Çok mu dertsiz duruyoruz uzaktan bakınca: Aftersun film incelemesi

Çocukluk hikayelerimiz kendi deneyim ve anılarımız eşliğinde her ne kadar birbirinden apayrı olsa da aslında herkes birbirinin çocukluğunda benzer bazı hisler bulabilir. İskoç yönetmen Charlotte Wells’ın ilk uzun metrajlı filmi Aftersun, başrollerindeki Paul Mescal ve Frankie Corio’nun nefis performansları eşliğinde bize bu ortak çocukluk hislerini yeniden yaşatıyor. Filmin ilerleyen dakikaları ise bazen hiç olmadık bir anda basan melankoliyle dolup taşarken bazen de sıcacık bir baba-kız ilişkisiyle sırtımızı sıvazlıyor. 90’lı yılların sonunda, kısa bir tatil için Türkiye’ye gelen bir baba-kızı yani Calum ve Sophie’yi merkezine alan Aftersun, Wells’in duru anlatımı sayesinde seyircisinde kalıcı bir iz bırakacak kadar gerçek hissettiriyor. Biz de Wells’in kendi anılarından yola çıkarak yazdığı filminin geride bıraktığı tüm nostaljik hisleri kucaklıyor ve Aftersun’a dadanıyoruz.

İngiliz bağımsız sinemasından Türkiye topraklarına uzanan Aftersun, kurmaca bir anlatıdan ziyade bir “anı” gibi hissettiren filmlerden. Bekar bir baba olan 30 yaşındaki Calum, 11 yaşındaki kızı Sophie’yle beraber baş başa bir tatil yapmak için Türkiye’ye geliyor. Muğla’da gerçekleştirdikleri tatilde, birbirlerine düşkünlükleri her hallerinden belli olan bu baba-kızın peşine takılıp onların eskitilmiş anılarına eşlik ediyoruz biz de. Filmi bitirdiğimizde 90’lı yılların sonundan Türkiye manzaraları, Calum’un gizlemeye çalıştığı hüznü, Sophie’nin meraklı bakışlarının ardına saklanmış olgunluğu gibi birçok detay tıpkı bu tatilden kalan görüntülerin döndüğü video kayıtları gibi zihnimizin içinde yanıp sönerken çoğu yerde genç bir yönetmenin ilk uzun metraj denemesini izlediğimizi unutuyoruz. Paul Mescal’a gelince; kendisi yine bildiğimiz gibi. Henüz 19 yaşındayken baba olan ve de kızıyla benzersiz bir bağ, özenilesi bir ilişki kurabilmiş bu genç bir adamı, tüm nezaketiyle ve de izlemelere doyamadığımız oyunculuğuyla taşıyor ekrana. Son birkaç yıldır, Mescal’ı izlemek rafine zevklerimiz arasında yer alıyor zaten. Filmin en güzel sürprizlerinden biri ise canlandırdığı Sophie karakteri ile hemen hemen aynı yaşlarda olan Frankie Corio oluyor. Corio, ilk oyunculuk tecrübesinin altından hakkıyla kalkıyor ve Mescal’a ayak uydurmakta hiç zorlanmıyor.

Filmin hem yazarı hem de yönetmeni olan Charlotte Wells bir röportajında filmi için aklında pek çok başlangıç noktası olduğundan ve birini seçmekte zorlandığından bahsediyor: “Aftersun, birçok yönüyle ilk kısa filmim Tuesday’de keşfetmeye başladığım fikirlerin devamı niteliğinde. Sonunda, bazı eski albümlerime bakarken filmi buradan şekillendirmek iyi bir fikirmiş gibi geldi.” Wells ayrıca senaryo aşamasında kendi çocukluğundan ve de kaybettiği babasıyla olan ilişkisinden ilham aldığını söyleyerek filmini “duygusal bir otobiyografi” olarak nitelendiriyor. Bir önceki paragrafta Aftersun’ı bir filmden ziyade bir anıya benzetmemizin nedenini de böylelikle öğrenmiş oluyoruz Wells’ten. Kendisinin ve de görüntü yönetmeni Gregory Oke’nin incelikli yönetmenliği sayesinde, filmin çoğu anında biz de sanki Colum ve Sophie’nin aile albümünün sayfalarını çevirirmiş gibi hissediyor ve bu nostaljik hisle beraber çocukluğuyla 90’ları yakalayabilen ya da milenyumu karşılayan birkaç nesil olarak kendi anılarımıza ışınlanıyoruz. Çünkü bu baba-kızın Muğla’da yaptıkları tatilleri, her ne kadar bir İskoç yönetmenin elinden çıksa da bu coğrafyaya ait çok fazla şey barındırıyor ve aynı zamanda o tatlı tatil alışkanlıklarımızın evrenselliğini kanıtlıyor. Ayrıca bizden başka kim önce Gamsız Hayat’la uzaklara dalıp daha sonra da Under Pressure’ın ritmine kapılabilir ki? Ve yeri gelmişken, evet; Mescal ve Under Pressure dansı bir süre zihnimizde kira vermeden, dilediğince yaşayacak.

Biraz, bazen spoiler…

Wells’in başarılı olduğu konu tek konu Candan Erçetin ile Queen ve David Bowie efsanelerini aynı hikayede buluşturabilmek değil elbette. Sophie ile önce çocuk olmayı anlatan ve anlayan Wells; Calum ile de beklemediğimiz anlarda bizi “yetişkin” melankolisinin derinliklerine sürüklüyor. Uzaktan bakınca gayet dertsiz gibi duran Calum’da zamanla erken yaşta baba olmanın yanı sıra bekar bir ebeveyn ya da sevgisiz büyümüş bir yetişkin olmanın yankıları duyulmaya başlıyor. Filmin ilerleyen kısımlarında yetişkin Sophie’ye kısa bir bakış atmamız, izlediğimiz her bir anıyı çok daha kederli kılıyor. Bu anlarda Sophie’nin artık kendi ailesini kurduğunu ve de içeriden duyduğumuz bebek sesiyle beraber yakın zamanda anne olduğunu öğreniyoruz. Kendisi bu defa ekranımıza, kaybettiği babasıyla çıktıkları bu tatilin hatıralarının bir karabasan misali çöktüğü bir geceden yansıyor. Ve bu anlardan sonra Calum’un gizli gizli yaşadığı depresyonu, “kendimi 40 yaşında hayal edemiyorum” repliği, kızına karşı beslediği kocaman sevgisini kısacası ondan geriye kalan her şeyi bizim de yüreğimizde bir sızıya dönüşüyor.

Aftersun aslında dışardan bakıldığında pek küçük ve de iddiasız bir film dursa da, zaman zaman yaralayıcı diyaloglarıyla zaman zaman da karşılıklı gülümseyen ya da dans eden bu baba-kızın mutluluğuyla büyümeyi başarıyor. Wells bu açıdan beklenmedik bir ilk film deneyimi yaşatırken, bir fotoğraf albümü gibi kullandığı filminin her sayfasına kendi imzasını atıyor. Finalde ise ekranımızda akan jeneriğin ardından bizi koca bir “tatil sonrası hüznüyle” baş başa bırakıyor. Çünkü yetişkin Sophie ile, güzel hatırladığımız tüm hatıraların önümüze katman katman serilmesiyle beraber büyüsünün nasıl bozulabileceğine yine yeniden şahit oluyoruz Aftersun’da. Çok gerçek, fazlasıyla tanıdık bir yerden hem de. Ve yazımızın sonuna gelirken filmin taşıdığı samimiyeti anlatacak kelime bulmakta ne kadar zorlandığımızı fark ediyor ve yakında kendisinin MUBI’nin arşivine ekleneceğini hatırlayarak kendimizi avutuyoruz.

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et