Çöllerde su gibi: Margarethe von Trotta ve Vicky Krieps ile Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk filmini konuştuk

73’üncü Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk’un yönetmeni Margarethe von Trotta ve ikonik başrol oyuncusu Vicky Krieps’le Berlin’de buluştuk ve hasbihal eyledik, kabul buyurunuz.

Avusturyalı şair Ingeborg Bachmann’ın yaşamındaki spesifik bir kesite odaklanan Margarethe von Trotta imzalı Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk’un hemen başlarında genç Ingeborg’u bir psikiyatristin karşısında görüyoruz. Psikiyatristine rüyasında korkunç bir köpek gördüğünü söyleyen Ingeborg’a, köpeğin ismi sorulduğunda isminin Max olduğunu söylüyor. Şüphesiz bu Max’in kim olduğunu hepimiz biliyoruz. Zira film, Ingeborg Bachmann’ın İsviçreli yazar Max Fischer’le ilişkisini ve bu ‘toksik’ ilişkinin Bachmann üzerindeki yıkıcı etkisini merkeze alıyor. Von Trotta, yazarın epey zor geçen ve trajik biçimde sonlanan hayat öyküsündeki özel yolculuklardan birini, yazar Adolph Opel’le Mısır çöllerine gerçekleştirdiği ‘özgürleştirici’ seyahati de bu ilişkiye paralel biçimde perdeye yansıtıyor. Bachmann rolünde biriciğimiz Vicky Krieps’i izlediğimiz filmde, Fischer’i usta oyuncu Ronald Zehrfeld canlandırıyor. Daha önce Kurşun Yıllar – Die bleierne Zeit (1981), Rosa Luxemburg (1986), Hannah Arendt (2012) gibi filmlerinde de gerçek hayattan olaylara ve figürlere yer veren yönetmen Margarethe von Trotta’nın bu film özelinde formunun zirvesinde olduğunu söylemek güç. Berlin’de de filmle ilgili dev bir ilgi alaka oluştuğunu söyleyemeyiz. Bununla beraber film Vicky Krieps’in varlığı ve görmelere seza nüanslı performansıyla olsun, Bachmann’ın enigmatik etkisiyle olsun bir şekilde ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor.

Margarethe von Trotta: ‘Frisch kıskanç bir canavar ve bunu kendisi de itiraf ediyor’

İkiliden Von Trotta, filmin prömiyerinden bir gün sonra gerçekleştirdiğimiz buluşmada sorulan bir soruya karşılık aslında Ingeborg Bachmann’la ilgili bir film yapmanın kendisinin değil prodüktörünün fikri olduğunu söylüyor bize… “Bachmann’ı herkes gibi okuyor seviyordum ama yaşamına özel bir ilgim yoktu. Filmde anlattığımız çoğu şeyi de bilmiyordum. Bilhassa Max Frisch’le olan yakınlığı benim için bir bilinmezlikti. Max’la tanıştıklarında o 58 yaşındaydı. Paris’te, Frisch’in bir oyununun açılışında tanışmışlardı. Bachmann güvenli bir alan arayışındaydı, Frisch’le olan ilişkileri son derece komplikeydi bu nedenle. Max Frisch de ondan çok etkilenmişti. Çünkü Bachmann onun için bir gizemdi…

Filmde bu ilişkinin bir hayli toksik bir ilişkiye döndüğünü (Ki bunun zaten çevrelerinde de sır olmadığını) görüyoruz. Max Frisch’in kıskançlık krizlerinin bunda etkisinin büyük olduğunu da… Von Trotta “Max Frisch’in bu özelliği sır değil” diyor ve devam ediyor: “Frisch, Ingeborg Bachmann’ı terk ettikten sonra genç bir eşle evlenmişti. Bu kadınla konuşma şansım oldu. Bana Frisch’in konu kıskançlığa geldiğinde tam bir ‘canavar’ olduğunu söyledi. Benim de ilişkilerimde böyle ‘canavarlarla’ karşılaştığım oldu elbette, o yüzden ne demek istediğini çok iyi anladım. Bachmann elbette Frisch’le tanışmadan önce böyle bir karakterle karşılaşacağını bilemezdi. Kaldı ki Frisch de sonradan yazdığı Montauk adlı kitabında bu özelliğini kabulleniyor, bir nevi nedamet mi demek gerekir bilemiyorum”. Von Trotta, Bachmann’ın büyük sıkıntılarla dolu bir yaşam hikayesi olduğunu ancak bu sıkıntıların çoklukla Frisch’le olan ilişkisinden sonra başladığını söylüyor. “Frisch’le ilişkisi sonrasında ilaçlar kullanmaya başlıyor, tedavi görüyor. Alkol bağımlılığı, uyuşturucu bağımlılığı gelişiyor. Bu yüzden çöldeki yolculuğu filme ismini de veren önemli duraklardan biri onun hayatında. Çöldeyken uzun zaman sonra ilk kez tüm bu bağımlılıklardan, tüm acılardan yakasını kurtarmış gibi hissediyor. Elbette çölden döndükten aylar sonra çoğu geri geliyor bu acıların ama çölde son kez kendisini yine kendisi gibi hissettiği bir dönem yaşamış oluyor. Adolph Opel de bir kitap yazmış bununla ilgili”. Usta yönetmen filmin çöl sahnelerini güvenlikle ilgili sebeplerden Mısır’daki asıl mekanlarda çekemediklerini, bu nedenle Arabistanlı Lawrence’ın da çekildiği Ürdün’deki mekanları kullandıklarını söylüyor. Hatta nedenle Von Trotta Arabistanlı Lawrence’a referans veren birkaç an da eklemiş filme.

Vicky Krieps’in bu filme nasıl dahil olduğuna gelince, Von Trotta onu Phantom Thread’de izleyip çok beğendiğini söylüyor. “Özellikle gülümsemesinden çok etkilenmiştim” diyor. “Öyle bir gülümseme sadece yetenekle ilgili değildir doğanızda olması gerekir. Çünkü Ingeborg Bachmann’a baktığınızda onun da çok belirgin bir gülümsemesi olduğunu görürsünüz. İnanılmaz bir gülümsemesi vardı. İzlediğim bir röportajını hatırlıyorum. Röportajda erkeklerle ilgili hoşnutsuzluklarından bahsediyor ve öfkeyle konuşuyor. Sonra bir anda gülümsüyor. Ve etrafındakilere de izleyen olarak size de olağanüstü bir rahatlama duygusu geliyor. Bu gülümsemenin meşhur olduğunu sonraları etrafındakilerden de dinledim. Vicky Krieps karakterle ilgili bu çok önemli nüansa doğuştan sahipti. Vicky Krieps’le çalışırken ona çok fazla yönlendirmede bulunmamalısınız. Senaryoyu ve karakteri çok iyi özümseyen, kamera önünde özgür olmak isteyen türde bir oyuncu. Ne yapacağını, karşısındaki oyuncuyla nasıl etkileşim kuracağını biliyor ve sonra da oynamaya başlıyor. Eğer kaybolduğunu fark ederseniz müdahale ediyorsunuz ama onun dışında işini yapmasına izin vermeniz gerekiyor”.

Vicky Krieps: ‘Hiçbir rolden bu kadar korkmadım’

Margarethe von Trotta’yla olan sohbetimizin hemen sonrasında Vicky Krieps’le görüşmemiz başlıyor. Konu doğrudan gerçek hayattan bir karakteri canlandırırken ne gibi bir tarz benimsediğine geliyor. Krieps “Genellikle ne yapmam gerektiğinden çok ne yapmamam gerektiğine karar vererek başlıyorum. Çünkü bir insanı tüm yönleriyle perdeye yansıtmak için yapmanız gerekenleri sıraladığınızda liste sonsuzluğa uzanıyor, ama en azından ne yapmayacağınızı bilirseniz işiniz biraz daha kolaylaşıyor. Yapmamam gerekenlerin başında da şu geliyor: O kişinin bir kopyası olmaya çalışmak! Tıpkı onun gibi görünmek, onun gibi konuşmak, onun gibi olmak… Bunlardan kaçınıyorum çünkü ben o değilim. Hiçbir zaman da olamam. Birini taklit ettiğimi izlemek sıkıcı olurdu diye düşünüyorum. Bu yüzden önce bu karakteri anlamam, derinden bir kavrayış geliştirmem gerekir diye düşünüyorum. Neden böyle davranıyordu, konuşması neden böyleydi, neden böyle görünüyordu, dili nasıl kullanıyordu… Bachmann kelimeleri kullanma biçimimizin bir sorumluluk taşıdığını biliyordu. Bir insanda yıkım da yaratabilirsiniz, bir kurtuluşa da sebep olabilirsiniz. Bu ihtimallerin hep ayırdındaydı. Bu bilinçle yaşamak (özellikle ilişkiler söz konusu olduğunda) oldukça ağır bir yük olabilir. Bu yüzden karakteri böyle bir yerden kavramaya çalıştım”.

Krieps ayrıca Bachmann’ın yetiştiği iklimi de hesaba kattığını söylüyor: “Kelimelerin (kara propaganda yoluyla) toplu katliamlar için kullanıldığı Nazi rejiminin sonrasında yetişen bir jenerasyona dahil Bachmann. Bu bağlamda Bachmann, kelimelerin bir diktatörlük kurmaktaki önemini biliyordu. Tüm bunlardan sonra hayatınıza devam eder ve şiirler yazabilir misiniz? Bachmann her gün yeniden ayağa kalkıp bu kötülüğe karşı durmak gerektiğini biliyordu. Kendi yetersizliğinle, hayatındaki zorluklarla, kendi karanlığınla üzüntünle baş etmen gerektiğini biliyordu. Her gün kendi karanlığına ışık olmak zorundasın, bunu bilerek uyanıyordu. Bu nedenle karakteri böyle bir noktadan inşa etmeye çalıştım”.

Krieps’e bugünden bakınca 60’ların güçlü bir figürü olarak Bachmann’a tekrar baktığında ne hissettiği soruluyor. Özellikle yazarın derin kederinden çok etkilendiğini söylüyor oyuncu ve devam ediyor “Başlangıçta böylesi karanlık bir kederle karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Bununla yüzleşmek beni kendi ilişkilerimle yüzleştirdi, bu ilişkilerdeki yerimi sorgulamama sebep oldu”.

Gerçek bir karakterin acısına katalizör olmanın sorumluluğu peki? Kendisini korkutmuş mu? Bu konuya da değinen oyuncu “Hiçbir şeyi ciddiye almamaya çalışıyorum. Role nasıl girerim, rolü nasıl terk ederim? Bu kadar ciddiye almamaya çalışıyorum” diyor. “Elbette işimi yaparken en iyisini vermeye çalışıyorum. İşimi ciddiyetle yapmaya çalışıyorum, ama onu hayatımı etkileyecek kadar ciddiye almamaya çalışıyorum. Bir takım tekniklerden yararlanmaya çalışıyorum. Bunun beni psikolojik olarak koruduğunu düşünüyorum. Elbette tamamen yanlış da yapıyor olabilirim. Sonuçta hala bu işlerde yeniyim… Karakterin duygusuyla baş etmeye gelince… Bachmann’ın yaşamı son derece acı anlarla dolu aslında. Buna rağmen filmde onun yaşamından ‘mutlu anların’ daha fazla olduğunu gördüm ve sevindim. Çünkü Ingeborg’un hayatındaki tüm o duygusal çarpışmayı yansıtmaya çalışsaydık kendimizi uyuşturucu bağımlısı olarak da bulabilirdik. Cidden hiç de kolay olmayan şeyler yaşamış. Nasıl öldüğünü düşünün… Sigarasından çıkan bir yangının içinde kalıyor ama yandığını bile fark etmiyor. Yardım için kendisini ifade edemiyor bile. Sonuçta ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılıyor ve burada kullandığı onca şeyin de etkisiyle tıbbi hatalar sonucu hayatını kaybediyor. Şahsen Margarethe’nin filmde bu anlara yer vermemesi beni mutlu etti diyebilirim. Hazırlık aşamasındayken Margarethe’e dedim ki: Hissettiğim şey benim için bile fazla ağır. Bu kadar karanlığa gömülmek istemiyorum. En azından çekimden önce, evimdeyken bunu yapmak istemiyorum. İnanın daha önce hiçbir karakteri canlandırmaktan bu kadar korkmadım ki kariyerimde daha önce de güçlüklerle baş eden karakterleri canlandırdım. Bu yüzden filmi izlemekten de çekiniyordum ama izlerken bir rahatlama hissettim. Çünkü film daha çok onun özgürleşmesiyle ilgili. Bunu izleyince daha iyi anladım ve ferahladım”.

Ingeborg Bachmann bir dönemin çok önemli bir ikonu aynı zamanda. Giyimi ve görünümü de bu imaja dahil. Doğal olarak filmde Krieps’i göz alıcı kostümler içerisinde görmek mümkün. Ki bu biraz onun kariyerinde kaderi oldu gibi. Bu konuda “İnanın bu benim tercihim değil” diyen Krieps bir şekilde kendini kostüme filmlerde bulduğunu söylüyor ancak ekliyor “Bu film kariyerimde kostümlerine itiraz etmediğim ilk film oldu. Genellikle ne olur yüksek topuklu giymeyeyim, ne olur bugün korse olmasın vs. diye şikayet ederim ama bu filmde hiçbir elbiseye itiraz etmedim, çünkü karakterin bu elbiselere ihtiyacı olduğunu, dahası Bachmann’ın bu elbiselere bayıldığını biliyordum. Etrafındaki erkeklerle bu şekilde oynaması da hoşuma gitti. Sürekli çantasını ya da başka küçük aksesuarlarını düşürürmüş misal.

Böylece erkekler sürekli bir şeye ihtiyacı varmış, ona yardımcı oluyorlarmış gibi hissediyormuş. Bu onun oyunuydu. Yine de görünümünden yola çıkarak o yıllarda dergilerin onu bir pop ikonu gibi göstermelerine neden izin veriyordu bunu anlamadığımı söylemeliyim. Bugün muhtemelen her şey farklı olurdu. Sadece güzel elbiselerden ve ışıltılı makyaj malzemelerinden hoşlandığı için onu olduğundan farklı bir noktaya indirgemeye cesaret edemezlerdi belki”.

Oyuncu, yönetmen Margarethe von Trotta’yla olan mesaisiyle ilgili de konuşuyor ve iki farklı ekolün buluşması olarak niteliyor iş birliklerini. “Margarethe daha klasik bir ekolden geliyor. Bense daha bugüne dair bir sinema anlayışının içinden (doğal olarak) sesleniyorum. Farklı jenerasyonlardan gelen iki kadının feminist bir objeye dair gerçekleştirdiği bir çalışma. Bu film özelinde bu farklılığın ortaya çıkan işi ilginç kıldığını söyleyebilirim. Filmi ilk kez Berlinale’de sizlerle birlikte izledim ve hissettiğim şey bu oldu: Margarethe ve ben konuyla ilgili doğru bir diyalog ortaya koymuşuz”.