
Selen Uçer anlatıyor: ”Hikayen olmazsa boş kalıyorsun”
Tek kişilik dev kadrosunu oluşturduğu oyunu Güle Güle Diva ile zihnimizdeki (ve kalbimizdeki) yerini daha da güçlendirmişti Selen Uçer. Buna bir de 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde kendisine En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren Aşk, Büyü, vs. filmindeki performansı eklenince daha fazla bekleyemezdik tabii. Hem ödülü aldıktan sonra sahnede yaptığı konuşmada hâlâ kulaklarımızdaydı… Sonunda o beklediğimiz buluşmayı gerçekleştirdik ve kendisiyle oyunculuğun ilk günlerinden yeni projelere her şeyi konuştuk.
Sohbeti şöyle açalım: Boğaziçi Üniversitesi’nde Kimya bölümünde okuduğunuz sıralarda oyunculuk hayatınıza giriyor; sonra da ardından Chicago’da yüksek lisans ve New York’ta oyunculuk deneyimi geliyor. Tüm bu çeşitlilik sizin oyunculuğunuzu yıllar içinde nasıl besledi?
Oyuncu olmaya ortaokuldayken karar verdim, Boğaziçi’ne de oyuncu olmak için girdim. Müfredatımı kendim oluşturmuşum gibi bakıyorum olaya. Mühendis bir ailenin çocuğu olmak, Türkiye’nin şartları, sanat okumanın riskleri gibi sebeplerden ötürü direkt konservatuara gitme cesaretini bulamamıştım o yıllarda. Oyunculukta bir tür hiyerarşi yok; üç Oscar almış olsan da bir sonraki rolünde çok iyi oynayacağın kesin değil. Ben de Amerika’da bu işin en ileri seviyede metotlarını, tekniklerini, bakış açılarını öğrenmiş oldum. Çok farklı insanlar tanıdığım ve farklı yollardan geçtiğim için, orijinallik açısından elime bol malzeme olduğunu düşünüyorum. Bunu ifade etmem zaman aldı.
Tabii ki ben bu mesleği yapıyorum, bu mesleği yapan insanlar konservatuar okumuş, birbirlerini belirli yerlerden tanıyan insanlar. Ben onlara göre çok daha geç, yaptığım işler üzerinden dahil oldum bu alana. Sektörle ilk tanışmam önce Levent Kırca Tiyatrosu’yla, sonra Şehir Tiyatrosu’yla oldu. Herkesin konservatuar dönemi, öğrencilik sırasında kurduğu ilişkileri ben daha geç, 30’lu yaşlarımda kurmuş oldum çünkü başka bir yoldan bu işe çalışıyordum.
Oyuna gelelim o halde: Güle Güle Diva, öznesi kadın olan ve çok renkli kadın hikayeleri anlatan bir oyun. Sizin için en başından bu yana oyun süreci nasıl gelişti?
Kendi hayatımda bir kısır döngü ve rahatsızlık içindeydim, hep yaptığım işleri değiştirmek istiyordum. Firuze Engin’e “Çay içelim” diye telefon ettim, “Beraber bir şeyler yapsak” dedim. O, tiyatro geleceğini ve disiplinini de benden iyi biliyor. Güdüsel olarak bir şeyler yapalım dedikten sonra özel hayatlarımızda değişiklikler, hastalıklar oldu ve o dönemde birbirimizden güç aldık. Sonrasında Bahar Merve Yılmaz da bize katıldı, o da sektör değiştiriyor aslında. Birçok firmada hem mimar olarak hem de farklı yönetici pozisyonlarında çalışmış; onu da çekti Firuze aramıza. Bu hikayeyi oluşturmaya başladık. Merkezini kaybetmiş kadınların hikayesi… Bir sene boyunca birbirimizden güç aldık ve bu iş benim için yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

Karakterlerin hem Firuze Engin’in hem de sizin hayatlarınızdan doğduğunu, hatta bazılarının doğaçlama ortaya çıktığını söylemiştiniz. Bu gerçeklik hissi sizce de oyunu daha ayrı kılmıyor mu?
Kesinlikle, ve oyun insanı büyülüyor gibi çünkü çok sahici geliyor. Seyirci ile oyuncuyu aynı yere koyan bu akım ve anlatım; gerçeklik ve samimiyet duygusu Güle Güle Diva’yı farklı yapan. Ben doğaçlaması rahat birisiyim, kendim de yazıyorum oyuncu kafasıyla. Ana karakter Günseli, tamamen Firuze’nin yaratısı. En çok da onu oynamaktan zevk alıyorum. Günseli aslında, Firuze’nin Edirne’de büyürken tanıdığı, okuma meraklısı birkaç kişiden birleştirip oluşturduğu bir karakter. Kasaba gerçekleri; üniversiteye gidememiş, evlendirilmiş, milyonlarca benzeri olan bir hikaye… Onun dışındaki kadınları ben malzeme verdim, üstüne Firuze yazdı. Örneğin, biz üçümüz bir kampa gittik, ben orada bir yazlıkçı kız doğaçladım, ucunu verdim ve sonra Firuze yazdı. Ya da annemin her şeye gülen bir hemşiresi vardı; Zuhal hemşire oradan çıktı… Bu iyi bir çalışma metodu bence, belki ileride Güle Güle Diva’nın başka anlatımları olabilir. Çok özgün ve gerçek bir yerden çıktı bu iş. Evet, bir tiyatro oyunu ama herkese farklı bir şeyler verebileceğini düşünüyorum.
Yeni bir karakterle tanıştığınız o ilk anlar nasıl ilerliyor sizin için? Ayrıca oyun özelinde sormak istiyorum: 11 farklı karakterin her birine farklı şekillerde mi yaklaştınız?
Ben durumu yaşayarak çalışırım, o yüzden ezberim de uzun sürer. Oyun gibi. O gerçeğe inanarak çalışıyorum. Oradan karakterin sesi de çıkıyor, özellikle oyun yaklaşırken yardımcı yönetmenimiz Orçun Ucal’la her karakterin vücut biçimini hatırlamak için teker teker çalışırdık. Günseli karakterini de tıpkı bir sinema rolü gibi, tüm derinliğiyle çalıştım. Diğer tüm karakterler de, bu tür çok karakterli oyunlara göre derin oldu. Esas hikaye Günseli olduğu için, kıstık çoğunu. Hepsinin bir oyunu olabilir…
Oyunun ana karakteri Günseli ama şunu merak ediyorum: Canlandırdığınız karakterler arasında sizce en çok hangisiyle yakın arkadaş olurdunuz?
Günseli’yle. Öbürleri misafir… Ama onları da uzun zaman içinde çalışmış olmasam, geçişler bu kadar kolay olmazdı. Her yan karakterin temeli sağlam olduğu için geri çağırmam kolay oluyor.

Mesleğe başlarkenki motivasyonunuz neydi? Şu anda nasıl bir motivasyona sahipsiniz ve sizce bu zamanla değişiyor mu?
Kendimi de analiz ederek şöyle diyorum: Bence benim ilişki kurma biçimim böyle; oyunculuk ile bu daha kolay bir hale gelmiş benim için. Kendi hikayeni anlatmak, başkalarının hikayelerini anlatmak, dinlenmek, birini dinlemek ve bunun güdüsü… İnsan hikayelerle besleniyor. Hikayen olmazsa boş kalıyorsun… Hikaye anlatarak bağlanma duygumda bir değişim yok. Ki mecbur kaldığımda son 10 senedir yazarak anlatmaya da çalışıyorum. Esas işim oyunculuk ve kendimi burada uzmanlaştırmaya çalıştım ve çalışıyorum.
Tiyatronun bir yükseliş dönemindeyiz, insanlar daha çok tiyatro izliyor, daha fazla sahne aktif olarak üretiyor, bir yandan daha büyük prodüksiyonlar yapılıyor… Bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir ara da “Tiyatro bitti” deniyordu; tiyatro ne biter, ne de içi boşalır. Evet, herkesin tiyatroya bir eğilimi var çünkü tiyatro daha özgür kaldı, ekonomik olarak daha kolay. Yapsın herkes, kimin ne olduğu çıkar zamanla… Ayrıca farklı farklı işler de olmalı; ben öyle düşünüyorum. Herkes kendine göre dükkan açıyor şu hayatta. Sistem bu, su akar yolunu bulur.
Yer alacağınız projeleri seçerken keskin sınırları olan bir planla mı ilerliyorsunuz yoksa o an söz konusu projeye karşı ne hissettiğiniz daha mı önemli?
Daha çok dürtülerle ilerliyorum ama akıllı da olmak lazım. Biz oyuncular birer şirketiz aslında ve kendi şirketimizin yöneticisi olmak zorundayız. Gerek duygusal gerek ekonomik ya da sosyal olarak seçimler yapmamız gerekiyor. Ben bunları daha çok dürtüsel yapmış biriydim ama son yıllarda tecrübelendikçe, bu seçimlerde mantığın sesine de öncelik vermeye çalışıyorum. Benim aklımda hiç yazıp yönetmek yokken Ece Temelkuran’ın ilk kitabını AYSA’yla oyunlaştırıp, final halini yazıp yönetmek durumunda kaldım çünkü o şartlarda yapmam gerekiyordu ve “İyi ki de yapmışım” diyorum, ama bilmiyordum bunu. O sıradaki malzemeleri iyi kullanmak gerekiyor.
Yakın gelecekte ilk atmak istediğiniz adım ne? Neyi tamamlamak ya da neye başlamak istersiniz?
Bazı televizyon projeleri için görüşmeler yapıyorum; heyecanlandığım bir iş var, umarım olur. Sinemada uygun karakter gelmesini ve daha çok sinema filmi yapmak istiyorum. Yine Ece Temelkuran’la tiyatrodan daha geniş bir kitleye ulaşacak bir hikaye ve anlatı düşünüyoruz televizyon için. Ece Temelkuran’ın Bütün Kadınların Kafası Karışıktır’daki hikayeleri üzerinden yola çıkacağız. Şimdilik geliştirme aşamasındayız, daha gerçekleşmesine vakit var…
Şu aralar heyecanlanacağım roller üzerine düşünüyorum ve konuşuyorum daha çok. Ayrıca, hikayeciyim ben. Kadınlar kendilerini ifade etsin ve kadın-erkek hikayeleri anlatılsın. Ödül konuşmamda da dediğim gibi; kendini ifade etmekten korkmayan kız çocukları ve onlarla beraber yürüyen erkekler. Hayat görüşüm de bu zaten, eşitlensin ve eşit devam etsin.
Güle Güle Diva’yı henüz izlemediyseniz yakın dönem takvimi şu şekilde: 17 Aralık DasDas, 26 Aralık Kadıköy Koma Sahne, 4-29 Ocak DasDas ve 10 Ocak Feriye.