Eko-anksiyeteden hareketle: kıyamet koparken hayatta kalmak mümkün mü?

Hayvansal ürün tüketimimi mi azaltsam? Geri dönüşümü doğru yapıyor muyum? Bu dünyaya çocuk getirmeli miyim? Dünyanın sonunu görecek miyim? Yoksa dünyanın sonu geldi ve onu mu yaşıyoruz? İklim krizinin gündelik hayatımıza etkileri giderek daha da görünür olurken kafamızda dönen sorulardan bazıları bunlar. Yaşanan orman yangınları, seller, her gün artan hava sıcaklıkları çoğunluğun uzak bir ihtimal sandığı bir krizin ne denli yakın olduğunun kanıtı niteliğinde. Bildiğimiz dünyanın sonunun geldiğinden emin olsak da, bizi nasıl bir sonun beklediği kafamızı kurcalayıp duruyor. Daha sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsemek isterken, elimizden gelen her şeyi yapsak da kıyameti yaşayacağımız kaygısı içimizi kemiriyor. Bir yandan kendimizi sorumlu ve suçlu hissederken, bir yandan da korkunç çevre felaketlerine sebep veren şirketleri gördükçe umudumuzu da yitiriyoruz.

Kolaj: Melis Gökçen

İklim krizinin kıyametvari sonuçlarının doğurduğu korku, çaresizlik ve kaygı hissine APA (Amerikan Psikiyatri Birliği) eko-anksiyete adını vermiş. Literatüre de giren bu kronik korku, 10 yıl öncesine kadar birkaç kişide görülürken, günümüzde çok fazla insanın, özellikle de genç nüfusun paylaştığı bir kaygı haline geldi. Eko-kaygıyla başa çıkma yöntemleri öneren birçok yazı, kişisel hayatımızı daha sürdürülebilir kılmak için yapabileceklerimizi listeliyor. Her ne kadar iyiye yönelik tüm değişimler etkili olsa da, kapitalizmin geldiği noktada, petrol şirketlerinin tek bir önlem almadığı şu dünyada aldığımız  her önlemin etkisini de sorgulamaya başlıyoruz. Ne olursa olsun değişime kendimizden başlamamız gerektiği kesin… Bu yüzden de bu kaygıyı azaltmak veya artırmaktan önce, bu konuda kendimizi bilgilendirmenin en mantıklı çözüm olacağını düşünüyoruz. Bugün eko-anksiyeteden hareketle, greenwashing’e, karbon ayak izi konseptine ve altıncı yok oluş çağında hayatta kalmaya dadanıyoruz. 

Çocukken evde bulduğum bir çocuk ansiklopedisi serisi sayesinde küresel iklim kriziyle tanışmıştım. Tabii o zamanlar bu isme sahip değildi, ”küresel ısınma” veya ”dünyanın ısınması” gibi isimlerle adlandırılıyordu kendisi. Kitabın ilk sayfaları şahane hayvanları tanıtıyor, sonra da bu hayvanların insan eliyle soylarının ne zaman ve nasıl tükendiğini anlatarak devam ediyordu. Yeni tanıştığım dodo kuşunu hiç göremeyecek olmanın korkusu, mamutların akıl almayacak bir zaman öncesinde yaşamış olmalarının şaşkınlığıyla birleşince kaygıyla merak arasında bir yerde okuyordum kitabı. Sonlara doğru geleceğe dair karanlık öngörüler yapan kitap, her 10 yılı temsilen içleri hayvan şeklinde kurabiyelerle dolu birer cam kavanozla veda ediyordu. Her kavanoz daha da boştu ve yetişkin hayatımda dünyada hiçbir hayvan kalmayacak korkusuyla kitabı kapadım. Meğer hayatımın ilk eko-anksiyete örneklerinden birini yaşıyormuşum, bilmiyordum. 

İklim krizi korkusu ve kaygısı çocuk yaşlarımda aklımda olsa da uzun bir süre kafamı kurcalamadı. Ancak son yıllarda giderek artan iklim krizi gündemiyle de tekrar hayatıma hiç çıkmamacasına girdi. Bu konuda yalnız olmadığımı yalnızca yakın çevremden anlasam da, tüm dünya bu korkuyla başa çıkmaya çalışıyor. 2020 yılında Yale ve George Mason Üniversitesi’nin ortak araştırmasına göre eko-anksiyete Amerika’da özellikle gençlerde yaygın bir kaygı tipi ve bunda küresel iklim kriziyle ilgili farkındalığın artmasının da çok büyük bir etkisi var. Bir yandan da dünyada artan farkındalık, bu krizi fırsata çevirmeye çalışan markaların elinde yeni bir endüstriye ve tüketim fırsatına da dönüşüyor. ”Greenwashing” yani ”yeşil pazarlama” veya ”yeşile boyama” adı altında sürdürülebilir tüketime özendiren ürünler için kullanılan bir terim. Gerçekten dünyayı değiştirmeye çalışan butik markaların yanında, oldukça tutarsız ve aslen sürdürülebilir olmayan ürünlerini bu furyada satabilmek amaçlı hareket eden büyük markalar da tüketicinin kafasını karıştırıyor. Yani dört bir yanımızı kıyamet, felaket tellalları ve çözümün bizde ve tüketmekte olduğunu söyleyen kişiler sarmış durumda.  

Peki bu krizin sorumluluğunu bireylere yıkmak ne kadar gerçekçi?

Karbon ayak izi konseptinin nasıl ortaya çıktığına bakmak faydalı olacaktır. British Petrol adlı petrol şirketinin 2000’de bir pazarlama kampanyası olarak çıkardığı karbon ayak izi terimi, iklim krizinin yükünü dev şirketlerden (özellikle de petrol şirketlerinden alıp) bireylerin omuzlarına yükleme amaçlı ortaya çıkarılmış bir konsept. BP’nin ünlü bir ajansla birlikte tasarladığı başka bir kampanya 2004 yılında herkesin gündelik hayatındaki karbon salınımını hesaplayıp küçük değişiklerle hayatını düzenlemesini hedefliyordu. Yanlış anlamayın, bireysel önlemlerin de önemini yadsımıyoruz. Ancak bu pazarlama kampanyası verdiği bilgiler ve yansıttığı verileri çarpıtma şekliyle oldukça yanıltıcı bir yerde duruyordu. Çünkü petrol şirketlerinin karbon salınımını da nüfusa oranlayarak bireylere yüklüyordu. Zaten samimiyetine inanmamız imkansız olan BP, 2010 yılında Meksika Körfezi’nde ihmalden dolayı dünyanın en büyük petrol sızıntısına (milyonlarca varil) sebep olup korkunç bir çevre felaketine göz yumdu.

BP’nin petrol faciasının kurbanları…

Şimdilerde karbon ayak izi, tarihinden bağımsız yaygın bir terim haline geldi. Ancak bu terimin güvenilirliği, dev şirketlerin aksiyonları ve sonuçlarının giderek daha da görünür kılınmasıyla sorgulanmaya başlandı. Pandemide bireysel karbon salınımı azalsa da fabrikaların ve şirketlerin karbon salınımı rekor seviyelere ulaştı. Özetle, BP’nin ortaya attığı bu terim ve daha birçok şirketin tavrı asıl sorumluların, dev şirketlerin kendilerini bu tartışmadan çıkarmasına ve sorumluyu başkalarına atmasına sebep oluyor. Bu da bir tür manipülasyon. Çünkü herkes suçluysa, hiçkimse aslında suçlu olmuyor. Aslında sorumluluğu bireylere indirgemenin bir diğer tehlikesi de bireyleri birbirinden ayırması, kolektif bir mücadeleyi daha da zor hale getirmesi. Herkesin kendinden sorumlu olduğunu savunan bir bireyselcilik, herkesin birbirinin hatalarını kovalamasına ve kolektif bir çevre mücadelesini ihtimal olarak düşünememesine sebep oluyor.  

Faciadan dört yıl sonra, körfezin suları

Bu noktada da post-hümanizm ve eko-feminizm alanlarında çalışamalar yapan düşünür Rosi Braidotti’nin gerçekçi, ama umutlu duruşundan ilham alabiliriz. Braidotti, zamanın ruhunu anlamak için insanlık olarak geldiğimiz yerde, teknolojinin en ileri seviyesinde olduğumuzu ve insan ötesi bir yere geçmekte olduğumuzu anlatıyor. Düşünür, altıncı kitlesel yokoluşu ve dördüncü sanayi devrimini aynı anda yaşadığımızı ve ancak bu gerçeği kabul ederek ilerleyebileceğimizi vurguluyor. Deleuze gibi nomadik düşünce felsefesini benimseyen Braidotti, bu çağda hayatta kalmak dışında, yaşamayı da öğrenebilmenin birbirimize veya doğaya karşı değil, birlikte yaşama fikrini benimsemekten geçtiğini anlatıyor. Yani aslında böyle bir zamanda bireyselliğin tehlikesini vurguluyor ve bu yok oluş çağında kolektif bir umuda ihtiyaç duyduğumuzun altını çiziyor.

Braidotti’nin bu dönemi olumlamaya çalıştığını düşünmeyin. Aslında herhangi bir şekilde verimli yaşayabilmek için ilk olarak ölümlülüğümüzü ve bu dünyada geçici olduğumuzu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyor. Bu dünyada ziyaretçi olduğumuzu anlamak, aynı zamanda bu dünyadaki tüm canlılarla da bir olduğumuzu kabul etmek ve bu dünyanın yalnızca insanlara ait olmadığıyla yüzleşmek. Bu da bizi dünyanın iyiliği için harekete geçirecek olan duruş. Braidotti’nin umudu, bu korkunç çağın ne olursa olsun bir değişim çağı olduğu ve bu değişimin yaratıcı çözümler doğuracağı. Düşünür, kapitalizmin içinde yaşarken ve telefonlarımız, internet ve birçok lüksten vazgeçmeyi aklımızdan bile geçirmezken gerçekçi bir duruşun Deleuze ve Guattari’den hareketle kapitalizmi yıkmaktan değil esnetmekten geçtiğini anlatıyor. 

Peki bu denge nasıl kurulur? Vicdanımız nasıl rahat eder? Sürdürülebilir bir yaşam tarzını benimsemek, ihtiyacımız olmayan herhangi bir şeyi tüketmemek hala oldukça faydalı. Ancak bunun bir noktada tüm sorumluluk bizdeymiş gibi bir kaygı yaratması, bireyler olarak asıl sorumluları görmemizi önlüyor olabilir. Aslında ihtiyacımız olan ne kıyamete teslim olmak, ne de insanı hareketsiz kılan bir kaygı. Evet, değişim bizden başlıyor. Ancak belki de değişim kapasitemiz, kendimizi tek bir birey değil de bir toplumun parçası olarak gördüğümüzde artıyor. Yalnızca kendi aksiyonlarımızı değil, büyük değişimleri de birlikte getirebileceğimizi hatırlamak ve iklim krizine karşı birlikte olduğumuzu, kurtuluşun bu bir aradalıktan geçtiğini kavramak. Kendimizi bilgilendirip asıl sorumlulardan, en başta bu krizi doğurup besleyen şirketlerden hesap sormak sandığımız kadar imkansız değil.