Bu bir The Protector yazısıdır

The Protector ya da Hakan: Muhafız ya da Çağatay’ın dizisi ya da (inanın bunu da duydum) “Iğğğ ee şey gelmiş Netflix’e, Türk dizisi”, hangi isimle anarsak analım artık bir Netflix orijinalimiz var. İlk sezonu geride bırakmış olarak yazıyorum bu satırları.

Netflix’in Türkiye’de bir proje hayata geçireceği, yıllar öncesinin konusu. Haberi en başta alanlar yaklaşık iki senedir 14 Aralık 2018’i bekliyorlardı. Ben de onlardan biri olarak, büyük bir merakla olmasa da asgari bir merakla The Protector’a gün sayanlardandım ve o gün geldi.

Netflix’i açıp ilk elin günahı olmaz, diyerek çocuk gibi dublaj seçenekleriyle oynadım ama Çağatay Ulusoy’u Kapalıçarşı’nın orta yerinde, bir yandan çayını hüpletirken “Look, dad. It’s a brand new store” diye izleyince sinirlerim bozuldu, dikkatim dağıldı. Başa sardım, edebimle dublajsız altyazısız izlemeye başladım.

muhafız-çay-hüpletmek

İlk bölüm bitti, yorumum kendiliğinden ağzımdan çıkıverdi, “Kısa süren televizyon dizisi gibi olmuş sanki…”. Oyunculuk, metin, reji bana yeni bir şey vadetmedi. IMDb’yi açtım, birkaç yoruma baktım, acaba dünya izlemiş de bahsetmiş mi diye meraklandım, henüz ses seda yok. Sonra dedim ki “Oğlum Yiğit, sen çok yükselme, sonra bu lafı yutabilirsin. İzlemeye devam et.” İzlemeye devam ettim.

Herkesin zevkine kimsenin karışamayacağı gerçeğini göz önünde bulundurarak, haddim de olmadığı için kimselere herhangi bir dizi hakkında “Bu dizi olmamış, izleme” demiyorum. Sadece eğri oturup doğru konuşmaya çalışacağım ama çok eğrilirsem lütfen beni düzeltin. Ayrıca Japonların Asimo’su da düşmüştü, hatırlayın. Bu işler düşe kalka.

Seni seçtim Pikachu

The Protector bildiğimiz bir seçilmiş kişi öyküsü. Bir adam bir gün özel olduğunu öğrenir ve maceraya davet edilir. Seçilmiş kişi öykülerine yabancı değiliz, Neo de seçilmişti, Frodo da. Sorun seçilmiş kişi fikrini işlemek değil zaten, Dan Brown’ın dediği gibi, “Anlatılacak tüm fikirler zaten defalarca anlatıldı, bizim büyük fikirlere ihtiyacımız yok, büyük nasıllara ihtiyacımız var.” Yani kısacası, bir öyküyü yeni kılan, ne anlattığınız değil nasıl anlattığınız.

Bazı yorumlara rast geldim, “Televizyon dizileri gibi boş boş bakışlar, uzun uzun şunlar, bitmeyen bunlar yok” şeklinde. Elbette yok. Onlar zaten yoktu, onları biz uydurduk. Bunu normalleştirmiş olmamız asıl sıkıntı, onların varlığı değil. Estetikten çok ekonomik sebepler (hatta mecburiyetler) yüzünden maruz kaldığımız -sadece izleyicilerden değil tüm sektör çalışanlardan bahsediyorum- bu durum, elbette ki gelir modelleri değişince ortadan kalkıyor.

The Protector’ı “televizyon dizilerine kıyasla ohooo, acayip farklı” diye yorumlamak da ne yazık ki bu yüzden doğru değil çünkü artık o kulvarda değiliz. İnternete iş üretince ve bu iş dünyaya açılınca, artık rakipler internetin erişim alanındaki her dizi oluyor. Yani sözün özü, eğer yorumlarımızı kıyaslayarak yapacaksak -ki bence öyle yapmayalım- ama hadi madem yaptık, o zaman da kıyaslanacak diziler Game of Thrones oluyor, Stranger Things oluyor, Twin Peaks oluyor. Televizyonda bir dizi yayınlatmak için zaten yazarı, yönetmeni, oyuncusu kendilerini binbir türlü filtreden geçiriyor, otosansürü de sansürü de her defasında yeniden icat ediyorken, elimizde kalan tek kale gibi görünen internette azami derecede haşarı ve uçarı olmaya çalışmak, denenmemiş olanı denemek hakkımız. İşin eğlencesi zaten burada. The Protector kendince bunu belki denedi ama ne derece bize ulaştı, ondan emin değilim.

muhafız-5

“İlk Netflix yapımımız” diyerek dizinin olmamışlarını görmezden gelmek de olmaz şimdi. Narcos da bir ilkti, Dark da. İkisine de “A aa işe bak, hem ilk hem de iyi” diye şaşırmadık. Dizi akıyor, evet. Sürükleyici şekilde bölümler bitiyor, evet. Ama bunun da temel sebebi 35-40 dakika olması. Beyinlerimize 150 dakika ekrana konsantre olmayı çoktan öğrettik, 35 dakika ödül gibi. Ve bence akıp bitmesi değil, bittikten sonra yeniden izleme isteği uyandırıp uyandırmadığı daha önemli. O istek bende uyanmadı. Uyananların da uyanmasına kimse karışamaz.

2018’in Sultanahmet’i

Dizinin türünü fantastik aksiyon olarak kabul etsek bile diyalog diyalogdur çünkü Orta Dünya’da ya da Westeros’ta değil, 2018’in Sultanahmet’inde, Maçka’sında, Mecidiyeköy’ündeyiz. Dolayısıyla diyaloglar kitaptan olduğu gibi alınmış hissinden maalesef kurtulamamış. Yapay ve gündelik dilden uzak. Genelleme yapmıyorum, hatta Hakan’ın karakterinde bu yapaylığa çok az rastladım ama yan karakterlerin neredeyse tamamı kitap gibi konuşuyorlar, dizide gibi değil. Bir örnek olarak, merak ettiğiniz bir gömleğin yerini sorarken “Peki ya gömlek?” mi dersiniz “Peki gömlek?” mi? E işte ben de onu diyorum. Ama sonuçta herkesin diyaloğuna kimse karışamaz.

Karakterleri ayrı ayrı ele almayacağım ama bence Çağatay Ulusoy tertemiz oynamış, sonuçta süper kahramanı canlandırıyor, beklentimizi arşa çıkarmamıza gerek yok. Bugüne kadar Peter Parker’ı canlandıran oyuncuları ne kadar eleştirdiysek Hakan’ı da o kadar eleştirebiliriz.

Yurdaer Okur’ın canlandırdığı Kemal, tipik bir mentor karakter olarak yerini alıyor. Yüzüklerin Efendisi’nin Gandalf’ı gibi yani. Kahramanımıza yol gösterecek, hayatın sillesini yemiş ve çok şeyleri aşıp geride bırakmış biri. Kemal da öyle bir mentor ama galiba fazla tipik kalıyor. Karakter bile olamadı benim gözümde. Ha eczanesine gider Minoset alırım, o konuda güvenim sonsuz ama… Bir de kızı Zeynep, Hazar Ergüçlü’nün karakteri. Tam seyirci olarak bizler bir farkındalığa kavuşacakken bizim adımıza Zeynep “DEMEK Kİ BÖYLEYMİŞ” diyerek hevesimizi kursağımızda bırakıyor ya da bizlerin zaten anladığı bir şeyi yeniden dile getirerek gözlerimizi devirmemize sebep oluyor. Oyunculuklara lafım yok, maalesef karakterler zayıf.

muhafız-mehmet-yılmaz-ak

Ama özellikle ayrı parantez açılacak bence iki kişi var. İlki Mehmet Yılmaz Ak ve onun muhteşem Christoph Waltz-vari oyunculuğu. Hans Landa’nın psikopatlık seviyesine yaklaşıp gönlümde tahtını kurdu.

Diğer isim için parantezle yetinmeyip paragraf açacağım.

muhafız-1

Uçabiliyor mu bu?

İkinci isim pazarcı kız Ceylan, canlandıran Helin Kandemir. Pazar sahnelerinde önce gülümsedim, baktım Ceylan durmuyor, koyverdim kahkahayı. İzlerken eğlenmek hissi vardır ya, tam olarak o. Keyfim yerine geldi, başa sarıp birkaç kere izledim. Dizinin benim için en güzel sahneleri. Helin, ileride adını çok daha fazla duyacağımıza hiç şüphem yok.

Böyle daldan dala gidiyoruz ama beni anladığınızı hissediyorum, o yüzden devam edeceğim.

Olumsuz yorumların bir kaynağı da, fantastik bir dünya inşa etmek için bizlerin ilkokul sıralarından beri çok iyi bildiği, hep içinde olduğumuz bir dünyanın seçilmiş olması. Harry Potter’ın arabayla uçmasını kabul ediyoruz, çünkü onun dünyasını başka şekillerde deneyimlemedik. Game of Thrones’ta Drogon’un şahlanıp uçmasını da mest olup izliyoruz çünkü o evrenin kuralları bize öyle anlatıldı, orada ejderhaların uçabildiğini kabul ettik. Aslında literatürde bu durumlarda kullanılan, fantastik ya da bilim kurgu türlerinde bir hikaye izlerken devreye giren bir kavram var: Suspension of disbelief. Biz ona inanmazlığın ötelenmesi diyelim. Sokağa çıkınca arabaların uçmadığını, köşeyi dönünce ejderhaların koşuşturmadığını biliyoruz ama bu kavram, izlediğimiz o dünyalarda hikayenin bize en başta “Bizde durum böyle” diye tanıttığı kurallara bağlılığımızı ifade ediyor. Hogwarts’ta işlerin nasıl döndüğüne öyle bir ikna oluyoruz ki, gündelik hayatta olağan olmayan her şey oradayken olağan hale geliyor. Sorgulamıyoruz.

Ancak söz konusu her birimizin ömrünün bir döneminde kilim ya da kahve fincanı takımı bakmış olabileceği Kapalıçarşı olunca, orada yıllardır gizlenen süper güçlü bir gömlek olduğuna inanmak zor geliyor. Gerçi Kapalıçarşı’nın altından Atlantis vari bir yer bile çıkabilir, şaşırmayız ama metrobüsüne bindiğimiz şehrin fantastik güçleri olduğunu bünye hemen kabul edemiyor. Demem o ki, İstanbul’a az biraz aşinaysanız, tüm set zaten sizin işten eve, evden işe gidiş güzergahınız. Harry demişken, diziyi izlerken Lily ve James Potter’ın hikayesini bir hatırlayın, yazarlar da yazarken hatırlamışlar belli ki.

muhafız-6

İstanbul turizmine olası katkıları konusuna itirazım yok, illa ki olacaktır. İşin ticari boyutu böyle, tamam. Ama merak ettiğim, hikaye böyle olduğu için mi İstanbul’u gezdik yoksa İstanbul böyle olduğu için mi hikaye böyle? Hikayeye inananlardanım, o yüzden bu sorunun cevabını boş bırakıyorum.

Gömlek mi içinde?

Şimdi spoiler vermek istemiyorum ama yukarıdaki başlığı yakaladığınız anda izlediğiniz sahne -bilmiyorum o an sinirlerim mi gevşemişti artık- aklıma Kahpe Bizans’ta Yetiş Bey ile İlletyus’un surlarda dövüştüğü sahneyi getirdi. Burayı hızlı geçelim, anektod paylaşmak istedim. Kahpe Bizans da ne güzeldi.

Görsel efektler ne ilgi ne bilgi alanım, çok atıp tutmak istemiyorum ama benim yakalayabildiklerim de (on bölümde üç tane) zaten rüzgar gibi geçtiler. Hiç geçmeseler de olurdu.

Sadece aşağıdaki paragrafta biraz bir spoiler vereceğim, dayanamadım. O yüzden diziyi izlemediyseniz bir sonraki paragraftan devam edebilirsiniz.

SPOILER GELİYOR DEMEDİ DENMESİN.

Senaryo dünyasının sıkı esaslarından biri çatışmadır. Hatta az buçuk ilgili olanların bileceği bir alıntı, Syd Field’ın tanımlaması şöyle der: “Drama çatışmadır. Çatışma yoksa harekete geçen kimse de yoktur, harekete geçen kimse yoksa kahraman da yoktur, kahraman yoksa bir hikaye de yoktur, hikaye yoksa senaryo da yoktur.” Evet bizde görünürde tüm bu maddeler mevcut ama çatışmanın bir diğer tanımı gereği de kahramanla düşmanı aynı şeyi istemelidirler ki çatışma hiç bitmesin, sürekli mücadele etsinler. The Protector’da düşman diyebileceğimiz karakter Faysal, ne yazık ki Hakan’la aynı amacın peşinde değil. Hatta karşımızda, yüzyıllardır Ölümsüzler’in yegane amacı olan İstanbul’u bitirmekten (ya da ele geçirmekten ya da yok etmekten) de oldukça uzaklaşmış, sadece karısına kavuşma derdine düşmüş bir adam var. Karakter Hakan’la yeterince çatışamadığı ama diğer yandan çatıştığının gösterilmesi gerektiği bilindiği için de, bazı zorlamalar var. Tabii bir de bizim karakterlere sempati duymamız değil, onlarla empati kurmamız gerek. Giderayak biz Faysal beye sempati duyunca, işler orada karıştı.

SPOILER GELDİ VE GİTTİ.

Dizinin kamera önünde gördüklerimiz dışında, yapım tarafındaki birçok yeniliği de es geçmemek gerek. Bir defa her şeyden önce, neredeyse tüm Amerikan dizilerinde ve Avrupa’nın da birçok kaliteli dizisinde yıllardır mevcut olan yazar odası (writer’s room) kavramıyla tanıştık ki bu kavram bana kalırsa kamera önüne yansıyan en önemli kamera arkası etkenlerden biri. Dizi projesini üreten bir baş yazar, bir yaratıcı var ancak bölümleri paylaşarak yazan farklı yazarlar mevcut. Senaryo ve yapım ekibinde yer alan yabancı isimlerin de katkısıyla, aslında biz dünya standartlarına kamera arkasındaki birçok anlamda eriştik. Bu bir süreç, birden olmasını beklemek haksızlık olur. Bizim ülkede televizyonun konumu öyle güçlü ki, oradan gelen seyirciye de çalışanlara da yeni bir alışkanlık kazandırmak vakit alacaktır.

Ancak şu da bir gerçek ki büyük ihtimalle dizi Türk yapımı olmasaydı, onu bizim ilkimiz olarak ele almasaydık, alelade bir dizi olarak arşivde yerini alacak, üstüne yazılar da yazılmayacaktı. Çünkü hikayede bir orijinallik ve derinlik, karşımızda sıra dışı karakterler yok. Ve tabii diyaloglar… Zaten senaryoyu sesli olarak birkaç kere okuyunca bu akış problemi anlaşılır. Yineliyorum, kitapta şık durur mu, durur. Ama işte kamera açılınca kitapta durduğu gibi durmuyor meret.

muhafız-4

Umut fakirin ekmeği

Diziyi bitirdiğimde ben genel anlamda şu hisle kalakaldım: Sanki ekip, “Alıştığımız Türk dizisi motifleri olsun ki seyirci yabancılık çekmesin ama madem televizyonda değiliz o zaman biraz da dünya örnekleri gibi olsun ama çok da olmasın ama ama ama…” döngüsüne düşmüş ve onun içinden çıkamamış.

Bir iyi yanı, bir teselli nedir? Netflix’in içeriğe gerçekten kıymet vermesi. Dark’ın son dönemdeki başarısının ardından, yaratıcılarının Netflix’in Avrupa operasyonlarının başına getirilmesi herhalde bu tutumu en iyi ifade eden örneklerden biri. Yerel içerik üreterek bir yerden başlamak gerektiğine duydukları inanç, ilerisi için umut vermeli. Sanıyorum. En azından umut fakirin ekmeği.

The Protector’ın uzak gelecekte görünen ikinci sezonu, belki en azından beni şaşırtmayı başarır ve bu yazıyı yeniden yazmamı sağlar. Bunu umarak, emeği geçenlerin emeğine sağlık diyor ve iyi seyirler diliyorum.