Inventing Anna dizisinden Tinder Swindler belgeseline: Dolandırıcı hikayelerine neden bu kadar ilgi duyuyoruz?

Bir zamanların heyecanla izlenen, her bölümde gizemin düğümlerinin yavaş yavaş çözüldüğü seri katil hikayeleri yerini, kendini olduğundan farklı göstererek dünyayı kasıp kavuran dolandırıcılara bırakmış gibi görünüyor. Tinder’dan tanıştığı kadınlardan türlü vaatlerle yüz binlerce dolar borç alan genç bir adamın hikayesi Tinder Swindler ve Alman zengin bir ailenin mirasçısı olduğu yalanıyla Manhattan’da pek çok kişiyi dolandıran Anna Sorokin’in hikayesi Inventing Anna, son zamanlarda en çok konuşulan yapımlardan oldu. Önümüzdeki günlerde ise; ev arkadaşlarını dolandıran insanları anlatan Worst Roommate Ever Netflix’te, WeWork’ün yolsuzluklarını anlatan WeCrashed Apple TV+’da ve bir kan testi teknolojisi geliştirdiği iddiasıyla binlerce insanı dolandıran Theranos şirketinin hikayesi The Dropout da Hulu’da gösterime açılacak. 2022 yılını dolandırıcı hikayeleri domine edecek anlayacağınız.

Peki bu dolandırıcı hikayelerini bu denli ilginç kılan şey ne? Dolandırıcıların foyasının ortaya çıkmasından keyif alanlar da var, onun tüm yöntemlerini arka planda görerek mutlu olanlar da. Yoksa olay zenginlerin dolandırılmasından zevk almaktan mı ibaret? Bir de galiba dolandırılan taraf olmamanın rahatlığıyla kendi hayatına şükreden ve zekasıyla gurur duyan bir grup da mevcut. Durum ne olursa olsun, çoğumuz bu kandırılma ve dolandırılma hikayelerinin bağımlısı olmuşken ve tabii yenileriyle buluşmaya hazırlanırken dolandırıcı hikayelerine hakkıyla dadanalım ve onları masaya yatıralım dedik. Tinder Swindler, Inventing Anna ve tabii Fyre Festival başta olmak üzere dolandırıcı hikayelerine dadanıyoruz.

Aslında Ocak 2019’da, tüm dünyanın, zenginlerin dolandırılmasından ne kadar keyif aldığını hep birlikte görmüştük. Oldukça lüks çadırlarda konaklayıp özel şeflerin elinden yemekler yemek ve Bahamalar’da tatil yaparken sevdiği grupları dinlemek için binlerce dolar ödeyen bir grup insan, adaya vardıklarında onlara vadedilen hiçbir şeyin gerçek olmadığını fark edip Twitter’dan yardım istemeye başlamıştı. Ortada bir festivale dair hiçbir şey yoktu ve tüm paralarını kendini girişimci sanan bir dolandırıcıya kaptırmışlardı. Bu durum tüm internet alemi tarafından günlerce konuşuldu, meme’leştirildi ve herkesin bu adama nasıl paralarını kaptırmış olabileceğinden bahsedildi. Birçok insan da bu adam tarafından hiçbir zaman kandırılmayacağını gururla söylüyordu. Görünen o ki, birkaç ünlünün desteği ve havalı bir Instagram hesabı, insanların sizi ciddiye alması için yetiyordu. Tüm bu durumda günümüzü oldukça iyi özetleyen bir şeyler vardı sanki.

Fyre Festival’in popülerliğini fırsat bilen Netflix ve Hulu da Fyre: The Greatest Party That Never Happened ve Fyre Fraud adında birer belgesel yayınladılar. Fikir babası Billy McFarland’ın girişimlerini geçmişini ve durumun buralara nasıl geldiğini masaya yatıran belgesellerin ikisi de farklı tanıklarla aynı hikayeyi anlatıyordu. Her şeyin tamamen bir yalan üstüne kurulduğu biz seyircilere apaçık görünse de, o durumda olsak ne yapacağımızı sorgulamaya ilk bu belgeselle başlamıştık. Sonuçta ortada gerçek mağdurlar yok gibiydi. Dolandırılan herkes zaten çok zengindi ve birçok insan bir festivale bu kadar para harcamaya gönüllü insanların paralarını kaybetmesine sevinmişti bile. Bir tek Bahamalar’daki çalışanlar ciddi bir mağduriyet yaşamıştı. Onlar için düzenlenen yardım kampanyasıyla yüksek bir meblağ toplandı ve herkes kendini biraz daha iyi hissetti. Çünkü artık diğer mağdurlarla keyifle dalga geçebilirlerdi. Yani Fyre Festival ve etrafında gelişen olaylar, insanların zenginlere olan öfkesinin nasıl bir ilgiye yol açtığını görünür kıldı ve belki de bu tip farklı yapımların önünü açtı.

Simon Leviev

Gelelim günümüze… Kısa zaman önce yayınlanan Tinder Swindler, dünyanın dört bir yanından kadınlar ile Tinder’dan tanışıp flört etmeye başlayan bir dolandırıcının hikayesi. Israilli Shimon Hayut, kendini sosyal medyada elmas alanında ünlü iş adamı Lev Leviev’in oğlu Simon Leviev olarak tanıtıyor. Tanıştığı insanların onun dolandırıcı olduğundan şüphelenmemesi için oldukça lüks bir hayat sürüyor ve bunu sosyal medyada sergilemek için ciddi çaba sarf ediyor. En pahalı otellerde kalan, özel jetiyle seyahat eden ve gece kulüplerinde binlerce dolarlık hesaplar ödeyen Hayut, aslında tüm bu hayatı tanıştığı kadınlar sayesinde finanse ediyor. Her birini milyarder olduğuna ve başının belada olduğuna ikna edip yüz binlerce dolar borç istiyor. Parasını geri alacağına emin olan ve sevgililerin hayatının tehlikede olduğuna inanan kadınların çoğu kredi çekip ya da kredi kartı borçlarıyla bu parayı Hayut’a yolluyorlar. Sonrasında da Hayut yok olup yeni kurbanına gidiyor. 

Tinder Swindler’ın durumu zenginlerin paralarını kaptırmasından biraz daha farklı anlayacağınız. Burada psikolojik bir istismar ve yalnızca maddi değil manevi sonuçları da olan bir dolandırıcılık da söz konusu. Ancak bu belgesele gelen tepkilerin çoğu da, dolandırılan kişileri aşağılayan ve onların yerinde olamayacağını vurgulayan kişilerle dolu. Yani kurban suçlama da denilen şekilde çoğu insan dolandırılanları aptal olmakla suçluyor. Bir de tabii kadınların Hayut’un parasının peşinde olduğunu ve kendilerinin de iyi bir amaca sahip olmadığını söyleyenler var. Hayut, belgeselde yorum yapmamayı seçip belgesel yayınlandıktan sonra her şeyin yalan olduğuna ve ona iftira atıldığına dair açıklamalar yapmış. Zaten destekçileri de her gün artıyor. Sanki acımasız kapitalizmin ortasında, para kazanmayı başaran herkes, ne şekilde olursa olsun, kahraman ilan ediliyor. 

Son günlerin en çok konuşulan diğer dolandırıcı hikayesi Inventing Anna, New York Magazine’de 2018’de yayınlanan, Jessica Pressler’ın yazdığı makaleden esinlenen bir mini dizi. Rus asıllı Anna Sorokin, Alman bir veliaht olduğunu iddia ederek kendine Manhattan’ın sosyetesinde önemli bir yer ediniyor. Tüm bu çevrede herkesle arkadaş olan Sorokin bu sırada Anna Delvey adını kullanıyor ve yalnızca elit üyelerden oluşan bir kulüp kurmak için kolları sıvıyor. Birçok yatırımcıyla anlaşıyor ama çok da ileri gidemeden foyası ortaya çıkıyor. Sorokin’in dolandırdığı insanlar genelde yakın çevresi olsa da, aslında bir noktaya kadar bankaları bile kandırmayı başarıyor. Sonunda yakalandığında da yaptığı hiçbir şeyden pişman olmadığını söylüyor. Dizi hem onun hem de onun hakkında makale yazan gazetecinin hikayesine odaklanıyor.

Bu noktada da değinmemiz gereken önemli bir durum aslında bu belgesellerin ve hikayelerin anlatılmasının dolandırıcılara fayda sağlıyor oluşu. Öncelikle zaten bahsettiğimiz üç kişi de özgürler ve hapiste uzun bir vakit geçirmemişler. Suçlarından bir şekilde beraat etmenin yolunu bulan Sorokin, MacFarland ve Hayut şimdilerde bu hikayelerin anlatılmasının getirdiği şöhretin ve imkanların tadını çıkarıyorlar. Zaten Sorokin, makale çıktığı andan itibaren internette bir fenomen haline geliyor. Mahkemede giydiklerine adanmış bir Instagram hesabı açılıyor mesela. Ya da onun gibi görünme tüyoları paylaşılıyor. Hayut’un da hala lüks bir hayat sürdüğü biliniyor. Yani bir yandan ibretlik olması beklenen bu hikayeler, aslında dolandırıcıları yıldızlaştırmaya ve onlara bir hayran kitlesi vermeye kadar gidebiliyor. Bu insanlara verilen platform ve şimdilerde ulaştıkları noktaya bakınca kimse dolandırıcıları suçluyor gibi görünmüyor. Aksine, çoğunluk her zaman kurbanları suçlamayı seçiyor.

Şeytan tüyü olan, karizmatik dolandırıcı imajı hepimize tanıdık aslında. Robert Redford ve Paul Newman’ı iki dolandırıcı olarak karşımıza çıkaran The Sting, Leonardo Dicaprio’nun belki de en sempatik halini seyirciyle buluşturan Catch Me If You Can ve dünyanın en havalı dolandırıcı ekibini toplayan Ocean’s Eleven ilk akla gelenler. Böyle karizmatik ve sempatik yansıtılmaları da tesadüf değil. Zaten dolandırıcıların çoğu, kendini insanlara sevdirmeyi bilen tipler, çünkü uzmanlık alanları bu. Baylor College of Medicine’de profesör John Oldham’a göre bu tip dolandırıcı hikayelerinin insanlara iyi gelme sebebi onlarda piyangoyu kazanmak gibi bir anlık kurtuluş etkisi yaratıyor olması. Aslında dolandırıcılar, çoğunluğun hızlıca zengin olma hayaline oynuyor diyebiliriz. Bir de tabii onların cesareti ve pervasızlığı da bir macera yaşama arzumuzu tetikliyormuş. 

Inventing Anna’da Anna Sorokin’in avukatı, aslında müvekkilinin yanlış hiçbir şey yapmadığını, hepimizin kendimizi olduğumuzdan daha iyi göstermek için türlü yalanlar söylediğini savunuyor. Özellikle sosyal medya üzerinden yarattığımız personanın ve hayatın gerçek hayatımız olmasının imkansızlığını yüzümüze vuruyor. Evet, hepimiz bazen beyaz yalanlar söylesek de, ya da kendimizi olduğumuzdan farklı yansıtsak da sanki dolandırıcılıkla bu durum arasında dağlar kadar fark var. Her ne kadar modern dünya bize para kazanan herkesi kahraman ilan etmemizi haykırsa da, dolandırıcıların verdiği zararın farkında olmak ve onları çok da idealize etmemek gerektiği bir gerçek.