
Tanımadığımız insanlara direksiyonu teslim edebilmek: Drive My Car film incelemesi
The Beatles’ın bir şarkısını, Haruki Murakami’nin endişelerini, oldukça ilginç bir Vanya Dayı prodüksiyonunu ve dev bir yas sürecini kırmızı bir Saab arabanın içine sığdırmayı başaran Drive My Car geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi’ye 2021 Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü getiren film, iç içe geçirdiği hikayeleri iletişimin farklı biçimlerini anlatmak için kullanan, benzersiz bir senaryo örneği. Hamaguchi’nin Takamasa Oe ile birlikte yazdığı senaryonun ustalığı, yönetmenin dingin ve benzersiz anlatısıyla birleşiyor ve karşımıza üç saatlik süresini hissettirmeyen, meditatif bir yolculuk çıkıyor. Eleştirmenler tarafından çok beğenilen ve festivallerden bolca ödülle dönen film, Oscar yarışında da favorilerden. Bu yıl En İyi Yabancı Film dalında ödülü kazanması yüksek bir ihtimal olarak görülüyor.
Drive My Car, sorunlu evliliğini çözemeden eşini kaybeden orta yaşlı tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Yûsuke’nin hikayesi. Yaşadığı kaybın ardından yıllardır türlü sebeplerle içinde yer alamadığı Vanya Dayı oyununu yönetmeyi kabul ediyor, ancak başrolü oynayıp oynamama konusunda kararsız, çünkü Çehov’un dizelerini seslendirmenin ona yaşatacağı acıya hazır hissetmiyor. Prodüksiyonun onun için tek şartı da güvenlik sebebiyle araba kullanmaması. Bu yüzden de en yakınları dahil hiçkimseye, özelliklere de kadınlara güvenemeyen karakterimiz, hayatının işini yapabilmek için direksiyonu hiç tanımadığı genç bir kadına emanet etmek zorunda kalıyor. Tüm bu prodüksiyon süreci, her gün tekrarlanan yol ve yas süreciyle birleşince, iletişimin farklı biçimleri üzerine düşünen, anlayışı beklenmedik yerlerde bulanları anlatan bir film çıkıyor karşımıza. Drive My Car’a, iletişim biçimlerine ve çeviri sürecinde yitirilenlere dadanıyoruz.
Drive My Car, Murakami’nin kısa bir hikayesinden uyarlanmış olsa da, senaristler hikayenin potansiyelini görüp kendi hayallerini de masaya koymaktan çekinmemişler. Zaten kısa bir hikayeyi üç saatlik bir filme dönüştürdüklerini söylediğimizde durumu az çok anlamışsınızdır diye tahmin ediyoruz. Geçtiğimiz yıllarda yine bir Murakami uyarlaması olan Burning filmi, ana fikri alıp çok daha ileri taşımayı başaran örneklerdendi. Murakami’nin sinemayla uyumu tescillendi yani. Hamaguchi de Happy Hour, Asako I & II ve Wheel of Fortune and Fantasy filmleriyle de aklımızı başımızdan alan ve etkileyici senaryoları, eşsiz diyaloglarıyla tanıdığımız bir isim. Tabii bir de filmin içindeki tiyatro oyunundaki diyaloglarıyla Çehov da bize eşlik ediyor. Yani direksiyondaki herkese çok güveniyoruz, ayaklarımızı uzatıp kendimizi bu yolculuğa güvenle emanet edebiliriz.
Spoiler’a hayır, hislere evet dedik ama hikayeden birkaç küçük detayla karşılaşabilirsiniz.
Film, Yûsuke (Hidetoshi Nishijimai) ve eşi Oto’nun (Reika Kirishima) ilişkisiyle açılıyor. Senarist olan Oto, seks sırasında aklına gelen fikirleri sesli anlatıyor ve ertesi gün eşinin ona hatırlatmasını istiyor. İkilinin bu yaratıcılığı besleyen ilişkisi, Yûsuke’nin eşini genç bir çocukla yatakta görmesinden sonra farklı bir hal alıyor. Durumu görmezden gelen ve eşine pek de belli etmeyen karakterimizin büyük sorunları yok sayma gibi bir huyu olduğunu anlıyoruz. Zaten bu durumu anlamamışsak diye Hamaguchi, altını çizercesine karakterine bir göz bozukluğu vermeyi layık görüyor. Sonrasında Oto’nun ani ölümü her şeyi alt üst ediyor ve Yûsuke, henüz yüzleşemediği şeylere bir yenisini daha ekliyor: eşinin ölümü ve yaşadığı yalnızlık. Burada filmin henüz prolog kısmındayız. Filme nasıl bir bakış açısıyla bakmamız gerektiğini belirleyen bu sekans oldukça uzun, tam 45 dakika sürüyor. 45. dakikadan sonra filmin adını gördüğümüzde asıl filmin yeni başladığını fark ediyoruz. Yani tüm filme aslında ani bir ölümle biten ilişkilerinin gölgesinden, aklımızda o ilişkinin cevaplanmamış sorularıyla bakmaya başlıyoruz.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi Yûsuke, Vanya Dayı oyununu yönetmek için Hiroşima’ya gidiyor. Güvenlik sebebiyle bir şöför kullanması da tek şartları. Şöför adayı olarak karşısında 23 yaşında genç bir kız olan Watari Misaki’yi (Tôko Miura) görünce tereddüt etse de bir araba yolculuğu sonrası bu genç kızın ne kadar iyi bir şöför olduğunu anlıyor. İkili her gün tekrar eden bir güzergahta pek de konuşmadan gidip gelmeye başlıyorlar. Bu sırada yol boyunca Vanya Dayı’nın Oto’nun seslendirdiği kaydını dinliyorlar. Evliliklerindeki alışkanlıklardan biri de Oto’nun kocasının üzerine çalıştığı oyunları kaydedip ezbere yardımcı olması olduğunu öğreniyoruz. Yani tüm yolculukları boyunca bir hayalet gibi onlara Oto’nun sesi eşlik ediyor. Zaten Yûsuke’nin de zihninde hep onun sesi var, sadece seyirci de buna dahil olmuş oluyor. Bu arada okuduğu replikler de bazen pek anlamlı hale geliyor, mesela sadakatsizliği için affedilmeyi hak etmediğini söylediği sırada.
Gelelim Vanya Dayı prodüksiyonuna. Oyundaki genellikle amatör olan her oyuncu, karakterini kendi dilinde canlandırıyor. Japonca, Korece, Mandarin ve hatta Korece işaret diliyle herkes kendi repliklerini canlandırıyor. Seyirci oyunu altyazılarla izlese de durum, oyuncular için farklı şekilde gerçekleşiyor. Onlar karşılarındaki kişinin ne dediğini anlamıyorlar. Burada da taktik herkesin her şeyi ezberlemesinden çok, oyuncuların söyledikleri şeyi hissettirebilmesi. Konuşma ritmleriyle ve vücut dilleriyle repliği karşı tarafa geçirebilmeleri. Buradaki bir diğer garip durum da Yûsuke’nin eşinin onu aldattığı Takatsuki’nin de oyuncular arasında yer alması. Başrolü oynamak yerine, intikam almak istercesine ona 47 yaşındaki Vanya rolünü vermeyi seçiyor Yûsuke. Asla üstüne oturmayan, ona işkence gibi gelen bu rolle aslında hiçbir zaman onun kendi yerini dolduramayacağını hatırlatıyor gibi bir yandan da.
Tüm bu iç içe geçen hikayelerin arasında günün en dingin ve keyifli anları, arabada geçen anlar olmaya başlıyor. Yûsuke ve Misaki ara ara konuşmaya, birbirlerini daha yakından tanımaya ve beklemedikleri bir dostluk kurmaya başlıyorlar. Birbirlerinden farklı iletişim tarzları ve geçmişleri onların arasındaki iletişime bir engel teşkil etmiyor. Hayatı, geçmişlerini irdelerken belki de bir yabancıyla konuşmanın rahatlığıyla hareket ediyorlar. Aralarında belli belirsiz bir çekim de var gibi, ama oraya çok girmemeyi seçiyor film. Birbirleriyle iyileşiyor ve geçmişlerini geride bırakmayı öğreniyorlar. Ellerini arabadan çıkararak paylaştıkları iki sigara da bu geçmişi kapatmalarını tescillerken filmin en iyi sahnelerinden birini oluşturuyor. Bazen en beklemediğimiz insandan bir şeyler öğrenebileceğimizi ve aslında çoğu insanla sandığımız kadar farklı olmadığımızı anlıyoruz.
Drive My Car, hayatının kontrolünü yitiren bir adamın direksiyonu bir yabancıya bıraktığında düzelebilmesini hem araba üzerinden, hem de birbirine anlamadıkları dilde konuşurken güvenen tiyatro oyuncuları üzerinden anlatıyor. Üç farklı yazar: Murakami, Hamaguchi ve Çehov farklı şekillerle iletişimin biçimlerini ve farklılıkların iletişimin önünde engel olmayacağını resmediyor. Hep aynı yolun tekrarlandığı bu yol filmi, karşımızdakinin bizi anlaması için ilk etapta bizim söylediğimizi anlamamız gerektiğini kanıtlıyor. Konuştuğumuz dilden çok, bizim kendi söylemek istediğimizin farkına varmamız önemli aslında. Hafifçe zarafetle süzülen Drive My Car’ı vizyondayken kaçırmayın deriz.