
Capcanlı renkler eşliğinde görünür olmak: Naturally Serein kanalının yaratıcısı Çisem Çakır ile güzellik dünyasına dadanıyoruz
İnternetin o çok sesli kalabalığı içerisinde renkli makyajları ve cilt bakımına dair her bir konuyu özenle inceleyip araştırdığı videolarıyla karşımıza çıkıyor Çisem Çakır. Sanki bizi bizden daha çok düşünen bir hali var ve Naturally Serein adlı YouTube kanalındaki içeriklerini bu kadar çok izlenir kılan biraz da bu sanki; bize işin doğrusunu öğretmek, doğru bilinen yanlışları zihnimizden silmek için burada… Zaman içerisinde videoları üzerinden onunla olan dijital tanışıklığımızı ilerlettikçe dürüst ve sahici tavrına da vurulduk; her zaman nazik ve dost canlısı ama dayatmalara da geçit vermeyen neredeyse mesafeli bir tavır. Dijital alemde tabii dayatmalar çeşit çeşit. Marka ve trendlerle gelişen söylemler bir yana, ekranda kendini gösteren bir kadının nasıl olması gerektiğine dair herkesin söyleyecek çok sözü var. Hele ki güzellik ve cilt bakımı alanında içerikler üretiyorsa… Influencer-takipçi ilişkisi ise muğlaklaştıkça dijital zorbalığa varabilecek yorumlara açılabiliyor. O kişi üzerinde söz hakkına sahip olduğuna dair yanılgılar silsilesi…
8 Mart özelinde farklı kadın deneyimlerine kulak vermek için yola çıkmışken kadınlar üzerinden geliştirilen güzellik algılarını konuşmak için kapısını çalacağımız ilk isimlerden birinin Çisem olmasına hiç şaşırmamak gerek. Çünkü dayatmalara, yer yer toksik yorumlara rağmen tüm özgüveniyle kendini en iyi ve en güçlü hissettiği yerden bizlere seslenmeye devam ediyor ısrarla. Hem de kimseyi umursamadan capcanlı renklere bürünerek. ‘‘Günümüz Türkiye’sinde istediğimizi giymek, sürmek bile cesaret isteyen bir şey haline geldi. Çoğu kadın bu kadar “görünür” olmak istemiyor. Böyle bir isteği varsa bile dizginliyor bunu. Benim giydiğim renkli kıyafetler, makyajlar bile beni oldukça görünür kılıyor zaten’’ diyor, sisteme karşı nasıl bir mücadele verdiğini anlatırken. Biz de onun kanalından öğrendiğimiz renkli makyajlarımızı sürünüyor, içerik üreticiliğinden güneş kremine uzanan bir muhabbete koyuluyoruz.
Fotoğraflar: Kaan Temizkan (Düğme Film)
Biz Dadanizm ekibi olarak içeriklerini yakından takip ediyoruz ama seninle ilk kez tanışacak takipçilerimiz için başa saralım: Seni YouTube’da içerik üretmeye, özellikle güzellik alanında söz söylemeye yönlendiren neydi? Naturally Serein’in çıkış hikayesinden bahsedebilir misin bize?
Aslında ilk başta yemek kanalı olarak ortaya çıkmıştı Naturally Serein; özellikle raw food üzerine… Sonra bir dönem ara verdim bu işe. Bu dönemde de cilt bakımı üzerinde ciddi anlamda kafa yormaya başladım. Aslında hep meraklıydım ama böylesine yoğun bir şekilde olmamıştı hiç çünkü cildimize sürdüklerimizin bu kadar etki gösterebileceğini beklemiyordum. Daha çok yediklerimizin, uykumuzun yani sağlıklı yaşamanın cilde olumlu etkileri olduğunu düşünüyordum. Ama sadece bunlara bağlı değilmiş; cildimize sürdüklerimizin de büyük önemi varmış. Şu anda cildim kullandığım ürünler sayesinde 25 yaşıma göre çok daha iyi mesela. Bunların etkisini kendimde görünce ve anlayınca da insanlarla paylaşmak istedim. Çünkü sosyal medyada çok fazla bilgi kirliliği var; yani yanlış bilgiye ulaşmak çok kolay, doğru bilgiye ulaşmak daha zor. Yanlış bilgiler daha korkutucu bir dille yazıldığı için daha çabuk yayılıyor. Bu yüzden biraz da bu yanlışları düzeltmek için girdim bu işe. Aslında daha çok kendi etrafımdaki insanları aydınlatmak için başlamıştım video çekmeye ama şu anda YouTube’daki kanalım çok büyüdü, üyelerin sayısı 200 bini aştı… İlk başladığımda cilt bakımı konusunda bu kadar detaylı içerik üreten kimse yoktu, zamanla kendi kitlesini yarattı.
YouTube çoksesli bir yer. Onu güzel kılan da bu. Ama bazen doğru ve etkili bilgiye ulaşmak da bir o kadar da zor oluyor. Senin videolarına o yüzden sıkça dadanıyoruz: Her bir konuyu, ürünü çok sağlam bir şekilde araştırarak, deneyimleyerek ve öğrenerek aktarıyorsun bize. İlk hazırlıklardan yayın anına; bir videoyu YouTube’a yüklemeden önce nasıl bir hazırlık süreci izliyorsun?
Aslında her videonun hazırlık süreci aynı olmuyor. Mesela güneş kremi gibi araştırmam gereken bir konu hakkında bir video olacaksa hazırlığı çok uzun sürebiliyor. Belki üç hafta hatta bir ay sürüyor… Süreç konuyu belirlememle başlıyor. Sonra konunun karmaşıklığına göre dört haftaya yakın süre konuyla alakalı araştırmaları taramakla geçiyor. Ardından onları okuyorum tek tek, konuyu çok iyi anladığımdan emin oluyorum. Konuya hakim olanları da, konu hakkında hiçbir bilgisi olmayanları da sıkmayacak şekilde anlatmaya çalışıyorum. Ve tabii uzman görüşü gerekiyorsa ya da konuyla alakalı anlamadığım şeyler varsa mutlaka sorup öğreniyorum. Ondan sonra da videonun senaryosunu oluşturmak kalıyor geriye. O da yaklaşık iki-üç günümü alıyor. Nasıl, ne şekilde anlatayım ya da buradan nereye bağlayayım diye düşünerek bir kurgu yaratıyorum. Sonra da videoyu çekiyorum. Genelde araştırma gerektiren videoların hazırlık süreci uzun sürüyor dediğim gibi; zaten en çok ilgiyi de onlar çekiyor.
Dijital dünya bizden sürekli yeni formatta içerikler bekliyor ve hepsine yetişmemizi bekliyor. Bir YouTuber’ın mesela Instagram’da da, TikTok’ta da, Twitter’da da aynı şekilde aktif içerik üretmesi gerekebiliyor. Bir içerik üreticisi olarak dijital alemlerin bu bitmek bilmeyen içerik talebi ve sürati karşısında sen nasıl bir formül izliyorsun?
Evet, gerçekten birkaç farklı platforma içerik üretmek zor bir iş ve tam zamanlı bir mesai gerektiriyor. Eğer bu işi tam zamanlı yapamıyorsanız en azından iki farklı platformla ilerlemenizi tavsiye edebilirim. Aynı videoyu farklı platformlarda da kullanabilirsiniz ama tabii en ideali her platform için ayrı ayrı video çekmek ve ciddi bir vakit gerektiriyor bu da. Benim kitlemin büyük çoğunluğu YouTube’da olduğu için ben daha çok oraya ağırlık veriyorum. Ama Instagram da, TikTok da çok besliyor gerçekten. Üç mecranın kitlesi de apayrı sonuçta; TikTok’da daha çok Z jenerasyonu varken YouTube çok daha geniş bir kitleye hitap edebiliyor. Şimdilerde “artık YouTube bitti, YouTuber’lar kalmadı kısa videolara talep daha çok” deniyor ama ben öyle düşünmüyorum. Uzun videoları izlemenin başka bir zevki var bence ve daha bir süre de bu ilgi sürecek. Ama tabii şimdilerde kısa videoların trendlerde olması “hızlı tüketim” akımını da destekliyor. Şahsen ben bu işi tam zamanlı yapmadığım için üç ayrı platforma da ayrı ayrı video çekmekte çok zorlanıyorum. Onun için vlog çekersem bu vlog’un kısa halini Instagram’a yüklüyorum, bu şekilde birden fazla içerik çıkarmaya çalışıyorum.
Peki Instagram’da ya da TikTok’da da yer almaya bir strateji doğrultusunda mı karar verdin yoksa sevdiğin için mi girdin buralara da?
TikTok’a herkes gibi pandemi döneminde girdim ben de. İyi ki de girmişim, oradan ciddi anlamda beslendim başlarda. Ama şu anda çok fazla girmiyorum açıkçası çünkü Instagram’a Reels geldi zaten. Ondan önce daha çok TikTok’ta vakit geçiriyordum ve çok ilham verici bir yerdi bence. Ben orada daha çok 30 yaş üstü doktorları, dermatologları takip ediyordum. Onların içerikleri bana daha çok hitap ediyordu. O açıdan düşünüldüğü gibi bir yer değil aslında TikTok. Orada da farklı farklı kitleler var. TikTok’a isteyerek girmiştim yani. Pek stratejikti diyemem zaten, bir işi severek yapmazsanız o iş yürümez.
Bir de malum, dijital zorbalık konusu var. Güzellik alanında YouTube’da içerik üreten bir kadın olarak muhtemelen sen de sıkça karşılaşıyorsun diye düşünüyoruz. (Hatta görüyoruz bazen paylaşımlarından.) Korkunç bir psikolojik şiddet türü bu. Sen neler deneyimliyorsun? Özellikle bir kadın olduğunda söylemler ne yönde değişiyor? Sen tüm bunlara karşı gardını nasıl alıyorsun?
Sosyal medyada bu zorbalığa maruz kalma konusunda yalnız değilim, buralarda içerik üreten herkes buna maruz kalıyor bir şekilde maalesef. Başlarda çok kişisel algılıyordum ama şimdi çok basit bir yöntemle baş ediyorum bu zorbalıkla. Bunu yapan kişi yapıcı bir eleştiri yapmış mı diye bakıyorum, yapıcı bir eleştiri yoksa ortada ciddiye de almıyorum. Ne ben o kişiyi tanıyorum ne o de beni tanıyor, neden ciddiye alayım ki… Hakarete varan yorumlarsa, yapıcı eleştiri değilse cevap vermiyorum. Hatta direkt silip engelliyorum. Mantıklı olan bu bence. Çünkü bunları size söyleyen bir insan sizin içeriklerinizden faydalanmamalı. “O bana bunu yazabiliyorsa benim de engellemeye yapmaya hakkım var” diye düşünüyorum onun için. Görünüşümle alakalı ya da alakasız yorumlar da geliyor “burun ameliyatı olsana” ya da “ bu kılcal damarlarla nasıl video çekiyorsun” gibi… Bunlardan değil de daha çok “ruh hastası” gibi hakaret boyutuna varan yorumlardan bahsediyorum tabii. Sokakta görse yüzümüze söyleyemeyecekleri şeyleri klavyenin arkasına sığınarak çok kolay bir şekilde söyleyebiliyorlar. O yüzden başlarda kafama taksam da artık engelleyip ciddiye almıyorum. Bu yorumlarda bulunan kişiler beni tanımadıkları için kişisel de algılamıyorum.
Güzellik sektörü de aynı modada olduğu gibi, farklılıkları sahiplenen, tek tip güzellik algısının ‘kusurlu’ olarak tanımladığı her şeyi alaşağı eden bir süreçten geçti, geçmeye de devam ediyor. Bunu yeni dünyada geçerli bir pazarlama stratejisi olduğunu söyleyenler de var, sahici bir dönüşüm yarattığını da… Peki sence, tüm bu hamlelerin gerçekten etkili olabilmesi ve bir değişim sağlayabilmesi ne şekilde mümkün? Sahici olan ile reklam amaçlı olanı nasıl ayırt edebiliriz?
Çok güzel bir soru bu. Artık televizyonlarda olmasa da reklamlarda daha fazla gerçekçilik görmeye başladık. Instagram’da filtreler azaldı, sivilceler normalleştirildi. Birçok markanın tanıtımında artık sivilceli ciltleri görebiliyoruz. Çünkü artık herkes bu problemin var olduğunu kabul etti; herkes az ya da çok bu problemle uğraşıyor. Bu normal bir durum ve sosyal medyanın da bunu normalleştirmesi, markaların da bu tutumu sergilemesi benim hoşuma gidiyor. Önceden yüzünde hali hazırda fondöten olan bir kadının cilt bakımı yaptığını görüyorduk mesela. Bu ne kadar sahici olabilir ki? Şu anki durum öncekinden çok daha iyi bence.
Makyaj markaları olmasa da cilt bakım markalarının bu trende uyması gerektiğini düşünüyorum. Zaten Z jenerasyonuna hitap etmek istiyorlarsa bunu yapmak zorundalar. Yoksa baştan kaybederler. Sosyal medyada eleştirilere maruz kalmak istemiyorlarsa zaten sahici olmak ve bu konuda reklam yapmak zorundalar. Pazarlama stratejisi olarak kullanıldığında dahi bunun olumlu bir etkisinin olduğu kesin; her şeyin iyi bir yöne gitmesine katkı sağlıyor. Kore markalarını örnek verebilirim bu konuda. Daha önceden bu kadar eleştiri almıyorlardı ama artık alıyorlar. Çünkü hâlâ fondötenlerinde sadece iki-üç renk bulunuyor. Yani farklı cilt renklerine açık değiller. Bu nasıl olabilir diye şaşırıyor insanlar da elbette; hele ki globale açılıyorsan daha çok renk çıkarmak zorundasın. Avrupa, Amerika markaları 40 farklı renkle piyasaya çıkıyorlar. Onun için artık hiçbir bahaneye yer yok bu açıdan. 10 farklı nemlendirici çıkartıyorsan 10 farklı fondöten çıkarmak zorundasın.
Yine bir Kore markasını örnek vereyim. Mesela reklamlarında siyahi mankenlere yer vermişler ama bu mankenlerin ellerini Korelilerle değiştirmişler. Photoshop kullanarak Koreli mankenlerinin ellerinin cilt rengini değiştirmişler… O yüzden hakikaten sahici olmaya önem vermeleri gerekiyor, öbür türlüsü kendini açık ediyor çünkü filtreler, Photoshop hamleleri bir şekilde anlaşılıyor. Ne gerek var ki buna? Bunu çok iyi olarak bildiğimiz markalar da yapabiliyor bazen. O yüzden sahici olma konusunda özen göstermeliler.
Bir de tabii markaların ‘‘dürüst’’ olma meselesi var. Artık biz de tüketici olarak daha bilinçliyiz ama içeriklerinden üretim koşullarına, bir markayı değerlendirirken nelere dikkat etmemiz gerekiyor?
Türkiye şartlarında artık değerlendirmelerimiz daha farklı bir hal aldı çünkü cilt bakım ürünleri çok pahalılaştı. Benim gördüğüm kadarıyla herkes fiyat-performans dengesini gözetiyor daha çok. Alım gücü çok düştüğü için artık ihtiyaç olarak değil lüks tüketim olarak görülüyor bu ürünler. Bunun yanı sıra içeriklerin nereden temin edildiği, yüzde kaç oranında kullanıldığı, üretildiği yer, markanın çıkış hikayesi, çalışanlarına olan davranışları gibi birçok kriter bizim markayı algılayış biçimimizi etkiliyor.
Yurtdışından örnek vereyim mesela; The Ordinary’nin bu anlayışta önemli etkileri oldu. Kurucuları çalışanlarına çeşitli haksızlıklar yaptığı için sosyal medyada linç edilmişlerdi. Markaları çok iyi olsa da boykot edildiler. Aynı şekilde Drunk Elephant markası da çok ünlü ve iyi bir markadır ama web sitelerinde bilimsel altyapısı olmayan açıklamalar var. Daha kötüsü markanın kimyageri, koordinatörü alttan alacaklarına çıkıp bu şekilde açıklamalar yapmaya, “biz böyle bir markayız, bizi kabul eden böyle kabul etsin şeklinde” demeye devam ettiler. Şu an bildiğim kadarıyla Amerika’da ciddi bir şekilde boykot ediliyorlar.
Bir kısım insan da kullandığı ürünün vegan ya da sürdürülebilir ürünler olmasına dikkat ediyorlar. Herkesin bir markadan beklentisi farklı tabii ki. Ben mesela nerede yapıldığına dikkat ediyorum; Kore, Japonya, Avrupa, Amerika markasıysa eğer zaten belli standartlardan geçmiş oluyor ürünler de. Türkiye’de aynı şekilde güvenli bu arada. Avrupa Birliği’nin kozmetik mevzuatına uygun şekilde yapılmak zorunda ürünler (eğer merdiven altı ya da el yapımı ürünler almıyorsanız). Ama mesela Türkiye’de hiç kozmetik hammaddesi üretimi yok, maalesef yurtdışına bağımlıyız. O yüzden markaların neyi nereden temin ettiği de önemli; Çin’den gelirse ucuz oluyor, Avrupa’dan gelirse fiyatlar otomatik olarak yükseliyor. Türkiye’deki dermokozmetik markalarının fiyatlarına baktığımızda Avrupa’dakiyle çok farklı olmadığını görüyoruz bu yüzden. Paketleri bile yurt dışından geliyor zaten. Ben de genel olarak bunlara dikkat ediyorum ve kitleme uygun ürünlere bakıyorum.
Evet, dediğin gibi bizden önceki kuşaklarla kıyaslayınca ben de artık bu “estetik akımı”ndan etkilenen insanların sayısının arttığını görebiliyorum. Sanırım o “mükemmel kadın”a daha çok benzemek için insanlar kendilerinde bu standartlara uymayan özellikleri değiştirmeye çalışıyorlar.
Bu arada, herkesin nasıl gözükmek istediği kendine tabii ama estetik müdahalelerin bu kadar yaygınlaşmış olması hakkında ne düşünüyorsun? Bilhassa her daim genç kalma arzusu hakkında…
Benim kanalıma konuk ettiğim doktorlardan bazılarının da estetiğe teşvik ettiklerine şahit oluyorum. Bana “sen çok geç kalmışsın, kırışıklıkların yüzüne yerleşmemesini istiyorsan botoks yaptırmalısın” diyenler oluyor. Şaşırıyorum ben de bu yorumlara, daha uzun yıllar bu tarz işlemler yaptırmayı düşünmediğim için bana ilginç geliyor. Doğal olmayı seviyorum ben, daha ne bir botoks ne bir dolgu yaptırdım. Ve benim gibi kadınlar da az da olsa var sosyal medyada, yalnız değilim.
Doğal bir biçimde yaşlanma konusunda acaba bizim çağımızla ilgili bir sıkıntı mı diye düşünüyorum. Sadece kadınlar değil, erkekler için de geçerli bu. Friends: The Reunion ya da Matrix’in son filmini düşünüyorum. Karakterlerin dönüşleriyle ilgili yaptığımız yorumlar hep yaşlanıp yaşlanmamalarıyla ilgiliydi mesela; “ne güzel yaşlanmış” ya da “estetik kurbanı olmuş” gibi. Bizim bu yaşlanma takıntımız nereden geliyor sence?
Evet, çok ilginç bir takıntı bence de ve nereden geldiğini bilmesem de bizim jenerasyonu çok etkilediği kesin. Belki sebebi bizden önceki jenerasyonun çok fazla kameralarla, sosyal medyayla haşır neşir olmaması olabilir. Kendilerini bu kadar çok görmüyorlardı. Şu anda sürekli elimizde kamerayla geziyoruz; selfie’lerde, Zoom toplantılarında kendimize bakıyoruz ve sosyal medyada sürekli birilerinin fotoğraflarına maruz kalıyoruz. Dolayısıyla da kendimizi kıyaslıyoruz. Her ne kadar kameralar gerçeği yansıtmıyor olsa da bence sebebi bu. Şimdilerde üç farklı kamerayla fotoğraf çekilince üç farklı cilt, yüz görüyoruz. O yüzden sosyal medyanın gerçekleri yansıtmadığının farkında olmalıyız. Bir de sürekli bu fotoğraflar üzerinden yargılanıyoruz. Altına “sen şöylesin, böylesin” diye bir dolu yorum yazıyor insanlar. Bu şekilde yorumlar ve beğeniler almak psikolojimizi etkileyen ve tetikleyen bir şey. Dış görünüşümüzle uzlaşmak adına tetikleniyoruz sürekli.
Bu arada önceden anti-aging adı altında pazarlanan kozmetik ürünleri şu anda well-aging ismiyle pazarlanıyor; yaşlanma karşıtı değil de “iyi” yaş alma şeklinde bir pazarlama stratejisi güdülüyor. İyi bir şekilde yaş almak da nasıl oluyor derseniz, cildinize iyi bir şekilde bakmakla oluyor. Bol antioksidan içeren güneş kremleri ya da nemlendiricilerin olduğu basit bir rutininiz varsa zaten bunlar sizin yaş almanızı da etkiliyor. Zaten cildine iyi bakan insanlar geç yaşlanıyorlar bence. İnsanlar genelde cilt bakımının güzellik merkezlerinde yapılması gerektiğini düşünüyorlar ama bunu evde de doğru bir şekilde yapmak gayet mümkün aslında. Çünkü zaten cildin ihtiyaçları belli; iyi nemlendireceksin, düzenli güneş kremi süreceksin, bol antioksidan uygulayacaksın… Bunları yaptığımız sürece zaten sağlıklı bir cildimiz oluyor. Tabii cildimizi kullandığımız ürünler dışında uyku da, beslenme de etkiliyor; hepsi bir bütün.
Güzellik sektörünün kadınlara gizliden gizliye dayattığı en kötü şey nedir sence? Bilelim, biz de gardımızı alalım 🙂
“Temiz içerik dayatması” diyebilirim bu soruya. Temiz içerik diye bir şey olduğunu düşünmüyorum ben. Sadece bazı içerikler bazı kişilere uymayabiliyor. Mesela sürekli parabensiz, silikonsuz, mineral yağsız etiketleri görüyoruz ürünlerin üzerinde. Bu etiketler insanlara sanki bunlar kötü içeriklermiş algısı yaratıyor. Kötü içerik diye bir şey yok aslında her şey kimyasal, su da kimyasal. Dolayısıyla içerikleri böyle şeytanlaştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Şu an piyasada kullanılan ürünlerin çoğu güvenli, sadece bazıları bazı cilt tiplerine uymayabilir. Mesela benim cildim mineral yağlarla iyi geçinemiyor ama kuru ciltler için olmazsa olmaz bir içerik olabilir bu yağlar. Aynı şekilde ben silikon içeren ürünleri ciltte bariyer oluşturduğu için çok seviyorum ama bazı ciltler sevmeyebilir. Ya da ben sülfat içeren ürünlerin cildi çok kuruttuğunu düşünüyorum ama sizin yağlı bir cildiniz varsa bu ürünlerden yararlanabilirsiniz. Bu yüzden bir ürün “temiz içeriklidir” diye bir kavram yok bence. Bunu büyük bir pazarlama stratejisi olarak kullanıyorlar. Ben bunu devamlı söylememe rağmen insanlar bana hâlâ “temiz içerikli bir nemlendirici önerebilir misin” diye soruyorlar. Temiz içerikli diye bir çeşit yok, cilt tipine göre değişen nemlendiriciler var örneğin. Bu durumun farkında olmak gerekiyor yani. Markalara da bu terimi kullanmamaları konusunda müdahale etmişliğim var. Çünkü yanlış olduğunu ve insanları yanlış yönlendirdiğini düşünüyorum. Markalar bu şekilde “ben iyiyim, diğerleri kötü” algısı yaratmaya çalışıyorlar. Bence bu haksız rekabet yaratıyor ve doğru değil.
Euphoria’dan RuPaul’s Drag Race’e, bir süredir televizyonda ve popüler kültürde müthiş makyajlar görüyoruz. Renkli ve gösterişli makyajların yükselişinde insanı mutlu eden bir şeyler var gerçekten. Ve bu makyajlar bizi daha da görünür kıldığı için bir taraftan da cesaret istiyor sanki. Ne düşünüyorsun, gerçekten artık daha mı cesuruz? Ve sence Z kuşağı bu trendleri ne şekilde etkiliyor?
Son zamanlarda, özellikle Euphoria sayesinde, aşırı parıltılı, gösterişli göz makyajları yaygınlaştı. 90’larda, 2000’lerin başında genç olmuş biri olarak kesinlikle eskiye göre çok daha cesur olduğumuzu söyleyebilirim. O zamanlar makyaj bu kadar ön planda değildi, makyajın bu kadar yaygınlaşması tamamen YouTube sayesinde oldu bence. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren çığ gibi büyüyen bir trend haline geldi. Eskiye göre birçok yeni makyaj markası çıkarıldı ya da eskiden çok satan ama şimdi piyasadan silinmiş birçok marka var. Makyaj artık daha cesur, daha ilgi çekici ve biraz da maske gibi, “savaş boyası” gibi şeyleri temsil ediyor. Böyle cesur makyajları dış dünyaya karşı giydiğimiz bir zırh gibi düşünüyorum ben. Bunun da bir tür geçici trend olduğunu düşünüyorum, makyajlar hep böyle olmayacak. Bir yerde etkisini kaybedecek. Ama benim açımdan şu anda bir kıyafet trendinden farklı değil. O da beni tamamlayan bir unsur diye düşünüyorum.
Kadınlar olarak yediğimize, içtiğimize, giydiğimize, sürdüğümüze karışan eril bir sistemin tam ortasındayız. Dilediğimiz gibi var olabilmek için çetin bir mücadele veriyoruz. Peki seni en çok neler güçlü kılıyor ve bu sisteme kafa tutabilmek ne yollarla mümkün?
Günümüz Türkiyesinde istediğimizi giymek, sürmek bile cesaret isteyen bir şey haline geldi. Çoğu kadın bu kadar “görünür” olmak istemiyor. Böyle bir isteği varsa bile dizginliyor bunu. Benim giydiğim renkli kıyafetler, makyajlar bile beni oldukça görünür kılıyor zaten. Sırf bununla bile dış dünyaya bir şekilde bir mesaj veriyorum aslında. Beni bu noktada güçlü kılan şey ise başkalarının ne dediğini umursamamak oluyor. Umursuyor olsaydım ben de dikkat çekmemeye çalışırdım mesela. Bunun dışında sadece dış görünüş olarak bakmamak gerekiyor olaya; aynı zamanda ruhumu da beslemeye çalışan bir insanım ben. Kendime vakit ayıran, kendimi sürekli geliştirmeye çalışan, sürekli araştırma yapmaya çalışan, hiçbir zaman “ben oldum, tamamım” demeyen biriyim. Bunların hepsi beni güçlü kılıyor zaten.
Sayende kremsiz Güneş’e çıkma konusunda daha temkinliyiz ama sence günlük hayatımıza yerleşmiş doğru bildiğimiz yanlışlar neler? Bugün itibariyle bir şey değiştirecek olsak ilk ne ile başlamalıyız işe
Çok basit ve minimal rutinlerle başlayabiliriz, bunlar bile birçok şey için yeterli oluyor. Eğer yüzünü yıkıyor ve nemlendiriyorsanız bile zaten yapmanız gereken çoğu şeyi yapmışsınız demektir. Güneş kreminizin de bu rutininiz içinde olması gerekiyor tabi. Sadece yazın değil yıl boyu sürmeliyiz; böylelikle cildimizi sürekli olarak güneşin zararlı ışınlarından, yaşlanmadan korumuş oluyoruz. İnsanlarda “kışın neden güneş kremi süreyim ki” şeklinde yanlış bir algı var mesela. Sebebi yılın her vaktinde gelen güneş ışınlardan cildimizi korumak… Ayrıca biz genetik olarak lekelenmeye çok yatkın bir toplumuz, o yüzden güneş lekelerine karşı tüm sene güneş kremi kullanmalıyız.
Toplum olarak yanlış yaptığımız şeylerden bir diğeri ise temizlik meselesi. Çok sert bir şekilde ve de sabunla temizliyoruz cildimizi. Cilt pH’ımızı bozduğu için sabun kullanmamız gerektiğini ya da kullanıyorsak da pH’ı dengeli olan sabunları tercih etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Piyasadaki sabunların genelde pH değeri çok yüksek oluyor bu nedenle cilt bariyerini bozup daha büyük sorunlara sebep olabiliyorlar. Bunun dışında cilde kese yapmamak lazım, hâlâ kese yapan birçok insan olduğunu biliyorum. Vücuda belki yapılsa bile yüz için çok sert bir temizlik yöntemi.
Sosyal medyada gördüğüm yanlışlardan bir diğeri de asitli ürünler faydalı diye bu ürünlerin çok fazla kullanılması. Asitlerin her gün kullanılmaması gerekiyor, cilt zaten kendini belirli bir süre sonra yeniliyor ona bu yenileme için fırsat vermemiz lazım. Asit oranı çok yüksek olan ürünler çıktı şimdilerde ve bu ürünleri gereğinden fazla kullanan insanlar var. Bunun yanı sıra “yağlı cilt nem istemez” şeklinde bir algı var bir de. Bu hatayı ben de uzun yıllar yaptım ama meğer ben normal ciltli bir insanmışım. Ben nemlendirici sürmediğim için cildim yağlanıyor, kendi kendine sebum üretiyormuş. Onun için yağlı ciltli kişilere doğru nemlendiriciyle ciltlerini nemlendirmelerini öneriyorum. Yanlış nemlendiriciler cildi çok daha kötü bir hale getirebiliyor. Cilt için doğru ürünleri seçmek herkes için çok önemli. Bu konuda da elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum ben…
Son olarak, eğer cildinize hiçbir şey sürmüyorsanız birden, aynı anda birçok ürünü kullanmaya başlamak iyi bir fikir değil. Bu da cilde zarar veriyor, cilt neye uğradığını şaşırıyor. Rutininize ürünleri yavaş yavaş dahil etmeniz gerekir. Hatta mümkünse geniş alanlara uygulamadan önce yama testi dediğimiz yöntemle, cildimizin bir kısmında ürünü denemek gerekiyor. Her ürün her ciltle anlaşacak diye bir kural yok malum. Alerjik reaksiyonlara kadar varabiliyor bu durum. Cildinizi kullanacağınız ürünlere alıştırarak yol alın; önce nemlendiriciye sonra asit ürünlere sırayla başlayın mesela. Cildi dinleyerek, anlayarak gitmek gerekiyor cilt bakımında. Doğru ürünü bulduktan sonra da yola onunla devam etmek gerekiyor.