Nefret söylemiyle mücadele etmenin bir reçetesi yok ama hepimizin bireysel sorumlulukları var: Medya ve Göç Derneği’nden Dilan Taşdemir ile deprem bölgesinde yaşananları konuştuk

6 Şubat Pazartesi günü Kahramanmaraş’ta saat 04.17’de meydana gelen 7.7 ve aynı gün Elbistan merkezli 7.6 büyüklüğündeki iki deprem, Türkiye’deki en az 10 ili etkiledi. AFAD’ın paylaştığı son resmi verilere göre depremde can kaybı sayısının 41 bin 156’ya yükseldi; depremlerin ardından 6.212 artçı deprem meydana geldi. Depremden etkilenen milyonlarca insan arasında mülteci ve göçmenler de var.

Hepimizi etkileyen bu depremlerde, mülteci ve göçmenlere yönelik yanlış bilgilerin, hedef göstermelerin ve nefret söyleminin yayıldığını da görüyoruz maalesef. Çatışmayı ve toplumdaki kutuplaştırmayı artıran bu nefret söylemlerini, dilimizi nasıl değiştirebileceğimizi Medya ve Göç Derneği’nden Dilan Taşdemir ile konuştuk. Taşdemir, hepimizin bir gün nefret söylemi mağduru ya da faili olabileceğimize dikkat çekerek, bireysel sorumluluklarımıza vurgu yapıyor: ‘‘Özellikle mülteci ve göçmen nefreti günlük hayatta çok fazla ve çabuk karşılık bulan şeyler. Bu söylemler saldırlara ve linç girişimlerine dönebiliyor. Bu nedenle huzur ve barış içinde herkesin haklarını gözeterek yaşamak için bireysel sorumluluklar da almak gerekiyor.”

Neden herhangi bir kriz anında nefret yöneltilen ilk grup göçmen ve mülteciler ya da marjinalleştirilmiş gruplar oluyor?

Yalnızca herhangi bir kriz anında değil aslında, genel olarak göçmen ve mülteciler nefret söylemine uğrayan gruplardan oluyor. Temel nedeni de toplumların, sermayenin ve medyanın “öteki” ihtiyacı. Bu öteki ihtiyacı üzerine onlarca kuram var, nedenleriyle açıklanmaya çalışılıyor. Ama buna ihtiyaç olduğunu aslında en iyi pratikte görüyoruz. Sağ popülizmin ya da milliyetçi bir ideolojinin kendini var edebilmesi için birtakım grupları ötekileştirmesi gerekiyor. Yalnızca Türkiye’de var olan bir durum değil bu. Ötekileştirici ve kutuplaştırıcı siyaset üzerinden kendisini var eden bir siyasetin ürünü, bir grubun ya da grupların nefretle karşılaşmasına neden oluyor. Üstelik bu ötekiler hiçbir zaman bitmiyor; yeni ötekiler de var oluyor çünkü daima öteki üzerinden yürütülen bir anlayış var.

Medya ve medyada öne çıkmış birçok ismin göçmen ve mültecilere yönelik nefreti artırabilecek ifade ve söylemlerini görüyoruz. Etki alanlarının da büyüklüğünü düşününce medya ve medya figürlerinin yayınlarını siz nasıl değerlendirirsiniz? Özellikle etki alanı yüksek gazeteci ve ünlü isimlere uyarılarınız/önerileriniz var mıdır?

Öncelikle gazetecileri tamamen farklı bir yere koymak gerekiyor. Çünkü gazetecinin mesleki bir tanımı ve sorumlulukları var. Gazeteciler; doğru, tarafsız, dürüst, halkın haber alma hürriyetine erişmesini sağlayan, kamusal sorumluluğu olan figürler. Dolayısıyla gazetecilere yönelik uyarı ve önerilerimiz çok somut. Tüm gazetecilere görevlerinin halkın tarafsız haber almasını sağlamak olduğunu hatırlatarak bu görevin devamı olarak halkı provoke etmek, bir grubu hedef göstermek, yanlış bilgi vermek ve yaymak gibi eylemlerden kaçınmaları gerektiğini söylüyoruz. Çünkü gazetecilerin görevi, tüm bunlarla mücadele etmek aynı zamanda.

İş, ünlü figürlere geldiğinde farklı bir durum var. Hepsi kendi alanlarında, kendi mahallesinde var olabilmek için mahallenin jargonunu konuşuyor. Gazetecilerin bir mahalleye ait olması etik olarak zaten mesleklerine aykırı olduğu için onlara spesifik uyarılarda bulunabiliyoruz. Fakat ünlü isimler zaten kendi “mahallerini” yaratan kişiler ve hedef kitlelerini kaybetmemek için egemen anlayışa uygun söylemlerde bulunabiliyorlar. Burada herkese olduğu gibi ünlülere de yarattıkları ve kullandıkları bu dilin sorumluluklarını alıp alamadıklarını soruyoruz. Örneğin biz Medya ve Göç Derneği olarak, “Bütün Afganlar hırsızdır” gibi bir söylemin ardından 10 yaşında Afganistanlı bir çocuk okulunda şiddet görüyorsa bunu raporlaştırıyoruz. Böylece “Bakın, sizin de kullandığınız ve yaygınlaştırdığınız bu söylemin sonucu bu olabiliyor” şeklinde uyarılarımız oluyor. Bu noktada çağrılarımız hem önlem hem uyarı oluyor. 

Öğrenebildiğimiz kadarıyla Suriyeli oldukları için yardım istemeye çekinen aileler olduğunu gördük. Şu an deprem bölgesinde mülteciler ne durumda? Depremin yıkıcı etkilerinin yanı sıra nasıl sorunlarla mücadele etmek zorunda bırakılıyorlar?

Ekibimizden bir grup sahada ve sahadaki diğer gruplarla da iletişim halindeyiz. Ancak yanıtlaması en güç soru bu. Şu an sahadaki herkesle sorun çözmeye yönelik bir iletişim içindeyiz. Depremden etkilenen 10 il, mültecilerin de İstanbul’dan sonra en yoğun olarak yaşadığı şehirlerden. Milyonlarca depremzedenin arasında Suriyeli mülteci ve göçmen depremzedeler var. Deprem öncesinde de had safada olan ve her geçen gün artan ayrımcı ve nefret söylemler vardı. Sokağa çıkmaya bile çekindikleri bir ortamdan, enkaz altında “Arapça bağırmadım; gelmezler diye korktum” diyenleri duymak bizi kahrediyor tabii ki. Bunları duymak bizim için çok acıyken, yaşayanlar için elbette çok çok daha acı.

Bizim duyumlarımız ve gelen destek talepler var. Komple bir çekince hali var, bu zaten son 12 yılın getirdiği bir çekince hali. Barınma sorunu çok büyük. Mersin’deki KYK yurtlarına yerleştirildikten sonra ırkçı provakasyonlar nedeniyle çıkartılmak zorunda kaldılar. “Gördüğünüz suriyeliyi, mülteciyi avlayın”a dönüşen algısı, insanları yemekten de, sıcak bir yerde barındırmaktan da vazgeçirtir. Bir yandan yokmuş gibiler zaten.

Bundan sonraki süreçte bu söylemler ve ayrımcılığın derinleşeceğini düşünüyor musunuz?

Bizi çok daha ağır bir sürecin beklediğini düşünüyoruz açıkçası. Herhangi bir önleyici mekanizma kurulmadı çünkü bugüne kadar. Hatta üstüne, mültecilerin hayatlarını daha da zorlaştıran birtakım uygulamar yürürlüğe girebiliyor.

Bu insanların geldikleri ülke 12 yıldır savaş içinde, zaten kimseleri yok ve şimdi de milyonlarca insan gibi depremzedeler. Bir de üstelik daha önce hiç gitmedikleri şehirlerde daha fazla ayrımcı ve nefret söylemlerle de karşılaşabilecekler.

Böylesine büyük ve toplumsal etkisi olan bir olayda, çatışmanın önüne geçmek mümkün mü? 6 Şubat depremleri çatışmayı derinleştirmiş gibi görünse de tersi mümkün olabilir mi?

Hem Medya ve Göç Derneği hem de kendi adıma konuşarak, “Evet, tersi mümkün” diyebilirim. Böylesine büyük ve toplumsal kriz anlarında hem çatışmanın en derinini hem de buradan çıkış ihtimalinin en fazla olduğu anları görürüz. Çünkü bir yanda derinleşen çatışma varken diğer yanda da büyüyen dayanışma var. Türkiyeli depremzedelerden, “Biz 12 yıldır sizin ne yaşadığınızı bilememişiz. Evinin başına yıkılmasını, çocuklarının gözün önünde yıkıntıların arasında kalmasını anlamamışız. Yıllarca size gidin savaşın demişiz ama bunların ne demek olduğunu bilmeden demişiz” gibi sözler duyuyoruz. Böyle gelişmeler de oluyor bir yandan… Dolayısıyla doğru bir söylemle doğru kanallardan giderek bir arada yaşamın zemini de kurulabilir diye düşünüyoruz. Bu arada vurgulamak lazım, çatışma kendiliğinden derinleşmiyor, derinleştiriliyor. Biz medya izleme raporlarımızdan bunu görebiliyoruz. Bu derinleşmenin yanı sıra ufacık bir sağduyu çağrısı bile bir sürü insanın geri adım atmasına vesile olabiliyor.

Yine sosyal medyada yanlış bilginin yanı sıra mülteci ve göçmenlere yönelik nefretin arttığını gördük. Nefret dili ve söylemleriyle mücadele etmek için bireysel olarak neler yapılabilir? 

Hak savunucu geçmişi de olan biri olarak ben, geçmişimde empati kurmaya karşıydım fakat gerçekten karşındakinin yerine kendini koyma meselesini düşünmeye başladım. Nefret dilini kullanırken bir gün bu dilin sana karşı kullanılacağını bilmek mesela… O an hissedeceğin şeyi; şu an başkalarına hissettirdiğini bilmek. 

Ve elbette bir arada yaşamaya dair daha çok düşünmemiz gerekiyor. Bunun devamı olarak, derinleşen nefret ve çatışma ortamının günün sonunda aslında kendi hayatını da etkilediğininin farkına varılması gerekiyor. Şu an Türkiye’de doğan ikinci kuşak mülteci ve göçmenler kendini dışlanmış hisseden, öfkeli bir kitle olacak. Dolayısıyla barış ortamının olmaması herkesin hayatını zorlaştıracak. Herkes bireysel olarak sorumluluk almalı ve gerçekçi olmalı. Şöyle ki bu vaadi verenler bile biliyor ki şu an Suriyeli ve Afganistanlıların gidebilecekleri bir senaryo çok da gerçekçi değil. Yapıcı ve gerçekçi tüm politikalar tartışmalı elbette ancak şu an bir arada yaşıyoruz. Bu bilgiyi kabul etmemiz lazım. Ve en önemlisi bunu medyanın da kabul etmesi ve bu yönde yayın politikaları benimsemesi lazım.

Her birimiz binlerce prototiple büyütülüp eğitiliyoruz. Ancak farkında olmamız gereken şeylerden biri de şu: Her an nefret söyleminin faili de, mağduru da olabiliriz. Biz, nefret söylemine şöyle bir arka plan oluşturduk: Nefretin Arapça karşılığı “nafra” ve kökeni kaçınma demek. Eğer sahip olduğunuz ideolojiniz size çatışma ve nefreti buyurmuyorsa, kaçınma duygusunun çok ciddi anlamda bir nefret ve nefret söylemi getirdiğini fark ediyoruz. Tanımadığından kaçarsın; tanımadığından korkarsın, korunmaya çalışırsın. Mülteciler de en bilinmeyen gruplardan. Fail olmamak ve bireysel olarak nefret söylemiyle mücadele etmek için karşı tarafın kim olduğunu bilmeye gayret etmek de önemli bir çaba.

Birçoğumuzun sıradanlaştırdığı bazı söylemler aslında ayrımcılığı tetikliyor. Mülteci ve göçmenleri ayrıştıracak, ırkçılığa varan sözcükler ve ifadeler neler?

Terminolojik olarak bir örnek verecek olursam, “kaçak” sözcüğünü kullanmamalıyız. Çünkü bu sözcük hukuki anlamda bir kaçışı ifade ediyor. Türkiye’deki mültecilerin tamamı uluslararası sözleşmelerdeki tanıma uyuyor. “1951 tarihli BM Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme ve 1967 tarihli Mültecilerin Statüsüne İlişkin Protokol kapsamında mülteci olarak tanınmayan ve vatandaşı oldukları ülkeye, vatandaşlıkları yoksa mutat ikamet ülkesine, dönemeyen veya geçerli kabul edilen sebeplerle dönmek istemeyen kişiler” şeklinde tanımlar. Bu nedenle “kaçak” olarak görülmeleri ve bu şekilde adlandırılmaları yanlış, bu insanlar mültecidir.

Bu koşullarda bir başka ülkeye kayıtsız ya da resmi işlemler tutulmaksızın geçiyorsa “düzensiz geçiş” yapılmaktadır diyoruz; kavramsal karşılığı budur. Ve biliyoruz ki özellikle savaş halinde olan, yardıma ihtiyacı olan herkese tüm dünyanın yardım etmesi gerekir. Mesela Ukrayna ile birlikte, olması gerektiği gibi, bunun örneklerini gördük. Ancak iş Ortadoğu’ya geldiğinde insanların tahliyesine ilişkin bir girişimde bulunulmadığı için insanlar kendi girişimleriyle bir şeyler yapmaya, “kaçmaya” çalışıyorlar.

Bir diğer önemli adım da genellemelerden kaçmak. Örneğin “Bu Suriyeliler hırsız” gibi. Suç şahsi ve kişiyle alakalıdır. İyi de olsa, kötü de olsa sıfat kullanılmamalı. Çünkü bu sıfatlar genellemeye neden oluyor. O sıfatı herhangi bir mensubiyetle bağdaştırmamak gerekiyor.

Medyanın üzerine düşen sorumluluklar neler? Medya çalışanlarına ve gazetecilere vereceğiniz öneriler/ uyarılar var mıdır?

Burada da yine en temel kural genellemeden kaçmak olacaktır. Nasıl ki bir fail, Türk olduğunda bu veri haberde yazılmıyorsa başka ırk, din ve köken bilgileri de verilmemeli, kullanılmamalı. Çünkü haberin yazılma nedeni; hırsızlık. Bunun ırk, etnik köken ya da inançla bir ilgisi yok.

Gazetecilere ayrıca mültecileri daima kötü hikayelerle haberleştirmemelerini söylüyoruz. Savaştan kaçan, çok kötü hayatlar yaşadıklarını söyleyen ve sürekli ajitasyon içeren haberler üretmek ve paylaşmak mültecilerin yalnızca kötü koşullarda, açlık ve sefalet içinde yaşayabilen insanlar olarak hafızalarda yer etmesine neden oluyor. Bu algıda otobüste, iş yerinde kısacası günlük hayatta karşılaştığımız mültecilere, “En kötü hayatı yaşayacaksan yaşa, ama benimle eşit fırsatlarda yaşamak istiyorsan benim bu ülke için ödediğim bedelleri sen de ödeyeceksin” şeklinde bakmamıza neden oluyor. Ama burada şöyle bir durum var, o insanların bu “bedelleri” ödeme imkanı yok. Aşırı iyi ve başarılı örnekler ve hikayeler de mültecilere yalnızca bu kadar iyi ve başarılı olursan benim ülkemde kalmaya layık olabilirsin bakışının gelmesine neden olabiliyor.

“Yıllardır mülteciler çok iyi koşullarda yaşıyor, hastaneye gidebiliyor, para alıyor” gibi söylemler o kadar çok söylendi ve yaygınlaştı ki… Bir haberciye doğru haber yapın demek bizim sorumluluğumuz olmamalı ama ne yazık ki Türkiye medyasına baktığımızda hepimize düşen bir sorumluluğa dönüştü bu. Yanlış haber yapmayın, kimseyi provoke etmeyin diyoruz hâlâ. Çünkü bu yerleşen söylemleri yanlışladığımızda bile “Ben bilmem, yine de gitsinler” yanıtlarını alabiliyoruz. Tam da bu nedenle nefret söylemiyle mücadele etmek çok zor, çünkü her şey iç içe geçmiş, bir sarmala dönmüş durumda. Örneğin, yanlış bilgi nedeniyle “Mültecileri sevmiyorum çünkü üniversiteye sınavsız giriş yapıyorlar” diyen birine işin aslının böyle olmadığını söylersin ve nefreti bitirirsin. Ama bu her koldan, bir sürü alandan oluşturulduğu için ve daha önce de bahsettiğim gibi mülteci ve göçmenleri tanımadığımız, bu nedenle de kaçındığımız için bu iş böyle ilerlemiyor. Ancak günün sonunda az önce bahsettiğim örnekteki gibi tüm yanlışlar açıklanmasına rağmen hâlâ “yine de gitsinler” yanıtını alıyorsak demek ki esasında bir arada yaşamın gereklilikleri üzerine odaklanmamız gerekiyor. Gazetecilere de bu yönde bir sorumluluk düşüyor.

Aslında herkes gibi gazetecilerin de bilmesi ve unutmaması gereken tek bir şey var: Mülteciler insandır. Bunu kabullenerek başlamamız lazım. Her toplumda olduğu gibi suça karışanlar var, akademik alanda çalışanlar var… Heterojen bir topluluk olduğunu bilmek ve genellemeden kaçmak fayda sağlar.

Neden ırkçı ve nefret söylemine yer veren bir haberi ya da söylemi paylaşmamalıyız? Bu paylaşımların yarattığı büyük ve tehlikeli sonuçlar neler oluyor?

Şu an Türkiye belki de tarihinin en kötü zamanlarını yaşıyor. İnsanlar dokunsanız patlayacak kadar sinirli. Bu siniri, öfkeyi, acıyı birilerinden çıkarmak isteyen çok fazla insan var. “Aman ben paylaşıyorum ne olacak” diye düşünenler olabilir ama hepimizin sosyal medyada bir haresi var; takip ediliyor ve ediyoruz. Sizin nefret söylemi içeren tek bir haber bile paylaşmanız 15-20 kişiye ulaşsa dahi çok daha fazla insana erişecek. Özellikle mülteci ve göçmen nefreti günlük hayatta çok fazla ve çabuk karşılık bulan şeyler. Bu söylemler saldırılara ve linç girişimlerine dönebiliyor. Bu nedenle huzur ve barış içinde herkesin haklarını gözeterek yaşamak için bireysel sorumluluklar da almak gerekiyor.

Tam tersi bir yerden soralım: Sosyal medyada nefret söylemi ve ayrımcılık içeren bir paylaşımı yanlışlamak için yanıt verdiğimizde paylaşımın görünürlüğünü artırmış mı oluyoruz? Burada önereceğiniz yöntem bu tarz tweetlerin neden yanlış olduğunu bir şekilde yazmak ve uyarmak mı, yoksa tepkisiz bırakmak mı olur?

Bu işin dilemması aslında bu. Yanlışla mücadele ederken yanlışı tekrarlamak sosyal medyaya özgü bir şey değil. Sosyal medyadaki hesaplarımız takip ettiğimiz ve bizi takip edenler ve algoritmamızla birlikte yankı odaları oluşturuyor. Nefret ve ırkçı söylemi alıntılayıp söylediklerine bir cevap verdiğim zaman o nefret söylemini “bükmüş” ve aslında farklı bir yola doğru yönlendirmiş oluyorum. Bir yandan da yaygınlaştırıyor muyuz, evet. Ama mücadele ettiğimiz şeyi belirlemeden mücadele etmek de mümkün değil. Dolayısıyla biz bu söylemleri raporlaştırıyoruz. Ama yaygınlaşan yer bu nefreti yaygınlaştırmadığı için de içimiz rahat. Şöyle ki zaten çok fazla insana ulaşmış, etki alanı yüksek kişilerin bu tarz içeriklerine yanıt vermek, bu söylemlerin karşılık bulacağı “mahalledeki” insanların da aslında farklı bir bakış açısıyla karşılaşmasına vesile oluyor. Yani, zaten kimsenin görmediği nefret içeren bir tweet’i yaygınlaştırmak değil bu. Bu nedenle doğrudan “yapın veya yapmayın” diyemeyiz. İçeriğe, paylaşımı yapan hesaba, hesabın takipçi sayısına göre değişen durumlar bunlar.

Kişilere öneri/uyarı olması adına bir örnek üzerinden görüşlerinizi aktarmak isteriz. Bu bir çoğumuzun karşılaştığı bir durum maalesef. Yakın çevremizde, mültecilere ve göçmenlere yönelik nefret ya da ayrımcı söylemlerinde bulunan birini nasıl uyarmalı; nelere yönlendirmeliyiz?

Maalesef bunun bir reçetesi yok. Keşke olsa ve biz bu reçeteyi herkese verip bu söylemleri ortadan kaldırabilsek. Tam tersi, nefret söylemi yapmanın bir reçetesi var ama. Tam da bu nedenle biz de çalışıyor, deneme yanılma yöntemiyle bu nefret ve ayrımcı dille mücadele etmeye çalışıyoruz.

Ancak yine de dikkat edebileceğimiz şeyler var elbette. İlk olarak bireysel sorumluluklarımız daima hatırlanmalı. Şöyle düşünerek başlayabiliriz: Kimse savaşın, çatışmanın nefretin olduğu bir yerde yaşamak, çocuklarını büyütmek istemez. Kimse kimseyi sevmek zorunda da değil. Kimse bizden milyonlarca mültecinin tamamını sevmemizi de beklemiyor, bu da gerçekçi bir ifade olmaz. Ancak bir arada olduğumuzun bilincinde olmak ve saygı duymak zorundayız. 

Mültecilere ve göçmenlere yönelik nefret dolu ya da ayrımcı söylemlerde bulunan birileriyle tartışmak ne yazık ki çok zor. Çünkü mültecileri insan olarak görmeyen bir grup bile var maalesef. Mültecilerden tamamen nefret eden bir insana “Sen ırkçısın, sen nefret diliyle konuşuyorsun. Hepsine saygı duymak zorundasın” demek de bir şey ifade etmiyor, onun dünyası için çok ütopik bir şey bu. Ben bu konuda bir şeyler öğrenmek istemeyen ve tamamen nefretten beslenen kişilerle konuştuğumda kişisel olarak yorulup “Seninle tartışmak istemiyorum” diyebiliyorum. 

Dernek olarak her an nefretin hem faili hem mağduru olabiliriz diyoruz. Karşımızdaki kişi biraz daha diyaloğa açık ve kafasında soru işaretleri olan biriyse önce bunu hatırlatarak başlayabiliriz. Devamında, “Tamam sen bunları düşünüyorsun ama söylediklerinin bazıları doğru değil, istersen bu kaynaklara bakabilirsin” diyerek toplumun geneline yayılmış yanlış bilgi ve efsanelerin doğru olmadığını gösterebiliriz. Bu söylemlerin zarar verici, incitici ve aslında daha büyük sorunlara, linç ve saldırı girişimlerine neden olabileceğini hatırlatarak ilerlemek de işe yarıyor.