
Roxette’in yanık sesli vokalisti Marie Fredriksson’ın ardından, tüm efkarımızla
Kalbe dokunan şarkıların yanık sesli solisti Marie Fredriksson, 61 yaşında hayatını kaybetti. Yakın dönem pop tarihinin getirdiklerine bakıp kötü bir tat aldıkça Roxette gibi güçlü seslere sahip grupların değeri daha iyi anlaşılıyor sanki. Efkarımız bundandır…
80’lerden 90’lara doğru geçerken yıldızı parlayan ve peş peşe çıkardıkları hit’leriyle pop müziğin zirvesine çıkan güzide gruplardan biri Roxette. İlk andan zihne kazınan şarkı sözleri, çağıl çağıl akan enstrümanlar eşliğinde daha da çarpıcı oluyordu. Aşka dair yazılmış şarkıları hep çok tutkuluydu; şöyle sert bir şekilde damardan esir alıyordu bünyeyi. Ama belki de Marie Frederiksson’ın o yanık sesi olmasa belki de etkisi bu kadar da güçlü olmayacaktı Roxette’in, kim bilir. O tutkulu halleri, biraz da onun yorumuna borçlu tüm bu şarkılar.
Kategorize etmek gibi olmasın ama 80’lerin sonunu görerek 90’lara doğru ilerleyen tayfadansanız (evet, yani ”biraz” yaşlıysanız) hafızanızda en az birkaç Roxette şarkısı yer etmiş olmalı. Bende en çok yer eden şu, hatta her gün 25 kere nakaratını söylüyor olabilirim o derece. (Nakaratında ne diyor çok sonra öğrendim. Ne bileyim, ilk dinlediğim zamanlarda altı yaşında falandım herhalde, ne anlarım İngilizce sözlerden. Hatta tam olarak nakaratında ne diyor, pek emin değilim…)
Bu şarkı çıktığı dönemde çok popüler olmuştu. Ergen ablam deli gibi döndürürdü evde, arabada. Evet, şarkı çok yakıcı ama popülerliğinin arkasında Pretty Woman etkisi var; şarkı filmin soundtrack’inde de yer alıyordu.
Grup dediğimize bakmayın, aslında bir duo Roxette. Yani Marie Fredriksson ve Per Gessle ikili takılıyordu müzik kariyerlerinde. Bir araya gelmeden önce farklı projelerde yer almış olsalar da esas patlama için bir araya gelip güçlerini birleştirmeleri gerekiyordu.
Marie Fredriksson’ın müzikal geçmişi aslından punk’a kadar uzanıyor. O dönemlerdeki sevgilisi Stefan Dernbrandt ile bir punk grubu kuruyor. Hatta Per Gessle ile de yolları Strul adlı bu grup bünyesinde kesişiyor. Strul sonraları İsveç’te çok büyüyor, popüler oluyor ama Stefan Dernbrandt ile ilişkileri bitince Marie de yeni bir projenin yolunu tutuyor. Strul’un gitaristi Martin Sternhufvud’un vokallerde olduğu MaMas Children adlı bu projede Marie de klavyeye geçiyor. (MaMas, Martin ve Marie’nin isimlerinin bir tür kısaltması.) Burada da işler yolunda gider gibi oluyor. Plak şirketleriyle anlaşmalar, yeni kayıtlar…
Bir noktada Per Gessle niyeti bozuyor ve diyor ki kendi kendine; klavyenin arkasında bu kızın potansiyeli harcanıyor, daha ön plana çıkarmalı onu… Böylece prodüktörlerle tanışması için Marie’nin önünü açıyor ve genç şarkıcının ilk solo albümü için EMI ile bir anlaşma geliyor hemen sonrasında. 1993 yılında da Marie’nin solo albümü geliyor: Ännu doftar kärlek. İsveççe. Sound olarak da gelecek yılların habercisi gibi olsa da daha yumuşak.
Marie’nin solo albüm çalışmaları sırasında Per de hız kesmiyor; onun solo albümleri de on binler satıyor. Bu iki hızlı popçunun yükselen kariyerleri EMI yöneticileri tarafından değerlendirmeye alınıyor ve şöyle bir teklif götürüyorlar Per’e: İsveççe yazdığın şarkılardan birini İngilizceye çevir ve Marie ile bir düet yap.
Ve olaylar gelişir…
Parçayı ikili Roxette adı altında yayınlıyor ve listeleri kırıp geçiriyorlar. Bu arada kendi solo çalışmalarına devam ediyorlar, albüm yayınlamaya devam ediyorlar ama 1986 yılındaki bu çıkışın ardından ikili olarak olarak ilk albümleri Pearls of Passion da gecikmeden geliveriyor.
1988 yılında da ikinci albümleri Look Sharp!’ı yayınlıyorlar. O meşhur hit’leri Look da bu albümde tahmin edileceği üzere.
Bilinirlikleri İsveç sınırlarını aşınca, ABD ile bir anlaşma da geliveriyor. Grubun hayatlarımızda bu kadar yer etmesi de bu ”açılma”nın ardından ürettikleri sayesinde gerçekleşiyor.
Bu klibi çok iyi hatırlıyorum ya, delireceğim! 31 sene geçmiş olmasına isyanım var.
1986’dan 2001’e kadar birlikte üretmeye devam ediyor Roxette. Soft rock tınılarıyla tutturdukları bu formül, sınırları genişleyen pop müziğin dinamiklerine bir noktada yenik düşünce onlar da geride kalıyorlar ama asıl özel hayatlarında verdikleri kararlar (Marie evleniyor, biraz elini eteğini çekiyor) onları üretkenlik konusunda yavaşlatıyor. 2002 yılında da geçirdiği bir kazanın ardından yapılan tetikler sırasında Marie’de beyin tümörü olduğunu buluyor doktorlar. O zamandan bu yana da 17 sene boyunca devam eden tedaviler…
2004 yılında solo albümü için tekrar stüdyoya giriyor ama Marie. Bir tür terapi niyetine, yoğun bir tedavi sürecinin ardından. Solo olarak üretmeye devam ediyor. Hatta 2008-2009 gibi Roxette’i yeniden canlandırıp bir turneye çıkıyorlar.
2016 yılında Good Karma adlı son albümlerini yayınlıyorlar, hatta planlarda 30’uncu yıllarının şerefine çıkacakları bir Avrupa turnesi de var ama maalesef Marie’nin sağlık durumu buna izin vermiyor ve bir açıklama yayınlıyor: ”Artık turne günlerimin bittiğine inanıyorum; tüm bu uzun ve zorlu yolculuğumuz sırasında yanımızda olan tüm hayranlarımıza teşekkürlerimi sunmak istiyorum.”
Bugün Marie Fredriksson’ın ölüm haberi gelince tüm şarkılar aynı anda zihnimde çalmaya başladı. Bir müzisyenin ölüm haberini alınca hep böyle oluyor zaten. Hele bir de bir döneme sizinle birlikte eşlik etmiş şarkılara sahipse, bu müzisyenin peşinde tarihe doğru bir şeyler gömülüp gidiyor sanki.
Arabesk hislere kapılmak, bir kayıp sonrası çok doğal bir süreç ama Roxette şarkılarının o efkarlı halinin de çokça etkisi var muhtemelen. Hele bir de yakın dönem pop tarihinin getirdiklerine bakıp kötü bir tat aldıkça Roxette gibi güçlü seslere sahip grupların değeri daha çok anlaşılıyor sanki. İyi müziğe hasretliğimiz büyük.