin içine konserler, orkestralar, saraylar yani müziğin performansı girince ister istemez etrafında lokasyonlar, gruplar, demografiler kalıplaşıyor. Ama bunların sorumlusu müzik değil, bu ikisini ayrı tutmak lazım. Bugünün teknolojisiyle tarihte ilk defa her türlü müziğe erişebiliyoruz, bunu kullanmak gerek.

Klasik müziğin popüler kültür içerisinde konumlanması ne şekilde mümkün peki? Popüler kültürün çok hızlı ilerleyen dinamikleri var ve bir taraftan da ‘‘yüksek sanat’’ dediğimiz alanlar popüler kültürün bu dinamiklerinden pek hoşlanmıyor. Tüm bunlar nasıl bir araya gelip de birbirini sevebilir?

Ne güzel bir yerden yakaladın. Bu aralar çok düşündüğüm bir konu var: Neden klasik ve klasik olmayan diye ayırıyoruz ki müziği? Klasik nerede başlayıp nerede bitiyor? İçinde bateri, elektro gitar tınıları olan bir parça klasik müzik olamaz mı? (Bu retorik bir sorudur, herkes Missy Mazzoli’nin Vespers for a New Dark Age albümünü dinlesin). O yüzden ben yeni bir şey deniyorum: müzik. Ben klasik müzik de anlatacağım, pop da, arabesk de, rap de. Çünkü müzik müziktir ve ben sadece klasik müzik anlattığım zaman aslında farkında olmadan o ayrım çizgisini kendim de çekmiş oluyorum. Artık çekmeyeceğim.

“Konuş Maestra” serisinde müzik analizleri yaptığın bölümler mevcut. Bu analizler 90’lar pop şarkılarına kadar uzanıyor, işi seyirci için daha eğlenceli bir hale getiriyor. Peki senin için bu işi en eğlenceli kılan etken nedir?

“Eğlendirirken düşündüren” demiş ya ünlü düşünür Cem Yılmaz 🙂 Aynen öyle. 2024 yılında artık didaktik bir şekilde kameraya konuşup, bir konu anlatıp insanların ilgilerini, odaklarını yüksek tutmalarını bekleyemeyiz, ki bence ben bunu 90’larda da yapamazdım. Zira benim TRT sunucusu mecalim yok. Ben eğlenmeyi seviyorsam, anlatımım da eğlendirici olmalı ama tabii o eğlencenin arkasında kendi gizli gündemlerim var. Mesela “bir konçerto yorumunun o kadar da iyi olmadığını nasıl anlarız?” gibi.

Birçok farklı orkestra ile çalıştın, misafir şeflik yaptın. Yeni orkestralarda, salonlarda kendini rahat hissetmek, provaları dilediğin gibi yönetebilmek için uyguladığın rutinler, püf noktalar var mı?

Ben yoga ve meditasyonu çok seviyorum, bütün öğrencilerime de defalarca söylemişimdir. Müzisyenler zaten ister istemez konser sırasında meditatif bir halde oluyorlar, sadece adı öyle konulmuyor. Haliyle gün içerisinde de ufak ufak bu çalışmaları yapmak aslında bir nevi konsere hazırlık oluyor. Seyirciler de buna pek uzak değil. 1.5-2 saat boyunca salonda sessizce oturup müzik dinleyebilmek günümüz dünyasında sıkı bir meditasyon değil de ne? Benim için anda kalabilmek, anı yönetebilmenin en güç veren tarafı.

Şu an Amerika’da yaşıyorsun fakat aslında 23 yaşına kadar Türkiye’de bulundun ve eğitimini burada tamamladın. Farklı kıtalardan, kültürlerden beslenmiş ve eğitilmiş olmak senin kişisel şeflik stiline yansıyor mu? O “küresellik” etkeni, köklü ve geleneksel klasik müzik sahnesi ile nasıl bir etkileşime giriyor?

Bu kısmı biraz ilginç. Amerika’da yaşamış bir ‘Türk’ stereotipi yok. Yani genellikle bizi büyük bir Ortadoğu çatısı altında değerlendiriyorlar. Oysaki Türkiye’nin doğusuyla batısı, kuzeyiyle güneyi bir değil ki. E hal böyle olunca beni, beyaz tenli, mavi gözlü, klasik müzisyen bir kadını, Avrupalı olarak düşünüyorlar. Ama ben de Avrupalı gibi hissetmiyorum hiç. Ne Hristiyanım, ne de bir Avrupa pasaportum var. Hatta ben hâlâ çalışma vizesiyle Amerika’dayım. Yani bence o “küresellik” denen şey bana biraz aidiyetsizlik olarak geçti. Kendimi pek ait hissedemiyorum, biraz da vazgeçtim zaten.

Şeflik yapmaktan en keyif aldığın, ileride hep anlatacağını düşündüğün özel bir konser var mı?

Klasik müziğin en güzel tarafı sürekli yeni repertuarlara çalışma imkanınız olması. Mesela bu hafta önümde Mozart var, haftaya Beethoven, sonra da Dvorak olacak. Hep değişiyor. Bu başta yorucu gibi gözükse de aslında yenilik adına oldukça besleyici bir durum. Örneğin Hamilton’dakiler gibi müzikal müzisyenlerine bakın. Müziği bir defa öğreniyorlar, daha sonra yıllarca aynı müziği bazen günde iki-üç kere seslendirerek turluyorlar. İnsan depresyona girer bir süre sonra, öyle de oluyor zaten.

Bahsettiğimiz, önyargıları kırmaya ve klasik müziği daha erişilebilir kılmaya yönelik çalışmalarına dair en büyük hayalin, hedefin nedir?

Bu ekonomide ne hayali 🙂 Ben önümü en fazla bir-iki seneliğine görebiliyorum bu aralar ama şimdilik orta ve büyük hayallerimi paylaşayım. Orta ölçekteki hayalim bir müzik analizi dersi tasarlayıp onunla Türkiye’yi gezmek, insanlara müzik nasıl dinlenir anlatmak. Youtube veya televizyonda olduğu gibi aramızda kilometrelerce yol olmasın da aynı odada olalım, beraber soru sorup yanıtlayalım istiyorum. Büyük ölçekli olarak da bunu bir orkestrayla yapmak istiyorum. Aynı Bernstein’ın yaptığı gibi önce müziği anlatıp, sonra anlattığım müziği orkestrayla icra etmek müthiş olmaz miydi?

 

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et