İki şehir arasında dövme sanatı ile sneaker’ın buluştuğu noktada: Barış Yeşilbaş röportajı

Her bakışta bambaşka bir renk ve detaya açılan incelikle tasarlanmış dövmelere imza atıyor Barış Yeşilbaş. Onun elinden çıkan dövmelerin sadece bedende değil görenlerin zihninde de kalıcı birer yer edinmesi şaşırtıcı değil o yüzden. İstanbul-New York arası uzanan yolculuğunda pek çok kişisel hikayeye de görsellik katan Barış, yine New York’ta kuruculuğunu üstlendiği dövme stüdyosu The Base ile dövme sanatının ilerlemesine fayda sağlayacak bir alan yaratıyor.

Geçtiğimiz günlerde Nike’ın 50. yaşını kutlamak için Air Max 97’yi dövmelerinde de sıkça gördüğümüz pastel renkleri kullanarak Nike by You ile yeniden tasarlayan Barış ile yolumuz Hope Alkazar’da kesişti. ”Gün içerisinde kendi kendime tekrarladığım oluyor: ‘Nike ile bir ayakkabı tasarladın!’ Rüyada gibiyim ve asla bitmeyecek bir rüya bu” diyor Barış hem bir dövme sanatçısı hem de bir sneaker koleksiyoncusu olarak ortak tutkularını birleştirdiği bu projeden bahsederken. Kendisiyle bu ikonik modeli yeniden yaratma sürecini, dövme sanatının dijital dünyada ulaştığı noktayı, dövmelere dair ‘yanlış’ bilinen ‘doğru’ları ve elbette, 400 parçalık sneaker koleksiyonunu konuştuk.

Görenin bir daha unutamayacağı ince detaylarla şekilleniyor dövmelerin; her biri kendine has renklerde süzülen kısa hikayeler gibi. Başa dönecek olursak, kendi stilini oluşturmaya nasıl başladın ve tüm o çizimler zaman içerisinde nasıl evrildi senin tarafında?

Tamamen zamanla, deneyimle ve gözlemle gerçekleşti. Bu işe ilk başladığımda kendi tarzımı oturtmam lazım gibi bir düşüncem yoktu çünkü böyle bir bakış açısı yoktu. Dövme dövmedir, önüne ne gelirse yapman lazım diye öğretildi bana. Sosyal medyanın bu denli aktif olmadığı, dövme sanatının hâlâ günlük hayatlarımızda yeri olmadığı zamanlardan bahsediyorum.

Bu işte ilerlemeye başladıkça neleri yapmaktan hoşlandığımı fark etmeye başladım. Tabii ki dönemsel hype olan tarzlar oluyordu ve ben de o donem birçok dövme sanatçısı gibi bunları deniyordum ve bu denemeler bana tarzımı oluşturmada büyük yardımcı oldu. Tabii kendi hayatımda hayranlık beslediğim, beni ben yapan unsurları da bu karışıma eklemeye başlayınca ortaya hem benim keyif aldığım hem de insanların beğendiği bir tarz ortaya çıktı.

Dijital dünyanın zenginliği görsel algılarımızı da geliştirdi zaman içerisinde. Sence görselliğin öne çıktığı dijital platformların dövme sanatına ne gibi bir etkisi oldu?

Hem iyi hem kötü bir etkisi oldu diyebilirim. Dövme sanatına, dövmeciliğin gelmiş olduğu noktaya katkısı, insanların değişik tarzlar bulmasına yardımı yadsınamaz seviyede. Fakat aynı zamanda bu sanatın asıl önemsenmesi gereken noktalarını da göz ardı etmemize sebep olmaya başladı. Özellikle sosyal medyanın gelmiş olduğu “anlık beğeni” çılgınlığına dövmenin dahil olması korkutucu geliyor bana çünkü anlık bir güzelliği hayatınız boyunca vücudunuzda taşımak istemezsiniz herhalde. Bu aslında yine aşırı derin bir konu ve sanırım bir-iki cümleyle açıklamak imkansız.

Bu soru sana sıkça soruluyor olabilir ama dövme sanatı söz konusu olduğunda insan bedeni de işin içine girdiği için çok da merak edilen bir konu diye tahmin ediyoruz: Senin zihninden ve ellerinden çıkacak bir eser ile o eseri bedeninde taşıyacak kişi arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Karşılıklı olarak istekler ve fikirler nasıl şekillenip bir araya geliyor?

Bu kesinlikle zaman içerisinde unutulan bir konu haline geldi kanımca ya da keskin uçlara ayrıldı diyebilirim. Özellikle son dönem dövme sanatçıları insanların isteklerini bir kenara bırakıp sadece kendi istedikleri dövmeleri kendi istedikleri şekilde yapma arzusuna girdiler. Bu bence iki tarafın ortaklaşa bir çalışması olmalı. Hem dövmeyi yaptıracak kişinin hem de yapacak olanın içine sinecek bir çalışma olmalı.

İnsanlar kendilerini düzgün ifade edemiyor çoğu zaman ve bunu en iyi şekilde anlayıp, onlara ömürleri boyunca taşıyacakları bir dövme vermek bizim sorumluluğumuzda. Ben bu yüzden elimden geldiğince fazla soru sorup, yaptırmak istedikleri dövmenin ana fikrini tam olarak kavramaya çalışıyorum. “Tahmin ettiğimden çok daha güzel oldu” cümlesini çok fazla duyuyorum bundan ötürü çünkü onların arzu edip kağıda dökemediği fikirlerini en iyi şekilde anlayıp vücutlarına yansıtmış oluyorum.

Bir süredir New York’ta yaşıyor ve üretmeye devam ediyorsun. New York gibi kültürel anlamda tüm dünyaya ilham olan bir şehirde senin deneyimlerin ne yönde oldu? Kaosun içinde güzelliği bulanlardan mısın yoksa bu kaosun yoran bir tarafı da var mı? 🙂 Sen bu kaostan neler çekip çıkarıyorsun kendine?

Ben hâlâ New York’un büyüsü altındayım fakat bu demek değil ki o insanı yoran, strese sokan tarafını görmüyorum. Buraya ilk gelirken “İstanbul – New York çok farklı değildir” diyen bir bakış açısına sahiptim, ne de olsa ikisi de metropol. Fakat burada yaşamaya başladıktan sonra şunu fark ettim; buradaki insanlar ciddi anlamda hayata asılan, hayalleri olan ve bunların peşinde harap olmayı göze almış kişiler ve bu yüzden inanılmaz bir rekabet söz konusu. Güzel bir rekabet bu tabii ki eğer bu mantaliteyi benimserseniz çünkü sizi kişisel olarak çok fazla geliştiriyor hem zihinsel hem de fiziksel olarak.

Bunun yanında gün içerisinde yolda yürürken durup, şehre bakıp kendi kendime “New York’ta yaşıyorum” dediğim ve gülümsediğim anlar oldu. Bir nevi hayallerimden biri gerçekleşti ani.

New York’ta ayrıca The Base adlı bir dövme stüdyosu kurdun. Burası gerçekten de farklı dövme sanatçılarıyla da yollarınızı kesiştirdiğiniz bir üs gibi 🙂 The Base’in çıkış hikayesini ve bugününü anlatabilir misin?

The Base tamamen kendi deneyimlerinden yola çıkarak oluşturmaya çalıştığım bir fikir. Halen istediğim yerde değil, hatta yakınına bile yaklaşmadı fakat bu zamanla olacak bir fikirdi ve başlamış olmak bile benim için büyük bir adım. Geleneksel dövme stüdyolarından farklı olarak, tamamen içeride çalışan insanların büyümelerine, gelişmelerine fayda sağlayacak bir alan kurmaktı amacım; kesinlikle para odaklı bir yer değildi.

Bunun yanında “dövmeci” olmak isteyenlere önayak olacak, onlara bu imkanı herhangi bir ödeme beklemeden sunmayı hedefleyen bir oluşum olmasını istedim. Ben bu işe ilk girdiğimde büyük bir bilinmezlik vardı, insanların birbirine yardım etmediği hatta önünü kestiği, patronların sizi kullandığı bir ortam. Ben bunu yok etmek istedim ve bu gibi saçma ve herhangi bir katkısı olmayan deneyimlerle boğuşmak yerine insanlara kendi işlerine odaklanmalarını sağlayacak bir stüdyo yaratmaktı hayalim. Umarım ileride tam istediğim yere gelir.

Az önce dijital dünya dedik ama bir taraftan da dijitalin çok sesliliği kimi zaman bilgi kirliliğine de sebep olabiliyor. Dövme sanatıyla ilgili yanlış bilinen doğrular ya da doğru bilinen yanlışlar neler peki? Senin kırmızı çizgilerini neler belirliyor?

Çok fazla konu var aslında ve bununla ilgili tam olarak bilgilendirici bir kaynak olmadığı için biraz yarım yamalak devam ediyor hâlâ. Kullanılan ekipmandan tekniğe, iyileşme sürecinden ilerleyen yıllardaki bakımına kadar. Mesela en genel bulduğum anlamsız bilgi su değmemesidir ve bunun neden kabul edildiğine dair en ufak bir fikrim yok. Dövme yapılırken su kullanıyoruz, sonrasında su ile siliyoruz ve her ne hikmetse “asla su değmesin” diye tembihliyorlar. Bunları ben eskiyi sorgulamayıp olduğu gibi kabul etmeye bağlıyorum. Ya da beni bir diğer rahatsız eden konu renk; renkli dövmeler solar. Renkli dövmeler solmaz, bunu defalarca insanlara söyledim fakat inandıramadım. Tabii bunda benim de ilk zamanlarda yapmış olduğum dövmelerin etkisi vardır; renkli dövme ciddi anlamda zordur çünkü düzgün yapılmazsa solmuş gibi gözükür. Bunu ben son üç-dört yılda fark ettim ve artık solmaması için neler yapmam gerektiğinin, nasıl yapmam gerektiğinin bilincindeyim.

Aslında dövmenin ne olduğunu tam olarak açıklayamadık insanlara çünkü sizin de bahsettiğiniz gibi dövmeleri dijital bir platformda görüyorlar ve dijital ile gerçeğin farkını ayırt etmek zor olabiliyor. Bu konu sanırım saatlerce konuşulup, üzerine tartışılacak başlı başına bir ana konu 🙂

Kırmızı çizgim olmamasına özen gösteriyorum hem işimde hem de hayatımda çünkü bunlar ister istemez bir önyargı oluşturuyor bende ve hayatı önyargılarla yasamak cidden zor.

Geçtiğimiz günlerde Nike’ın 50. yaşını kutlamak için Air Max 97’yi dövmelerinde de sıkça gördüğümüz pastel renkleri kullanarak Nike by You ile yeniden tasarladın. İkonik bir modeli yeniden tasarlama süreci nasıldı senin için?

Halen kelimelerle ifade etmekte zorlandığım bir durum bu çünkü belki de en büyük hayallerimden biri gerçekleşti. Hayranı olduğum bir marka ile iş birliği yaptım, bir ayakkabı tasarladım. Bunu gün içerisinde kendi kendime tekrarladığım oluyor: “Nike ile bir ayakkabı tasarladın!” Rüyada gibiyim ve asla bitmeyecek bir rüya bu.

Spordan müziğe, popüler kültürü ikonların çizdiği yol şekillendiriyor aslında. Senin asla peşini bırakmadığın ikonlar kimler? 🙂

Dürüst olmak gerekirse kimseyi bu denli detaylı takip etmemeye özen gösteriyorum çünkü ben aşırı kolay etkilenen bir insanım hayran olduğum isimlerden ve özgün kalabilmek adına daha yüzeysel bir takip mantığı geliştirdim kendi kendime.

Ama tabii ki bu isimlerin büyük bir çoğunluğu benim ergenliğimden, gençliğimden kalma isimler: Michael Jordan, Michael Jackson, neredeyse bütün 80 ve 90’lar bilimkurgu dönemi (film, kitap, çizim vs.)

Bu arada Nike’ın 50. yıl dönümü kutlamaları kapsamında Hope Alkazar’da atölyeler de gerçekleştirdin. Senin için atölye yapmak, başkalarıyla bir araya gelmek, deneyimini ve sanatını aktarmak ne ifade ediyor? Nike gibi global bir markanın 50. yıl dönümü kutlamalarına dahil olma sürecinden biraz bahsedebilir misin?

Benim için çok yeni bir fikirdi çünkü bu denli kapsamlı ve aynı andan birden fazla kişiyle bir paylaşımım olmamıştı. Ne yapacağım, nasıl yapacağım derken çok içime sinen bir şekilde biten bir etkinlik programı oldu, ki bu etkinliklere katılan insanlardan almış olduğum pozitif geri dönüş bana inanılmaz bir özgüven ve mutluluk kattı. Bir de bu Nike gibi hem hayranı olduğum hem de global anlamda dünyanın en büyük markalarından biri söz konusu olunca heyecanı bambaşkaydı. Kendime Nike logosu dövmesi yaptırasım var, o kadar anlamsız bir mutluluk içerisindeyim.

Bildiğimiz kadarıyla bir sneaker koleksiyonun var. Senin için sneaker ne ifade ediyor? Koleksiyonunun en sevdiğin parçası hangisi?

Evet, hem de büyük bir koleksiyon; yaklaşık olarak 400 çift. Benim için sneaker hayatımın vazgeçilmezlerinden. Lise yıllarıma kadar dayanan bir bağlılık bu. Okuduğum lisenin bir forma kuralı vardı ve bunun dışına çıkmak yasaktı. Tabii ki sneaker bu forma kuralına uymayan bir şeydi ve lise yıllarımın çok büyük bir kısmi sırf sneaker giydiğim için aldığım cezalarla geçti. Hatta bir noktada durum okula girişlerde beni almamaya varacak noktaya gelmişti. Hâlâ anlamadığım katı bir kuraldı. Sneaker giymeyi bu denli seviyordum aslında; başımı belaya sokacak kadar. E tabii sporla büyümüş olmamın etkisi de çok fazlaydı bu sevgide. Önce basketbol, ardından futbol ve üniversite yıllarımda Amerikan futbolu ile devam eden spor hayatımda sneaker’ın yeri pekişmiş oldu. Sadece sahada değil günlük hayatımda da tercih ettiğim, beni en iyi şekilde ifade eden bir parça haline geldi sneaker’lar.

Koleksiyonumun en sevdiğim parçası tabii ki kendi tasarlamış olduğum model, bundan sonra da bunun değişmesi mümkün değil! Ben Nike ile bir ayakkabı tasarladım! İnanamıyorum.

Gündeminde şu aralar başka ne gibi projeler var? Ufukta beliren, seni heyecanlandıran planlarını merak ettik 🙂

Türkiye’ye The Base’i açmak en birinci projem su an, umarım gerçekleştirebilirim. Bunun dışında biraz daha özel hayatıma odaklanmak istiyorum çünkü özellikle pandemi sonrası kendime, kendi benliğime hiç saygı göstermediğimi, tamamen stres dolu bir proje çılgınlığına girdiğimi fark ettim. Kendimi daha fazla dinleyeceğim, beynimden ziyade kalbimden geçenlere odaklanmak istediğim bir donem olsun istiyorum.