Bilim kurguda çağ atlatan sürrealist zihinler: Wachowski kardeşleri övüyoruz

Kendine has bir dile ve anlatıma sahip, fütüristik bilim kurgunun öncülerinden diyebileceğimiz Wachowski kardeşlerin kariyerlerinde saatlerce (hatta yıllarca) konuşulmaya değer birçok eser var şüphesiz. Son filminden 18 yıl sonra yayınlanacak olmasına rağmen kalp atışlarımızı hızlandırmayı başaran The Matrix Resurrections’a bakarak bile emin olabiliriz bundan. (Evet, dördüncü filmin adı bu!) Lilly ve Lana kardeşler ya da sinema alemlerinde artık bir marka haline gelen adlarıyla Wachowski Sisters, The Matrix dışındaki yapımlarıyla da aslında bize bildiklerimizi, gördüklerimizi sorgulatmaya, tabiri caizse zihnimizi açmaya kararlı oldu hep. The Matrix Resurrections’ın yarattığı heyecanla dadanıyoruz kendilerine. Her ne kadar filmin arkasında bu sefer sadece Lana olacak olsa bile…

Dördüncü filmin fragmanını Warner Bros.’un CinemaCon’unda izleyenler gördüklerinden epey etkilenmiş. Galiba gerçekten de heyecanlanmaya değer bir film var karşımızda…

Anneleri ressam ve hemşire, babaları ise bir iş insanı olan Wachowski kardeşlerin aralarında iki yaş var. İkisi de genç yaşlarda keşfetmişler sinema tutkularını. Daha sonra da eğitimlerini yarıda bırakıp bu işe girmek için kolları sıvamışlar. Sanki ortak bir zihni paylaşır gibi, sinema kariyerlerindeki tüm işlerini birlikte yaptılar bugüne kadar. Görmeye alışık olmadığımız cinsten bir ortaklıkları var yani. Ve Wachowskilerin ilk yazdıkları filmleriyle kariyerlerine ufaktan dalmaya başlayalım; Assassins. Başrollerinde Slyvester Stallone, Antonio Banderas, Julianne Moore gibi isimlerin bulunduğu bu filmle sinemaya hızlı bir giriş yapmışlardı. Aksiyon türündeki Assassins kadın hacker karakteriyle zaten apayrı bir yerde duruyordu. 1995 yılının şartlarında… Salt aksiyon filmlerinden farklı olarak bu filmin nispeten çok daha anlamlı bir kurguya sahip olduğunu da unutmayalım.

Bir sonraki yıl yayınlanan filmleri Bound’un yönetmenliğini de üstleniyorlardı bu sefer Wachowski kardeşler. Gerilim dolu bir suç filmiyle karşımızdaydılar. Alışılmış mafyatik suç filmlerinden Wachowski kardeşlerin harika senaryosu ve taşıdığı yoğun cinsel gerilimiyle ayrılıyor Bound. Kuir karakterli bir neo-noir film yaratma girişiminde bulunan Wachowski kardeşler, ilk denemelerinde işin altından gayet güzel bir şekilde kalkıyorlar. LGBTİ+ karakterleri başrole koyup, bunu filmin tek teması yapmamayı başarabilen ilk film olarak da anılıyor Bound. Yapım şirketine senaryoyu ilk götürdüklerinde Gina Gershon’un hayat verdiği Corky karakterini erkek bir karaktere dönüştürmeleri konusunda bir talimat alsalar da kararlarından vazgeçmemişler, daha en başından çizgilerini belli etmişler. Ayrıca her bir karaktere ortalamanın üzerinde bir zeka bahşeden Wachowski kardeşler, oyuncuları bu dolambaçlı senaryoyla zorlamışlar biraz. Oyuncuların çoğu senaryoyu tekrar tekrar okumuşlar anlamak için. Bu bakımdan Bound’un tam olarak Wachowski’lerin zihin açan tarzlarını yansıttığını ve de yapacakları işlerin bir habercisi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

1999 yılında ise bilim kurgu türünde hiç açılmamış kapıları açmaya niyetleniyor Wachowski’ler. Aslında bir çizgi roman serisi olarak düşündükleri bu fikrin ilk senaryosunu Bound filminden önce yazan kardeşler, yaklaşık beş buçuk yılda son haline getirip çekmeye başlamışlar. Evet, hâlâ izlemekten bıkmadığımız The Matrix serisinden bahsediyoruz. William Gibson’ın 1984’te yazdığı Neuromancer kitabında ilk kez kullanılan bir kelimeden, yani Matrix’ten ilham alan kardeşler, bilim kurgu türünde kimilerince milat kabul edilen bir film serisi yaratıyorlar. Tamam biraz abarttık, tek bir kelimeden değil başka birçok filmden ve de animeden de etkilenmişler bu süreçte. Ghost in the Shell, Blade Runer ve Kôkaku Kidôtai gibi birçok yapımdan esinlenmeler taşıyor Matrix. İlk filmin üzerinden 22 yıl geçmiş, hâlâ filmde geçen felsefi soruların cevaplarını arıyoruz, yaşadığımız dünyayı sorguluyoruz ve seçimlerimizin önemi üzerinde kara kara düşünüyoruz. Ve de devam filmini dört gözle bekliyoruz. Çoğu karakterin isminin mitolojik, felsefi ya da dini referans taşıdığı Matrix, görsel efektleriyle de zamanının teknolojisinin sınırlarını zorluyor malum. Artık Wachowski kardeşlerin her işi merakla beklenmeye başlanıyor işte bu yıldan sonra.

Sadece Wachowski’lerin değil başroldeki oyuncuların da hayatlarında bir dönüm noktası oluyor bu seri. Ama işe bakın, Keanu Reeves Neo rolü için düşünülen ilk isimlerden bile değilmiş aslında. Wachowski’ler, akıllarında sadece ‘matrix’ fikrinin bulunduğu zamanlarda yani 1990’ların başında Neo rolü için Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’yi düşünmüşler. Ama Brandon Lee malum, 1994 yılında The Crow filminin setinde, çekimlerin bitmesine bir hafta kala yanlışlıkla doldurulmuş bir silahla vurularak hayatını kaybediyor. Lee’nin bu trajik ölümünden sonra ise yeni bir Neo arayışına giren Wachowski’lerin teklif götürdüğü kişiler arasında Will Smith, Brad Pitt, Johnny Depp, Nicolas Cage gibi isimler var. Bu isimlerin hepsi çeşitli nedenlerle rolü reddetmiş ve en sonunda Reeves’a kalmış bu karakter. -Reeves’in kalbinin gerçekten temiz olduğunu buradan bile anlayabiliriz :)-

Trinity rolünün seçmeleri için üç saatlik bir fiziksel testten geçen Carrie-Anne Moss ise, böyle yüksek bütçeli bir filmi yönetebilecekleri konusunda Wachowski’lerden pek emin olamamış ilk başta. Ancak onlarla bir süre zaman geçirdikten sonra onlara tamamen güvenmiş ve hayran kalmış. Ve Morpheus için ilk teklif götürülen isimlerden biri olan Laurence Fishburne, filmin senaryosunu ilk okuyuşta anlayan ender kişilerden biriymiş. Senaryoyu fazla zekice bulan Fishburne, kimse anlamaz ve filmin çekimleri iptal olur diye korkmuş başta ama durum ortada…

Matrix’i planladıkları gibi bir animasyon olarak çekmeseler de bu sevdalarından vazgeçmemiş Wachowski kardeşler. 2003 yılına hem Matrix serisinin ikinci, üçüncü filmlerini ve de animasyonunu (Animatrix) hem de dört kısa animasyon filmini sığdırmışlar. Sürekli uyarlama yapımlarla ya da çekilmiş filmlerin tekrar çekimiyle karşılaştığımız bu dönemde, muhtaç olduğumuz tüm hayal gücü resmen bu iki zihinde toplanmış zamanında. (Fan’larıyız, anlayın artık.)

Oldukça verimli geçen bu yıldan sonra, dünya artık Wachowski’lerin zihinlerinin çalışma biçime ve kalemine alışmış vaziyette diyebiliriz. The Matrix Reloaded’ı yayınladıktan sonra video oyunları ve de Animatrix ile yarattıkları Matrix dünyası hakkındaki soru işaretlerini gidermişler. Aynı yılın Kasım ayında Matrix Revolutions da vizyona girdikten sonra artık Matrix konusunu bir süreliğine kapatıyorlar. Serinin dördüncü filmi The Matrix Resurrections ise planlanandan yaklaşık 1.5 yıl gecikmeli olarak 2021’in sonunda vizyona girecek. Bu defa senaryo ekibinde sadece Lana Wachowski var, çünkü Lilly Wachowski sinemaya (özellikle bilim kurgu türüne) bir süre ara vermek istemiş.

Dördüncü filmin yaratım sürecinde yer almayan Lilly Wachowski geçtiğimiz yılın Ağustos ayında Matrix serisi hakkında dikkat çekici bazı açıklamalar yapmıştı hatırlarsanız ve ortaya atılmış bir teoriyi doğrulamıştı. Söylediklerine göre Matrix’in hikayesini aslında üstü kapalı bir trans hikayesi olarak tasarlamışlar ama o zamanlar dünya böyle bir şeye hazır olmadığı için bunu açık açık anlatmamışlar. Matrix’in temelde bir dönüşüm hikayesi olduğunu, bunu trans bireylerin yaşadığı değişimin bir metaforu olarak görebileceğimizi söyledi Lilly. İki kardeşin de şu an birer trans birey olduğunu hatırlarsak, bu dönüşümün temelde kendileri ile ilgili olduğunu anlayabiliriz. Bunun ardından Keanu Reeves ise serideki cinsel kimliklere bu kadar derin anlamlar yüklediklerinden haberi olmadığını söyledi.

2005 yılına geri dönecek olursak, yine kült bir eser veriyor Wachowski’ler bize: V for Vendetta. Bu sefer sadece senaryo kısmında varlar, yönetmen koltuğunu James McTeigue’a bırakmışlar. Alan Moore’un ünlü çizgi romanını sinemaya uyarlayan kardeşler, hikayeyi öyle etkileyici bir hale getiriyorlar ki film de çizgi romandan bağımsız, kısa zamanda bir külte dönüşüyor. Yine bu fikrin temelleri de 90’lı yıllarda atılmış; belli ki zamanının gelmesini beklemişler. V for Vendetta’nın orijinal hikayesinin yazarı Alan Moore’un filmle ilgili hisleri ise o kadar da ‘olumlu’ değil. Filmin senaryosunu pek beğenmemiş Moore, bunu da dile getirmiş birkaç yerde. Muhtemelen onun durduğu yerden bakacak olursak haklı olduğu yerler de vardır mutlaka. (Koskoca Alan Moore’a karşı gelecek değiliz.) İngiltere’de geçen bu filmin başrolüne İngiliz olmayan Natalie Portman’ı seçerek bir tür risk alan yapım ekibi, Portman’ın azmi ve de yeteneği sayesinde Evey karakterini iyice sağlamlaştırmış oluyorlar.

2008 yılında yine Wachowski’lerin kendilerinin yazıp yönettiği Speed Racer animasyonun tanıtımlarında artık Larry Wachowski’nin adı Lana olarak geçmeye başlıyor. 2009 yılında ise aksiyon tutkularının peşinden giden kardeşler Ninja Assassin filminin yapımcılarından oluyorlar. V for Vendatta’da birlikte çalıştıkları yönetmen James McTeigue ile bu filmde tekrar bir araya geliyorlar. Bu arada Wachowski kardeşler bir kere çalışıp anlaştıkları kişilerle tekrar tekrar güçlerini birleştirmeyi seviyorlar. O nedenle aynı isimleri sıkça görebilirsiniz bu yazıda. Ninja Assassin’den sonra üç yıl ara veren Wachowski kardeşler 2012 yılında üzerinde yoğun mesai harcadıkları Cloud Atlas filmi ile geri dönüyorlar. Filmin vizyona girdiği yılda geçirdiği ameliyatla dönüşümünü tamamlayan Lana Wachowski artık geçirdiği bu süreç ve de LGBTİ+ topluluğuna olan desteği hakkında sık sık röportaj vermeye başlıyor. Ayrıca Hollywood’un ilk trans yönetmeni olarak tarihe geçiyor Lana.

Cloud Atlas ise yine Wachowskilerin hem göklere çıkarılan hem de yerin dibine sokulan işlerinden biri. Kimileri David Mitchell’ın kitabından uyarladıkları bu filmi çok başarılı bulurken kimileri ise en kötü işleri arasında anıyor. Kadrosunda bulunan Tom Hanks, Halle Berry, Hugh Grant ve Jim Broadbent gibi isimlerin altı farklı karaktere hayat verdikleri, bol aforizmalı ve yine beyin zorlayan bu film, şüphesiz Wachowski’lerin kendilerine has dokunuşlarının en çok hissedildiği eserlerden biri. Filmi beğenenler Wachowski’lerin bu gezegenden olmadıklarından emin, beğenmeyenler ise hâlâ Matrix’te mantık hatası arıyor…

Birkaç yıl sonra yani 2015 yılında en düşük puanlı işlerinden birini, Jupiter Ascending’i yayınlıyorlar. Yine çok iyi oldukları formülden şaşmıyorlar, bilim kurgu türünü aksiyonla harmanlıyorlar. Ama bu defa formül tutmuyor. Filmin kadrosunda Mila Kunis, Channing Tatum, Sean Bean gibi isimler var. Bu isimler bile filmi kurtarmaya yetmiyor (Sean Bean’in yaşadığı nadir filmlerden olduğu halde üstelik!) ve güzel bir fikrin harcandığı filmler arasına yazılıyor Jupiter Ascending. Bu filmden sonra ise ilk defa bir dizi girişiminde bulunuyor Wachowski kardeşler. Senaryosunu birlikte yazdıkları Sense8’in çekimlerinde, daha önce birlikte çalıştıkları James McTeigue, Tom Tykwer, Dan Glass’dan yardım alıyorlar. Çünkü sekiz farklı ülkede yaşayan ana karakterlere sahip bu dizinin çekimleri dünyanın dört bir yanında gerçekleşiyor ve her bir çekim lokasyonundan bir yönetmen sorumlu tutuluyor.

Sense8 yine, yeniden izleyicileri ikiye bölen bir Wachowski eseri oluyor. Bir yanda diziye bayılanlar bir yanda nefret edenler… İlk sezonu 2015 yılında yayınlanan Sense8, LGBTİ+ karakterleri ve cesur sahneleriyle çok konuşuldu zamanında. Netflix’in yeni yeni popülerleşmeye başladığı bir dönemde yayınlanan Sense8 dizisi ikinci sezonunun ardından ise iptal edildi. Gelen tepkiler üzerine yarım kalan bu diziye iki saatlik bir final bölümü çekilmesine izin verdi Netflix. Yine oldukça felsefik ve özgün bir senaryo fikrine sahip bu dizi, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan ve birbirleriyle duyusal ve de zihinsel olarak bağlı olan sekiz farklı insanın hikayelerini anlatıyor. Kardeşler, yüksek sesle eleştirmek istediği her konuyu bu dizide cesurca dile getirmiş diyebiliriz. Bir dizi için şu ana kadar görülmemiş derecede büyük bir prodüksiyona sahip Sense8 dizisinin çekimleri 13 farklı ülkede yapılmış. Her bir oyuncu çekilen bu ülkelere gitmiş ve sık sık yaşadıkları jetlag dışında pek de şikayetçi değiller bu durumdan. Hatta Wolfgang’a hayat veren Max Riemelt, Wachowski’ler için bir oyuncunun çalışabileceği en iyi yönetmenler diyor. Çünkü yarattıkları karakterler hakkında her şeyi önceden çok kapsamlı bir şekilde kurguladıkları için oyunculara karakter hakkında tüm bilgileri veriyorlarmış ve tüm sorularını cevaplıyorlarmış. Netflix’in 2015 yılında yayınladığı Sense8: Creating the World isimli mini belgeselde, tüm oyuncuların bu durumdan ne kadar memnun olduklarını görebilirsiniz.

Sense8’in ilk sezonunun ardından Andy Wachowski dizinin yönetmenliğini bıraktı ve Lana tek başına devam etti diziye. Bu durum da Wachowski kardeşler için bir ilk oldu. Lana Wachowski ilk defa tek başına bu kadar yüksek bütçeli bir projeye girişmiş oldu. Andy ise hem bahsettiğimiz gibi sinemaya ara vermek istedi hem de kendisinin de kardeşi gibi bir transeksüel olduğunu açıkladı ve bir cinsiyet uyumlama süreci yaşadı. 2016 yılında artık Lilly Wachowski olduğunu duyurdu ve bu süreçteki destekleri için teşekkür etti ailesine. Bu süreçten sonra artık eserlerinde LGBTİ+ topluluğunun sesi olmak istediğini söyledi ve 2019 yılında Work in Progress dizisiyle geri döndü ara verdiği sinema, televizyon işlerine. Work in Progress dizisi de Abby McEnany’nin 2016 yılındaki tek kişilik gösterisinden senaryolaştırılmış bir dizi. Başrolünde kuir bir karakter olan bu dizi hakkında Lilly şöyle diyor: “Gururlu bir trans kadın olarak ekranlarda görmek istediğim bir iş yaptım, dizimizin ne hakkında olduğuyla ilgili yanlış anlaşılmalara izin vermeyeceğim. Bu kısım benim için oldukça tatmin edici. Yalnızca kuir karakterlerin hikayelerini anlatacağım.” Lilly Wachowski artık istekleri konusunda oldukça emin gözüküyor gördüğünüz üzere. Lana ile birlikte çalışmaktan vazgeçeceği konusunda bir şey dememesi ise bizler için umut verici.

Çizgi romanlara ve Tolkien üçlemesine hayran bir şekilde büyüdüklerini söyleyen Wachowski’ler sinemadaki tarzlarının da bu yoğun hayal gücüyle beslendiğini ve bu nedenle çoğunlukla bilim kurgu türünü tercih ettiklerini söylüyorlar. Lilly Wachowski bir eser yaratırken öngörülebilir filmlerden ayrılmak ve de seyirci beklentilerini karşılamak adına yoğun bir biçimde çalıştıklarını söyledi. Lana Wachowski ise yaratım süreciyle ilgili olarak “bilinçlerinin evrenle sürekli bir diyalog haline olduğunu ve bu durumun evrenin açıklanamaz doğasını etkilediğini” söylüyor (gerçekten bu dünyadan olmayabilirler). Irk, cinsiyet, stereotipleri aşmak, seçim paradoksu gibi konuların ise kendileri için en önemli fikirlerin çıkış noktaları olduğunu ekliyor Lana. Şu ana kadar yaptıkları işlerle ne kadar doğru seçimler yaptıklarını kendi gözlerimizle gördüğümüz Wachowski kardeşlerin bundan sonraki işlerini de merakla bekleyen kemikleşmiş bir kitlesi var. Her geçen yılla birlikte bizi daha çok büyülemeyi başaran bir sanat dalı olan sinemaya, kendi değişimlerini yansıtmaktan çekinmeyen, bir hayli zeki ve yaratıcı bu kardeşlere duyduğumuz hayranlığımızı haykırdık böylelikle. İlerleyen yıllarda daha fazla eserin künyesinde Wachowski ismini görmek ümidiyle yazımızı sonlandırıyoruz.