Popüler kültürün her daim orta yerinde: Stephen King

Stephen King olmasaydı, 20. ve 21. yüzyıl kurgu alemi bomboş kalacaktı muhtemelen.

Böyle epik bir giriş yapmamızın sebebi var tabii ki.

Merak etmeyin, Stephen King kimdir temalı bir yazıya girişmeyeceğiz. Sadece sayılarla konuşacağız. Tamamen istatistikler üzerinden… (Hmm, ‘istatistik’ çok iddialı oldu.)

Stephen King, 1947 doğumlu. Yani 72 yaşında.

Portland, Maine’de dünyaya geliyor. Ki zaten hikayelerinin, romanlarının çoğu da Maine’de geçer. (Okuduğum ilk Stephen King hikayesi ‘Ceset’ -Stand by Me olarak filme uyarlanmıştı, orijinal adı ‘The Body’ olsa da- ile öğrenmiştim Maine neresidir diye. King, çocukluğundaki gerçek bir olaydan esinlenerek yazmıştı ‘Ceset’i.)

Okul yıllarında ‘eğlencesine’ birşeyler karalamaya başlıyor ama ‘resmi olarak’ ilk öyküsü 1967 yılında yayınlanıyor. İlk romanı Carrie ise 1974’te yayınlanıyor. Ama biz 1967 yılını esas alarak dört işleme başlayalım. Tam 52 senedir yazdıklarıyla karşımıza çıkıyor Stephen King.

Toplamda 83 tane romanı var. (Tabii bunlar sadece yayınlanmış olanlar, yayınlanmamışı da vardır.)

200’den fazla da kısa hikayesi olduğunu biliniyor. (Farkındaysanız, ‘biliniyor’ diyerek yuvarladık, zira kim bilir daha kaç tane vardır, orada burada gizlenmiş.)

Bir de unutmadan, mahlasla yazdığı yedi romanı daha var. Bir dönem Richard Bachman adını kullanarak yayınlatıyordur romanlarını.

Rakamlarla konuşunca insan ağırlığını tam olarak anlayamıyor olabilir o yüzden bir kez daha hatırlatalım: 90 roman! 200’den fazla hikaye!

Ve şöyle düşünün, kitapları, ta Carrie’den beri sinemaya, televizyona uyarlanıyor sürekli. Aralarında kitapların kendisi gibi kült olmayı başarmış yapımlar da var, geçen sene vizyona giren ve serinin hayranlarına bir tür hakaret derecesinde kötü olan Dark Tower gibi hayalkırıklıkları da. Ama özetle: Her sene en az bir tane Stephen King uyarlaması önümüze düşüveriyor. (Favorilerimize şurada sevgiyle dadanmıştık.)

Yakınlarda mesela The Shining’in devamı olan Doctor Sleep gelecek. O çılgın ötesi otelden sağ kurtulan Danny, tabii feci şekilde kafayı yiyor hayatının sonraki döneminde. Ve talihsiz bir şekilde yeniden o otele geri dönmek zorunda kalıyor. Yetişkin Danny’yi de Ewan McGregor canlandırıyor.

Önümüze düşen yeni bir habere göre, Stephen King bu yeni filme bayılmış. The Shining ve Shawshank Redemption gibi filmleri sevenlerin özellikle bayılacağı bir film olduğunu söylemiş. Reisin sözüne inanıyoruz. Zaten Ewan McGregor var başrolde, daha ne olsun.

Artık, Stephen King uyarlamalarının da uyarlamalarının çekildiği bir dönemdeyiz. Carrie, IT, Hayvan Mezarlığı gibi filmleri yakın zamanda tekrar çekildi, malumunuz. Genel olarak uyarlamalar çağının tam zirvesinde olduğumuz şu günlerde, bu alanın en sevilen ismi Stephen King tabii ki hak ettiği yeri buluyor. Yazının başında ”Stephen King olmasaydı, 20. ve 21. yüzyıl kurgu alemi bomboş kalacaktı” dememiz de o yüzden; çok satan romanları ve bunların uyarlamalarıyla hayal alemimiz kendisine çok şey borçlu.

Stephen King’in bu kadar çok okunmasının pek çok sebebi var elbette. Detaylı hikaye anlatımıyla insanın aklını başından almayı çok iyi başarıyor. Hem romanlar bence filmlerden daha korkutucu, zira insanın kendi hayal ettikleri çok daha karanlık olabiliyor. Eyvah… Ama korku ve gerilimi bünyeye yaymaktaki başarısı bir yana, insan denen varlığı çok iyi tanımasıyla da bence apayrı bir yere oturtulması gerekiyor Stephen King’in. Korkular, gerilimler bir yana, zaaflarıyla, utanç ve ezilmişlikleriyle de yakalıyor insanı ve yarattığı karakterler üzerinden hiç bilmediğimiz dünyaları anlatırken bir taraftan da beklenmedik ortaklıklar kurmamızı sağlıyor. Ki bu da bence ne kadar büyük bir hikaye anlatıcısı olduğunun bir kanıtı.

Aslında hikaye anlatıcılığının en iyi fark edildiği yer ‘büyük büyük’ olayların olmadığı eserleri. Yanlış anlaşılmasın, o ‘büyük büyük’ olayların olduğu eserlerinde de aynı incelikli anlatımı görmek mümkün ama olayların akışına kapılmışken anlatımı göz ardı edebiliyorsunuz. Sıradan hayata daha yakın olayların anlatıldığı eserlerinde ise (ki yine ‘Ceset’ diyeceğim, insanı tam kalbinden vuruyor) karakterleri somut bir şekilde karşınızda görüyor, kalplerinden geçeni bizzat siz de hissediyor, yaşıyor, yaşatılıyorsunuz.

Bu noktada fangirl’lük yapmayı bırakacağım ve sizi yazarlık serüvenini, yazma rutinlerini anlattığı On Writing adlı kitabı ile çok sağlam bir şekilde döktürdüğü Twitter hesabına yönlendireceğim.

Yazar olmak isteyenlere tavsiyeler de verdiği On Writing adlı kitabını aslında 1997 yılında yazmaya başlıyor Stephen King ama 1999 yılında geçirdiği o korkunç kazanın ardından bir süre yazmayı bırakmak zorunda kalıyor. Neyse ki sonra fulfors geri dönüyor.

King at gate

Bu arada, ‘Aman dehamı kendime saklayayım, kimselerle paylaşmayayım’ diyen bir adam değil Stephen King. On Writing’de yazarlığa dair tüm ustalığını paylaşan bu koca yürekli adam, Bangor’daki o meşhur malikanesini (tabii ki Maine’de) devasa bir arşive ve inzivaya çekilerek üretimlerine devam etmek isteyen yazarların ağırlanacağı bir konuk evine dönüştürecek. Yalnız halka açık bir yer değil burası. Büyük izdiham olurdu elbet. Başvurularla akademisyenleri, yazarları, araştırmacıları kabul edecek bir düzene sahip.

Buradan yeni Stephen King’ler yetişir mi demek elbette ki çok abartılı olur ama evin de bir hikmeti vardır belki. Baksanıza, en günlük güneşlik haliyle bile korkutucu… Belki diğer yazarlara da birşeyler bulaştırır.

KING