Yıl sonu dosyası: 10’lar, 20’ler ve değişen teknolojiler

Kasetten Spotify’a, kutu kutu DVD’den süratine sürat katan Netflix’e… 2019’un sonuna gelmişken geçtiğimiz 20 yılın kreatif teknolojilerine bakmanın tam vaktidir. Zira son 20 yıla dair değerlendirmeler yapılırken en çok bunların değiştiğini görüyoruz. Rahata alışmak kolay olduğundan, her seferinde hayatımıza yeni birer lüks getiren bu teknolojileri ilk anda kucakladık biz de. Hem de durup nefes almadan… Oysa 20 yıl önce bir şarkıyı ağır ağır kasetten dinlerken şimdi çoktan iki saniyede açıp dinleyip tüketir olduk. Yeni bir bilgi veya tespit değil bu, elbette. Son 20 yılın muhasebesini yapacaksak kendi tarafımızda değişen alışkanlıkları da bir gözden geçememiz gerektiği için açtık bu konuyu.

En’ler, en’lerimiz…

Ve bir yılın daha sonuna gelirken, kültür-sanat mecraları yılın en iyilerini seçtikleri listelerini yayınlamaya başladı: ”Yılın En İyi Filmleri”, ”Yılın En İyi Albümleri”, ”Yılın En İyi Kitapları” derken uzayıp giden bu seçkilere bu yıl, 2000’lerdeki ilk 20 yılı ve 2010’ları kapamış olmanın verdiği bir sorumlulukla, son 10 yılın ve 20 yılın da listeleri eklenmeye başladı. Tabii ki kayıtsız kalamazdık… Nostalji bizim işimiz!

Bu yıl sonu listelerinin önemi büyük. Yukarıdan aşağıya şöyle listeye bir bakarken, koca bir yıl da gözlerinizin önünden bir film şeridi gibi geçer gider. Arada kaçırdıklarınızı kaparsınız bu liste üzerinden, türlü türlü keşifler yaparsınız. Bazen de gerçek bir taraftar mutluluğuyla, en sevdiğiniz filmin veya albümün üst basamaklarda olduğunu görüp coşkulara kapılırsınız. Büyük bir gurur anıdır bu tabii; onca kallavi yazar-çizerle aynı seçimleri yapmış olmak bu işten anladığınızı gösterir.

Sinema tarafında bu listeler çoğu zaman pek şaşırtmayabiliyor. Yıl boyu dönen muhabbetlerden aşağı yukarı kimin galip çıkacağını tahmin etmek çok zor değil çünkü. Mesela daha Marriage Story’yi izlemeden biliyorduk listelerde tatlı tatlı yükseleceğini. Ya da Portrait of a Lady on Fire’ın üst basamakları zorlayacağını Cannes’da prömiyerini yaptığı zamanda çıkan yorumlardan anlamıştık, kaç ay önce…

Müzik listelerinde ise durum biraz daha karışık. Listeyi yayınlayan mecranın ”tarz”ına bağlı bir durum biraz da. Billboard‘un bir numarasında Ariana Grande var. Pitchfork Lana del Rey demiş. The Guardian haftalık olarak geri sayım şeklinde yayınlıyor listelerini, bu yazı yazıldığında henüz sekiz numaraya gelmişti. Son yediyi görmemize daha zaman var ama şöyle diyelim: The Guardian’ın sekiz numarasındaki Nick Cave and the Bad Seeds, Billboard’da 49 numarada (oha!). Pitchfork’ta ise 28. Dediğimiz gibi, mecradaki seçici kurulun zevklerine bağlı biraz bu listeler.

10’luklar

10’luk ve 20’likler listeleri ise bazı konularda daha kolay hemfikir oluyor kaçınılmaz olarak. Son 10 ve 20 yılın büyükleri sadece satış rakamlarıyla değil, yayınladıkları albümler ve geniş hayran kitleleriyle de kendilerini çoktan kanıtlamış, tartışma götürmez dev isimler haline geldi bile. Neticede koca bir tarih demek 20 yıl.

Kanye West, Lorde, Lana Del Rey, Kendrick Lamar derken rock tarafında Arctic Monkey ve Arcade Fire listeleri dolduruyor. Son 20 yılda ise… İşte, burada ”klasikler” ile çarpışma vakti geliyor.

Geçen 10 yıl için yazdığımız isimler elbette bu 20 yıllık listeleri de dolduruyor ama bir 10 yıl daha geriye gidip 20 yılın muhasebesini yaptığımızda; yani evet, 21. yüzyıla şöyle bir göz attığımızda, yakın dönemin kendi klasiklerini yarattığını görüyoruz. Nostaljiye kapılmamak ne mümkün. Özellikle de tüm o filmlerle ve albümlerle ilk buluşma anlarını hatırlayanlar için. Şöyle bir geçmişe doğru anılar eşliğinde uçup gittiğinde, o ilk anları ve sonrasını değerlendirirken başka bir şey daha fark ediyor insan: Şu son 20 yılda ne çok değişte dinleme, izleme ve okuma alışkanlıklarımız… Ne teknolojiler gördü bu gözler!

Şimdi şarkıları, filmleri bırakalım, biraz onlara dalalım.

Unuttuklarımız: ”Rewind” & ”forward”

20 yıl öncesi. Yani 2000 yılı.

Aklıma doğrudan The Smashing Pumpkins geliyor. Machina/The Machines of God albümünü yeni yayınlamışlardı o sene. Gruba da ilk olarak o zamanlarda vurulmuştum. Müzik dergilerinde çıkan yazılarda görmüştüm ve adlarını çok sevip, daha müziklerini duymadan fan’ları olmuştum. Ergenlik… Neyse ki yanıltmamışlardı beni. Machina kasetlerini alıp dinlediğimde Billy Corgan’ın tiz sesine eşlik eden gümbür gümbür gitarlar aklımı başımdan almıştı.

Bu paragraftaki ”alışkanlıklar”ın altını çizelim: Kaset, dergi. Hem de müzik dergisi!

İşin üzücü yanı 2001’i de çok iyi hatırlıyorum (üzerinden 19 yıl geçmiş olduğunu reddediyorum); Radiohead’le yollarım ilk kez kesişmişti. Kid A ve sonrasında gelen Amnesiac’tan parçaları ilk kez radyoda, Radyo Eksen’de duymuştum. Hiçbir şeye benzemiyordu, karanlık hisler eşliğinde ergen bünyemi dinlerken yerden yükseltiyordu resmen. MP3 pek yaygın değildi. Vaktiyle gazeteden kuponla aldığımız İngilizce öğrenme kasetlerinin üstüne kaydediyordum sevdiğim şarkıları. Genelde çoğunun başı eksik olurdu; radyoya koşup kayıt tuşuna basana kadar geçen talihsiz süreden dolayı.

Evet, yine kaset. Bir de kupon dedik galiba. MP3 sana da merhaba!

Evde discman vardı ama hareket ettiğimizde alet bir süre takılıp CD’yi okuyamazdı. Neyse sonra onun da yeni teknolojisi geldi bin şükür. Serviste okula falan giderken sorunsuz dinleyebilecek hale gelmiştik. Yine de CD’nin sağlam bir şekilde kaseti yerinden etmesi zaman alacaktı çünkü çoooook pahalıydı. Bir de anlamsızca çiziliyordu. Yine de büyük kolaylıktı, şarkıdan şarkıya atlamak bir lüks sayılabilirdi belki de…

Pahalılığa çözüm önce korsan CD’lerle geldi. Kusura bakmayın. Hatta Kadıköy’de falan bazı pasajlarda istek albüm kaydederlerdi CD’ye. Bir de bazen korsancıların da kendi özel seçkileri olurdu. 2000’lerin başında bir Garbage ve Nirvana CD’si almıştım mesela. Kapağı, CD üzerindeki görseli, şarkıların seçimi falan… Taş çıkarırdı tüm orijinallere.

MP3 yaygınlaşınca kendi CD’mizi kendimiz yapabilecek hale gelmiştik çok şükür. (Korsana devam.) Napster daha Metallica üzerinden vurgun yememişken işler kolaydı. Gerçi bir şarkıyı indirmek iki-üç gün sürebiliyordu. Ama olsun, radyoya kayıt tuşuna basmaya koşmaktan daha iyiydi.

Napster yeryüzünden silinse de o dönemin benim için favorisi LimeWire olmuştu. Of be ne albümler, ne şarkılar indirdim oradan. Yıllarca okuyup ama dinleyemediğim albümleri peş peşe gömüyordum oradan. SoulSeek ise… Çok kutsaldır hâlâ benim için, şimdi bile ayağa kalkıp saygı duruşuna geçesim geliyor. Raconlu bir yerdi. Sen başkalarıyla dosya paylaşmazsan diğer kullanıcılar da senden dosyalarını esirgeyebiliyordu. Bazısı yüzde 99’a kadar beklerdi ve tam indi diyecekken; ”Sen dosyalarını kimseyle paylaşmıyorsun, ben seninle niye paylaşayım deyip” iptal edebiliyordu. Ah ah…

Hızlı ve çabasız

2004-2005 gibi garip bir alet geldi elime. iPod. Apple ne hiçbir fikrim yoktu, pek umrumda da değildi de. Discman’den iPod’a geçiş çok sert olmuştu. İyi delirmiştim. Sanırım ”müzik dinleme” alışkanlığım ”müzik tüketme” alışkanlığına ilk bu an geçiş yaptı. Tüm albümlerin, sevdiğim tüm şarkıların elimin altında olması rüya ötesi bir imkandı ama şarkıdan şarkıya zıplarken aradaki şarkıları da harcıyordum sanki. Baştan sona albüm dinleme o an bitmişti.

2005’ten 2020’ye geçerken büyük teknolojik hareketler yavaşlamadı ama daha farklı bir yolda ilerlemeye başladı. iPod büyüdü küçüldü, telefonlara gömüldü (artık kaçınızın walkman, discman gibi müzik dinleme aleti var?) Müzik arşivleri ise çok uzun bir süre MP3’lere kendini bıraktı. Ta ki streaming servisleri gelene kadar.

Spotify müziği hızlı tüketme alışkanlıklarımızı zirveye çıkarıyor. Artık arama, bulma ve dinleme arasındaki süre saniyelerle ölçülüyor. Müziğe ulaşmak için emek harcamaya ne gerek var. Ama bir taraftan da MP3’ün yalnızlığının yanında Spotify’ın diğer sosyal platformlarla alışverişi, eski günlerdeki gibi dinleyici arasındaki müzik paylaşımını da artırıyor. Geçen günlerde burada methiyeler düzdüğümüz Spotify Yıl Sonu Listeleri sayesinde bir hafta boyunca müzik konuştuk. Daha güzel ne olabilir!

Müzik ve film dosyalarının boyutlarından ötürü, müzik endüstrisindeki bu hızlı değişim, sinemada farklı bir karşılık buluyor. Hem filmi vizyonda izlemenin hâlâ kutsal bir tarafı var sinema severler için. Tabii, indirip cep telefonunuzdan izleyebilirsiniz ama müzik dinlemek gibi değil işte film izlemek. Genişçe bir ekran, perde ya da beyaz duvar olmadı mı görüntüyü verecek değil tüketmek, resmen harcıyorsunuz demektir o filmi.

Merhaba binge-watch

CD, DVD gibi teknolojiler yine streaming platformlarıyla birlikte kan kaybetti ama şöyle kallavi bir DVD koleksiyonu karşısında hâlâ başı dönebiliyor insanın. Günümüzde tüm izleme alışkanlıklarımızı çarpıp bölen Netflix’in bir DVD dağıtım şirketi olarak yola çıkması da ironik bir hikayedir tabii.

Netflix son on yılda izleyicinin tüm algılarını değiştirmiş olsa da aslında çok klasik bir fikirle yola çıkmıştı. Evet, sunduğu hizmet pek sıradan değildi fakat dijital çağa damgasını vurmaktan da çok uzaktaydı. Bir rivayete göre, kiraladığı bir DVD için (Apollo 13 filmine ait olduğu söyleniyor) 40 dolarlık bir ceza ödeyen Reed Hastings duruma çok sinirlenmiş ve bu gidişata bir dur demek için yanına ortağı Marc Rudolph’u da katarak dünyanın ilk online DVD kiralama servisi Netflix’i kurmuştu. İlham anına dair anlatılan hikaye çoğu zaman değişiyor fakat temelleri aynı: sene 1998’di ve Netflix ABD’de geniş ağlar kurarak evlere girmeye başlamıştı. 2004’ten itibaren online film indirme hizmeti de vermeye başlayan platform 2014’e gelindiğinde ABD sınırlarının da dışına çıkmış ve dünya çapında 50 milyona yakın takipçiye ulaşmıştı. (Etki alanını ne kadar genişlettiğini siz düşünün.) Evlere DVD gönderme işi ise ilerleyen teknolojinin yeni kuralları beraberinde getirmesiyle birlikte (DVD mi kalmıştı artık?!) Netflix tarafında sessizce bir köşeye bırakılmıştı bile.

Ekran başında yeni bir maraton

Tabii sadece film ve dizilere online olarak hızlı bir erişim sağlaması değil platformu kendi alanında öne çıkaran. Dünyaca ünlü pek çok farklı yapımı tek çatı altında toplamıştı, altyazı ve seslendirme olanakları vardı, reklam aralarıyla bölünme yoktu ve algoritmaları doğru değerlendirdiği için, üyelerinin izlediklerinden yola çıkarak kişiye özel seyir önerileri sunuyordu ama bunların üzerine devrim niteliğinde yeni bir hamle daha yapacaktı: 2013 yılında, Beyaz Saray’ın türlü entrikalarını önümüze seren House of Cards dizisinin ilk sezonunu, tüm bölümleriyle birlikte tek seferde yayınlanmıştı Netflix. İki bölüm arası bekleyiş sırasında içi içini yiyen biçare (!) izleyici için mutluluk, reyting ve reklam gelirlerini artırma peşindeki televizyon kanalları için endişe verici bir gelişmeydi bu. İzleme alışkanlıklarının komple değişeceğine yönelik olan bu sinyaller karşısında, kanalların izleyicinin dikkatini çekebilmek adına yeni formüller bulması gerekiyordu.

Netflix’in alanında öncü olması dünya çapındaki egemenliğini pekiştiren en önemli etken tabii ama kendi bünyesinden peş peşe çıkardığı dizilerin başarıları da izleyicinin platformla kurduğu bağı artırıyordu: House of Cards bir ilkti. Sonra Orange is the New Black, Marvel’s Daredevil, Stranger Things, Ozark, The Crown gibi yapımlar geldi. Bir de film işine girdi Netflix. Şurup şeker, eğlencelik filmlerin yanı sıra köklü film festivallerinde ses getirecek işlere de imza atıyordu artık. Cannes Film Festivali gibi organizasyonlar, sinemanın geleneğine ters düştüğü için dijital platformların çıkardığı filmleri yayınlamayı reddediyordu ama bu, sözünü ettiğimiz filmlerin başarısında bir engel değildi elbette: Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un Roma’sı Netflix yapımı olduğu için 2018 yılında Cannes Film Festivali tarafından yarışmaya kabul edilmemişti ama Oscar’larda En İyi Yönetmen de dahil en kallavi ödülleri toplamıştı.

Ayrıca 2019 yılında da büyük ses getiren Netflix filmleri izledik: Noah Baumbach’ın duygu yüklü boşanma hikayesi Marriage Story ile Meryl Streep, Antonio Banderas, Gary Oldman gibi yıldızların olduğu Steven Soderbergh filmi The Laundromat ve dijital çağın tüm izleme alışkanlıklarını alt üst etse de teknolojiye de kapılarını açan Martin Scorsese filmi The Irishman 2020 Şubat’ında sahiplerini bulacak Oscar ödüllerinde de iddialı olacak gibi gözüküyor. Geleneklerine bağlı festivallerin, başta Netflix olmak üzere dijital platformlarla yaşadığı çekişme üzerine daha çok konuşacağız anlaşılan.

Tüm bunlar olurken plak almaktan, plak dinlemekten, sinemayı salonda izlemekten vazgeçmeyen herkese ayrıca selam olsun dememiz şart oldu. Siz bir sonraki 20 yılda da burada olacaksınız muhtemelen!