2022’de kadınların mücadelesi: ‘‘Umutluyuz, tarih bizden yana!”

Kadınlara,  “Asla yalnız yürümeyeceksin” sloganıyla seslenen Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun, Türkiye’de kadın cinayetlerini durdurma mücadelesi 12 yıldır devam ediyor.

Platform olarak erkek şiddetine maruz bırakılan kadınların, kayıplar yaşayan ailelerin yanlarındalar. Davaları takip ediyor, yasa teklifleri hazırlıyor, kimi zaman dev dilekçeler hazırlayıp kimi zaman da Danıştay’a anayasa göndermeye uzanan eylemler düzenliyor; evde, sokakta, sosyal medyada ve aslında aklınıza gelebilecek her yerde “Asla yalnız yürümeyeceksin” diyerek kadınların, çocukların eşit ve özgürce yaşadığı bir dünyayı var etmek için mücadele ediyorlar.

Platform, Türkiye’de kadın cinayetlerini durdurma mücadelesine devam ederken; bir yandan da şiddete maruz bırakılan kadınların ve kadın cinayetlerinin sayılarını raporlaştırmaya devam ediyor. Sundukları bulgularla, mücadele için atılması gerekilen adımlara dikkat çekiyor, aynı zamanda da kaybettiğimiz tüm kadınların “hayatlarına” sahip çıkıyorlar.

Platformun 2022 Şubat Ayı raporunun verileri şöyle:

  • Bu ay 23 kadın cinayeti işlendi, 21 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Öldürülen 23 kadından 11’inin hangi bahaneyle öldürüldüğü tespit edilemedi, 10’u boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak istemesi bahanesiyle, 2 kadın ise ekonomik bahanelerle öldürüldü. 
  • Şubat ayında öldürülen 23 kadının 10’u evli olduğu erkek, 4’ü birlikte olduğu erkek, 3’ü akrabası, 2’si eskiden birlikte olduğu erkek, 2’si kardeşi, 1’i oğlu ve 1’i de tanıdık biri tarafından öldürüldü.
  • Kadınların 16’sı evinde, 3’ü sokak ortasında, 2’si ıssız yerde, 1’i iş yerinde ve 1’i ise arazide öldürülmüştür. Bu ay öldürülen kadınların yüzde 70’i evlerinde öldürüldü. 

Kadın Cinayetlerini Durdururacağız Platformu Genel Temsilcisi Gülsüm Kav, “Kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü tespit edilmedikçe; adil yargılama yapılmayıp şüpheli, sanık ve katiller caydırıcı cezalar almadıkça, önleyici tedbirler uygulanmadıkça şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor” diyor. Kadınları mücadeleye, yetkilileri ise görevlerini yapmaya çağırıyor.

Gülsüm Kav ile 8 Mart vesilesiyle buluşup faillerin cezasız kalmasının önünü açan şüpheli kadın ölümlerini, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinin kadın cinayetlerini ve şiddeti nasıl etkilediğini, Meclis’e sunulması beklenen 6. Yargı Paketi’nde yoksulluk nafakasına yönelik düzenlemelerin kadınları nasıl etkileyeceğini ve Türkiyeli kadınların gündemini konuştuk. 

Kadınların hayatlarına, söylemlerine, bedenlerine ve her türlü kararlarına yalnızca ve yalnızca kendilerinin karar vereceği günler için hepimizin mücadelesi devam ederken Kav’ın da örgütlü kadın mücadelesine her zamanki gibi tam olan inancı hepimize umut veriyor. Ama sadece sözde kalan, “boş” bir umut değil bu, biliyoruz. Bu umut, gücünü kadın ve LGBTIQ+’ların mücadelesinden ve elbette haklılığımızdan alıyor. Kav da, “Haklıyız, Tarih bizden yana. Kazanacağız” diyor ve ekliyor: “Yüzümüz gülüyor, hep gülsün istiyoruz. Örgütlü bir mücadeleyle daha da çok güleceğimiz günler gelecek. Bu nedenle mücadeleye de devam!” 

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Şubat 2022 Raporu’na göre geçtiğimiz ay 23 kadın cinayeti işlendi, 21 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Öldürülen 23 kadından 11’inin hangi bahaneyle öldürüldüğü tespit edilemedi, 10’u boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak istemesi bahanesi ile, 2 kadın ise ekonomik bahanelerle öldürüldü. Şüpheli ölümler de son yıllarda artışta. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Faili meçhul ve şüpheli ölümleri farklı kategorize etmeliyiz değil mi?

Şubat 2022 raporunda da, son aylarda ve yıllarda karşımıza çıkan bir gerçeği yeniden gördük. Kadın cinayetlerinin yanı sıra şüpheli kadın ölümlerinin sayısı artıyor. İşin çok önemli yönü şu: biz senelerdir kararlı bir mücadeleyle resmi kamu kurumlarının yapması gereken raporlamaları kendimiz yaparak, gizlenen ya da üstü örtülen kadın cinayetlerini nasıl ortaya çıkarıyorsak artık aynı mücadeleyi şüpheli kadın ölümleri için de sürdürmemiz gerektiğini, benzer bir ihtiyacın da ortaya çıktığını gördük. Resmi makamlar tarafından kadın cinayetinin sayıları azalmış gibi gösterilerek bütünüyle böyle bir olgu yok sayılıyor. Böyle bir olguyu yok saymak, kadınların hayatını yok saymak demek. Bu açıdan kamuoyunun aslında bildiği, tüm toplumun sahiplendiği Şule Çet davasında olduğu gibi tekrarlanan durumlara çok dikkat etmek gerekiyor. Kadın cinayetleri gibi şüpheli kadın ölümleri de durdurulabilir bir durum. Sadece iyi bir soruşturma yürütülmesi gerekiyor. 

Sayısal gidişat için şu an net bir şey söyleyemiyorum. Ancak ortada olan niteliksel veriler bize şunu gösteriyor: nitelik değiştirmiş bir şiddetle karşı karşıyayız. Bunun önemli bir bölümünü de şüpheli kadın ölümleri oluşturuyor. Bu kanıta dayalı net bir veri, şiddettin niteliği değişti. 

Şüpheli kadın ölümlerindeki artışın nedenleri neler olabilir?

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme süreciyle artan cezasız kalma cesareti veya gizleneneceğini sanma eğilimi olabilir. Ayrıca daha tersten bakarsak, kadın cinayetlerini durdurma mücadelesinin çok büyük ses getirmesi, bu olayın toplumsallaşması, davaların sahiplenmesi, kaçış-kurtuluş olmayacağın anlaşılması, yani bizim mücadelemizin gücü; failleri gizlenmeye itiyor olabilir. Arkasındaki yatan nedenleri sorgulamaya devam etmekle birlikte, net bir gerçekliği de görüyoruz. Şüpheli kadın ölümleriyle mücadele edilmeli, iyi soruşturmalar yapılmalı. Raporlara baktığımızda şüpheli kadın ölümlerinin bazı yıllarda kadın cinayetinin sayısını aştığını da görüyoruz.

Şüpheli kadın ölümlerinin sayısındaki artış; kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü tespit edilememesi, adil yargılama yapılmasının önündeki en büyük engellerden biri oluyor. Şüpheli kadın ölümlerinin sayısındaki artıştan neler çıkarmalıyız, nelere dikkat edilmesi gerekiyor?

Şüpheli kadın ölümlerinin sayısındaki artış çok tehlikeli bir uyaran. Çünkü tam anlamıyla bir adaletsizlik, kanunsuzluk anlamına geliyor. Devletin ve kurumların bu ciddi artışı görmesi gerekiyor ancak henüz bu sorunu görmüyorlar. Biz tabii ki yine öldürülen kadınların sesi olmalıyız ve ayrıca bu ölümlerden bir şeyler öğrenmeliyiz. Kadın mücadelesi öğrendiklerimizle devam ediyor, gelişiyor, güçleniyor. Ama ben her zamanki gibi kadın mücadelesine inanıyorum. Bir zamanlar nasıl ki kadın cinayetleri örtülüyor, kabul edilmiyorsa ve şimdi iktidar dahil herkese kabul ettirdiysek, şüpheli kadın ölümlerini de kabul ettireceğiz.

Bu konudaki sayısal veriler elbette önemli ve ihtiyaç. Bu tabii ki devletin sorumluluğunda. Ama hiçbir veri olmasaydı bile tekrarlanan durumlar, ortada ciddi bir sorun olduğunu anlamak için yeterli. Her gün haberlerde görüyoruz. Kadınlar hep yüksekten düşüyor ve o ortamda hep bir erkek oluyor. Dava sürecinde de kadının psikolojik durumuna vurgu yapılarak intihar ihtimali ön plana çıkarılıyor. Maalesef alışkın olduğumuz şeyler. Erkekler, kadın cinayetlerinde de kendi psikolojilerinin bozuk olduğunu iddia ederek ceza indirimi almaya çalışıyorlardı, failler, şüpheli ölümlerde de tam tersine bir durum öne sürüyorlar. Yani her durumda bir kaçış, kurtuluş cezasızlığa giden bir yol arayışına gidiyorlar. Kısacası, ortada hiçbir rapor, sayısal veri olmasa bile her gün duyulan yüksekten düşen kadın haberleri durumun ciddiyetini gösteriyor. 

Şüpheli kadın ölümlerinin aydınlatılması ve failin gerekli cezaları alması için yürütülen mücadele nasıl bir süreç, sizin için nasıl zorlukları oluyor?

Şüpheli kadın ölümleri bizim için de çok daha zorlu bir mücadeleyi beraberinde getiriyor. Doğal ölüm, cinayet, intihar gibi ölüm türlerinin yanı sıra bir de “belirsiz ölüm” denilen bir ölüm türü var. Şüpheli ölümler, adli tıpçılar, kolluk kuvvetleri ve bu alanda çalışan herkes için zorlayıcı bir durum. Bu belirsizliği netleştirmek gerçekten karmaşık ve zor bir mesele.

Burada bizim karşılaştığımız en büyük sorun kurumların en başından itibaren, yani olay yeri incelemeden itibaren yeterli delil toplamayla başlayarak sağlam bir soruşturma yapmaması. Bu nedenle, en başa dönüp o eksikliği gidermeye çalışıyoruz. Çok uzun ve zorlu bir mücadele süreci gerekiyor. Yağmur Önüt kardeşimizin davası mesela… Altı sene sonra gerçeği ortaya çıkarabildik. Annesi, “Ben şimdi yasımı tutabileceğim” dedi. Gerçeği daha net ifade eden bir cümle olamazdı herhalde. 

Bu zorlu mücadeleyi kimse yürütmezse, elbette biz her zaman yürüteceğiz. Ancak bu bizim ve birtakım kötü faillerin arasında geçen bir kahramanlık hikayesi değil. Bize iyi bir soruşturmanın ne kadar şart olduğunu gösteren bir durum bu. Kadın cinayetlerinin bu kadar fazla olduğu, LGBTİ+’ların cinsel yönelimleri veya kimlikleri bahane edilerek öldürüldüğü bir ülkede tüm birimlerin bunu akıllarında tutarak soruşturma yürütmeleri gerekiyor. Bu cinayet gerçeğini akılda tutarak, o yönde de delil arayarak, soruşturmayı bu bilinçle yapmaları gerekir. Ancak maalesef bunu göremiyoruz. İhmalle yürütülen bu süreçlerin sonunda da kolaylıkla kapatılan dosyalarla karşı karşıya kalıyoruz. 

Bize yapılan başvurular da arttı son yıllarda. En başa dönerek, tüm o eksikleri o dosyayı yeniden kapatarak zorlu bir mücadeleye giriyoruz. Yol aldığımız ve gerçeği ortaya çıkardığımız dosyalar var, ancak çok sayıda davamız birikti. Bazılarında deliller çok iyi gizlenmiş olabiliyor. Yol alamadıklarımız da oluyor maalesef. Ama bu çabayı ortaya tabii ki koymak herkesin vazifesi. Böyle bırakılamaz, böyle kalamaz. Her zaman elimizden geleni yapacağız ancak asıl olarak devlet görevini yaparsa şüpheli kadın ölümleri azalacak.

Okuma önerisi – İstanbul Sözleşmesi neden yaşatır?: Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu avukatlarından İpek Bozkurt anlatıyor

Kadın cinayetleri sayısının yalnızca İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 2011 yılında azaldığı verisi var elimizde. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmemenin  önemini bir kere daha hatırlatıyor…

Aslında Türkiye’de kadın cinayetlerinin temelinde de kadınların daha fazla  hak ve özgürlük arayışı yatıyor. Hayatları hakkında verdikleri kararlar (bu şiddet dolu bir evliliğe son vermek için de olabilir, çalışıp kendi hayatlarını kazanmaya dair de) veya kendi hayatlarını yönetme çabaları bir türlü kabul göremiyor. Türkiye’nin dört bir yanında bize benzeyen ya da benzemeyen kadınlar inanılmaz bir mücadele yürütüyor. Hayatın her alanında, her konuda. Bu çok olumlu bir uyanış dinamiği. Kadınların haklarını arama dinamiği şiddetle bastırılmaya çalışılıyor. Benzerini az önce şüpheli ölümlerde konuştuk. Kadın mücadelesinin çok sağlamlaşması, cinayetlerin takibi gibi mücadele ve dayanışmalar, faillerde gizleme ve kaçma eğilimi doğruyor. İstanbul Sözleşmesi’ne saldırılar da benzer bir şekilde iki yönlü ve çelişkili bir şekilde yürütülüyor. Bir yandan böyle bir saldırı olmasaydı bu kadar insan belki de sözleşmeyi tanımayacaktı diye düşünüyorum. Kadınlar çok güçlü bir mücadele yürüttü İstanbul Sözleşmesi için, hâlâ da devam ediyoruz. Pandemi koşullarında bile sözleşmeden vazgeçmedik, eylemler yaptık. Bizim de binalara asılan dev dilekçelerden, dev mitinglere, Danıştay’a anasaya gönderme eylemlerine kadar gibi çok sayıda farklı eylemimiz oldu. Dolayısıyla tüm bu mücadele, önemli bir kamuoyu ve bilinç yarattı. Sözleşme daha çok gündeme geldi, daha çok insan hakkında bilgi sahibi oldu. Yani İstanbul Sözleşmesi’ne saldıranlara bir boomerang gibi dönmüş oldu. 

Sözleşmenin aile yapısına zarar vereceğine yönelik manipülatif ifadeler de yükseldi bir anda…

“İçinde şiddetin olduğu bir aile ne kadar güçlü ve sağlıklı olabilir?” diye yanıt veriyoruz biz. Bu aileci politika, ailenin ön plana çıkarılması öyle bir boyuta geldi ki… Mesela ana akım TV dizilerinde bile sürekli aile bağlarına gönderme yapan, kan bağını vurgulayan isimler görüyoruz. Toplumu inandırmak için uğraşmak durumunda kalıyorlar yani.

Bu süreçte elbette çok fazla manipülasyon da yapıldı ama yapılan araştırmalar da ortada. Örneğin bizim de güvendiğimiz bir araştırma kaynağı olan KONDA’nın verilerine göre İstanbul Sözleşmesi’ne karşı gelenlerin, itiraz edip yararsız görenlerin oranı sadece yüzde 7. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek çok büyük tarihi bir hata. Dünya tarihinde görülmemiş bir skandal. Adında İstanbul geçen bir sözleşme, ev sahibi ülke biziz, şu an altında imzamız yok. Politik olarak da çok büyük bir hata. Hukuki mücadele devam ediyor zaten. Bu arada ben de “kaybettik” diye bakmıyorum. Bence zaten biz kadınlar politik mücadeleyi biz baştan kazandık. Hiç kaybettik gibi hissetmiyoruz. Elbette bir gece yarısı sözleşmeden çekilme kararının duyurulması bize de “Bunu nasıl yaptılar?” dedirtti. Ama ilk günden itibaren sözleşmeyi savunmaya devam ediyoruz.

Çok yanlış bir karar. Zamanla da imzayı geri çekenlerin tarafında sürekli bir savunma hali olduğunu gördük. Bu süreçte kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerine yönelik cezasızlığı ortadan kaldıracağız gibi açıklamalar da yapıldı. Aslında tüm bunlar da İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin iktidarı nasıl zor bir duruma düşürdüğünün göstergesi diye düşünüyorum. Kısacası bu manipülasyon tutmadı. Hatta toplumun İstanbul Sözleşmesi’ni daha fazla tanımasına vesile oldu. En son Danıştay baş savcılığının imza çekme sürecinin hukuka uygun olmadığını söyleyen kararı da geldi. Danıştayın bu görüşü de çok yerinde ve iyi oldu. Danıştayı diğer tüm durumlarda da böyle açıklamalar yapmaya ve kadınların hayatlarını savunma görevini yapmaya da çağırmak isterim. 6284 ile ilgili de bunu yapsın, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini her nerede görürse yine böyle kararlar versin. Bu açıdan da biz 8 Mart’a da böyle bir moralle giriyoruz. Biz haklıyız.

5 Ocak 2020’den beri kendisinden haber alınamayan üniversite öğrencisi Gülistan Doku’nun kaybolmasının üzerinden iki yıl geçti. Bir yanda sesini duyurmaya çalışan Doku Ailesi var… Kaybolan, kaçırılan kadınların sayısı da artıyor…

Nitelik değiştirmede bir de böyle bir durum var. Aslında gerekli tüm arama çalışmalarının yapıldığı iddia ediliyor. Ama aileyi ikna edecek bir işleyiş olması gerekiyor. Bunun için evrensel protokoller var. Benim şüpheli ölümlerde de kullanılmasını önerdiğim devlet gözetimindeki şüpheli ölümlerde kullanılan Minnesota Protokolü mesela. Başından itibaren tüm sürecin ayrı komisyonlarca yürütülerek, aile ve yakınların tatmin edilecek şekilde yürütülmesi. Kayıp ve şüpheli durumlarda belirli standartlar oluşturulması gerekiyor. Gülistan Doku için de ailesi ne talep ediyorsa bunun uygulanması gerekiyor. Artmaması için de bahsettiğim protokoller uyarlanabilir ya da geliştirilebilir. Nasıl soruşturma süreci iyi yürütülsün diyorsak böyle özel durumlar için de birtakım özel uygulamalar geliştirilmesi gerekiyor.

Bir başka sohbetimizde “Bunca yıldır kadın mücadelesinin içindeyim. Toplumun bu kadar karşı çıktığı, cinayetler bitsin dediği ama yine de bitiremediği bir durum” demiştiniz. Neden böyle sizce?

İstanbul Sözleşmesi burada da yol gösterici yine. Artık ortada bilimsel bir kanıt gibi bir gerçek var ki şiddet, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu ve devam etmesini sağlayan ana faktörlerden biri. Kadınların bir sınırda tutulmaları, eşit görülmemeleri ve bu eşitsizliğe razı gelmelerine ikna etmek, hep şiddet tehdidiyle sağlanıyor. Zaten şiddete maruz bırakılabilir görülme de bu eşitsizliğin bir sonucu. Eşitsizlik göstergelerini gözle görebiliyoruz, bunlar ölçülebilir şeyler. Her sene ülkeler bu konuda boylarının ölçüsünü alıyorlar. Kadınların temel yaşam alanlarına katılma oranları, sağlık hizmetlerine erişme, sosyal hayat, iş hayatı gibi temel değişkenlerin ölçülmesiyle ne durumda olduklarını görebiliyoruz. 

Türkiye bu 156 ülke içinde daima gerileme halinde. En başında şiddete alan yaratacak bu eşitsizlikler önlenmezse, hatta tam tersi önünü açan adımlar atılırsa zaten şiddete elverişli bir alan yaratılmış oluyor. İstanbul Sözleşmesi diyor ki, “Önce şiddetin ortaya çıkmaya cesaret bulamayacağı bir toplum yarat. Eşitlik politikalarını hayatın her alanında uygula.” Biz daha bu temel adımda uygulayamıyoruz. Eşitlik, şiddettin aşısıdır. Aşısız bırakınca neler olduğunu görüyoruz. Pandemi gibi düşünebiliriz yani, aşısız bırakılınca bu bir “salgına” dönüşüyor. Elbette bu yetmez, hemen ideal bir topluma ulaşamayabiliriz, bunlar zaman gerektiren şeyler. Ama şiddetle mücadele edeceğini söylemek, bu yönde kararlar almak ve sıklıkla bu söylemleri dile getirmek bile o cesareti kırıyor. En büyük örneğini 2011 yılında gördük. “Mücadelede kararlıyım” mesajının topluma ulaşması çok önemli bir etki yaratıyor, tam tersi olumsuz mesajlar da aynı şekilde. 

İkinci adımda ise tedbirler geliyor. Bir kadın hayatı ve güvenliğiyle ilgili tehdit ediliyorsa, henüz zarar görmediyse ama en büyük hakkı olarak hayatta kalmak istiyorsa gerekli önlemleri al, kadını koru diyor sözleşme bu kez de. Ki biliyorsunuz böyle birçok kaybımız var. Defalarca koruma isteği isteyip korunmayan kadınlar, öldürüldüğünde çantalarından korunma tedbirinin tutanağı çıkan kadınlar var. Tedbirlerin verilmediği, verilse de yeterince etkili bir şekilde kadınların korunamadığını görüyoruz. Dolayısıyla biz ikinci büyük önlemde de büyük bir boşlukla karşı karşıya kalıyoruz. 

Maalesef kadınları koruyamadığımızda ise artık üçüncü adım başlıyor. İyi bir soruşturma yürütülmesi, failin cezasız bırakılmaması ve suçun sürmesine neden olan cezasızlığın ortadan kaldırılması. Hak edilen cezanın verilmesi ki bu şüpheli kadın ölümlerinin de önüne geçilmesi demek aslında. Burada da Türk Ceza Kanunu üst sınırdan cezayı öngördüğü halde bunun kullanılmadığını, daha erkekleri kayıran bir yargı sistemimiz olduğunu, dava takiplerimizle birlikte bir kere daha görmüş olduk. Zaten dava süreçleri tek bir tane iyi sonuç alalım, fayda edelim mücadelesi değil. Kadınların temsil edilmediği bir alanda, kadınlar için temsil alanı açma, mücadele etme alanı bizim için aynı zamanda.

Sonuçta bu üçüncü temel görev de yerine getirilmediğinde ben artık “Kadın cinayetleri neden artıyor?” sorusu yerine “Bu koşullarda nasıl artmasın ki” sorusuyla karşı karşıya kaldığımızı görüyorum. Azaltmak yönündeki adımların tam tersine gitmişiz, imzacı olduğumuzda bile sözleşmeyi uygulayamamışız. Ki bu bizim verimiz bile değil. Bir zamanlar önemli verilere ulaştığımız Türkiye Tarama Sahası başlıklı araştırma raporları yayınlardı Aile Bakanlığı. 2010 ve 2015’te yayınlandı, beş yılda bir yayınlanan bir rapordu. Bu sene -pandemi nedeniyle mi bilmiyorum herhangi bir açıklama yapılmadı- ama yayınlanmadı. Oradaki resmi devlet verisi, Türkiye’de kadın nüfusunun üçte birinin şiddetin herhangi bir türüne maruz kaldığını gösteriyordu. Bu, çok büyük bir oran. Bu kadar milyonların içinde de sadece yüzde 11’lik bir kesim hak arama yollarına hukuka başvuruyor. Eğer, 2020’de yapılsaydı, ben bu sayının artacağını düşünüyordum. Kadınlarda çok saygı duyduğum müthiş bir mücadele azmi var. Ama yine de bu hak arama oranının yüzde 50nin üzerinde olması gerekiyor. Böylece kadınlar yalnız olmadığını bilecek, mücadele ve hak arama yollarında başvuracak, kamuoyu ona destek olacak, sesini duyurması konusunda destek görecek, hayatını değiştirme ümidini ve gerçekçi yollarını bilecek.

Cezalar, şiddetle mücadelede önemli ama kısmi bir bölüm. Bu noktaya kadar ne yaptığımız, hangi tedbirleri aldığımız, bütünsel mücadele ise bizi esas kurtaracak olan şey. Hem tedbirler hem de zamanlama bakımından hemen şu an yapmamız gerekenler; uzun ve orta vadede yapılması gerekenler var. Zamanda ve uzamda bütünlüklü, tüm kurumların sorumluluklarını yerine getirdiği bütüncül bir mücadele gerektiriyor şiddet. Kolay değil ama yapılamaz da değil. Mücadele yoluna çıkılmasının bile çok önemli etkileri oluyor. Bu kadar ihmalkar ve zaten kadınların uyanışına, özgür mücadelelerine ve kadınların kendi hayatlarını yönetmelerine  direnen, ayak sürüyen, karşı çıkmaya çalışan erkeklerin olduğu bir coğrafyadayız biz. Antropolojik olarak da bakarsak, tarihi Akdeniz havzasında kadın düşmanlığının ilk filizlendiği coğrafya… Bu topraklarda şiddetin çok eski bir geçmişi var. Zaten yeterince zor koşullarda yaşıyorken, kadınların tarafında durmak ve bunu net olarak göstermek yerine bu geleneksel akışla devam etmek ve türlü ihmaller karşımıza mevcut tabloyu çıkarıyor.

Dünyanın farklı ülkelerinde de kadınların mücadelesinin güçlenerek devam ettiğini ama maalesef benzer sorunlarla mücadele ettiklerini görüyoruz zaten.

Bu elbette yalnızca Türkiye’nin sorunu değil, tüm dünyada özellikle de muhafazakar iktidarlar tarafından yönetilen ülkelerin de sorunu. Polonya mesela… Türkiye’ye çok benzer durumlar görüyoruz. Polonyalı kadınlar kürtaj yasaklarıyla çok güçlü bir şekilde mücadele ettiler, meydanları doldurdular ve o gerici hükümete geri adım attırdılar. Ancak daha sonrasında tekrar ani bir hamle yapıldı ve kürtaj yasaklandı. Biz de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde çok benzer şeyler yaşadık. Önce geri adım atıldı, ancak sonra bir gece vakti aniden hamle yaptılar. Kadın düşmanlığının yükseldiği, muhafazakar iktidarların yönetimde olduğu toplumlarda hep benzer durumlarla karşılaşıyoruz. 

Meclise sunulması beklenen 6. Yargı Paketi’nde yoksulluk nafakasına yönelik düzenleme de yer alacak. Taslağa göre, iki yılın altındaki evliliklerde 5 yıl, beş yılın altındaki evliliklerde 7-8 yıl, 5 ila 10 yıl arasındaki evliliklerde ise 12 yıl nafaka verilmesi planlanıyor. Bu durum zaten ekonomik hayatta geri plana itilen kadınların daha da yoksullaşmasına neden olacak. Bu konudaki mücadeleye nasıl devam edeceksiniz?

Evet, burada da “medeni kanuna dokundurtmayacağız” mücadelesi yükseliyor. Burada esasen, hukukta “eşler” ifadesi kullanılıp cinsiyet nötr bir tanımlama yapılmasına rağmen, neden kadınların nafakaya ihtiyaç duyan taraf olduğunu tartışmamız gerekiyor. Kadınların buna ihtiyaç duyması, buna mecbur bırakılması, bu adaletsizlik esas sorun. Her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da çok ciddi bir ekonomik şiddet var Türkiye’de. Kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin de arka planında yatan faktörlerden biri bu. Türkiye’de üretken 15 yaş üstü kadın nüfusunun yaklaşık 12 milyonu ev işiyle meşgul diye iş gücüne bile dahil edilmiyor. Nasıl ki şüpheli kadın ölümlerinde kadınların hayatları yok sayılıyorsa, kadınların sabahtan akşama kadar evlerinde çalışıp üreten kadınların hayatı da aynı şekilde yok sayılıyor. Çok becerikli, verilen her işi yapabilecek, “ev kadını” olarak tanımlanan milyonlarca kadın iş gücü kabul edilmiyor. Bu tam anlamıyla yok saymak, hor görmektir.

Ekonomik bağımsızlığa sahip olmak bir kadının hayatını, şiddetle mücadelesini bile etkiliyor değil mi?

Kadınlar için özgürlüğe giden ilk adımlardan biri ekonomik bağımsızlık. Tümüyle bunu sağlamasa da çok güçlendirici bir faktör. Kadınlar bu güç kaynağından mahrum bırakılınca, bu durum kadınların hak arama oranlarına ve mücadelelerine de yansıyor. Kadınların güvenceli bir şekilde çalışma hayatına katılmasının desteklenmesi, ekonomik güç kaynakları yaratılması gerekilirken, nafaka dediğimiz; bugünün koşullarında bir insanın geçinmesini karşılamayacak meblağlara göz dikilmesi aslına yine tarihi bir skandal. Bu kararı alacak olanların, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararlarında yaptıkları büyük hatadan ders çıkarmalarını tavsiye ediyorum. İktidar için de zorlayıcı bir mesele olacak bu, göreceğiz. İktidar seçmeni kadınların da bilinci çok yüksek, tabii ki nafaka haklarını bırakmak istemiyorlar. Biz de her alanda olduğu gibi bu konuda da haklarımız için mücadele etmeye devam edeceğiz. Birçok kadın örgütüyle bir arada olduğumuz, EŞİK (Eşitlik İçin Kadın Platformu) de nafaka konusunda oldukça iyi refleksler gösteriyor. Hep birlikte, en büyük kuvvetimizle birleşik zeminlerde platform olarak elimizden geleni yapacağız. Kadınların gerçekliği, her alandaki hayat mücadelesi ortadayken bu kadar ters adımlar atmak akla mantığa sığmıyor. Bana “Eşitliğin resmini çizer misin?” deseler, TÜİK’ten aldığımız verilerle hazırladığımız iş gücü sayılmama nedenlerinin kadın ve erkek oranları arasındaki farkı gösterirdim hemen. Ev işiyle meşgul hanesinde kadınların oranı çok çok yüksekken, erkekler 0. Bu memlekette “ev kızı” diye bir kavram var. Ev oğlanı, ev erkeği var mı? 

Kadınları bu kadar eşitsiz kılarsanız, ikincilleştirirseniz elbette kadınlar da haklarını arayacak, isyan edecek. Buna kim dayanır 21. yüzyılda? Zaten Türkiyeli kadınlar da bir süredir gayet bilinçli, güçlü ve güzel bir şekilde “Bir dakika! Benim karar alma hakkım var” diyor, mücadelesini veriyor. Bu sağlıklı gidişata tahammül edemeyenler de elbette bir gün kaybedecek. Nafaka için de, sözleşme için de her türlü hak ve özgürlüğümüz için umutluyuz. Tarih bizden yana.

Medyanın da büyük bir sorumluluğu var. Mağdur suçlayıcılık, fail yerine mağdur kadının fotoğraflarının kullanılması, şiddet veya cinayet detaylarının açıkça paylaşılması gibi hatalar var. Sizin medyadan beklentileriniz ne?

Medyanın çok önemli bir rolü ve güçlü bir etkisi var. Haber ve bilgi aktarımının yanı sıra ana akımda yayınlanan diziler, programlar, TV şovlarını da konuşmak gerekiyor. Medya birincil görevi olarak hepimizin sesi olmalı, hak mücadelesi yürütenlerin sesini duyurmalı. Bir kısım gazeteciler, medya kurum ve kuruluşları ellerinden geleni yapsa da felaket örnekleri de görüyoruz. Cinsiyetçi, hak karşıtı, mağdur suçlayıcı… Zaten son 10 yıla baktığımızda Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasının hep kadın bedeni, cinselliği ve haklarının sınırlanması üzerinden saldırılarak yapıldığını görüyoruz. Medya sadece olanı, olduğu gibi aktarsa zaten yeterli olacaktır. Gerçeği olduğu gibi göstersin yeter. Bazı emsal davaları manşete taşıyan, faillerin cezasız kalmadığı örneklerin duyuran haberlere, hayatta kalan kadının nasıl hayatta kaldığının örneklerini anlatan, hak arama yollarını açıklayan ve tüm bunları yaparken de şiddeti toplumsal politik gerçeğinden uzaklaştırmayan, mağdur suçlayıcılığa yer vermeyen, faili değil kadını koruyan dile ve haberlere ihtiyacımız var. Zaten bu bilinçli manipülasyonları çok göz göre göre yapanları hepimiz fark ediyoruz artık. “O saatte neredeydi, ne giymişti” gibi mağduru suçlayan ifadelere karşın bir bilinç kazanıldı. Ancak inceltilmiş bir şekilde sızan içeriklere dikkat etmemiz gerekiyor. Özellikle ana akım TV dizilerinde ve TV programlarında. Neredeyse şiddeti masumlaştıran senaryolar kafaları bulandırabilir. Çok dikkatli olmak gerekiyor. 

Ukrayna – Rusya savaşında kadınlara yönelik söylemleri gördük. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?

Rejimlerin otoriterleşmesi genellikle kadınlar ve hayatları, bedenleri üzerinden üretilen söylemlerle gelişerek büyüyor. Siyasi liderler de kadın hak ve özgürlüklerine basarak otorite kuruyorlar. Tabii herkesin içindeki kadın düşmanlığı dile de yansıyıp kendini gösteriyor. İçlerindeki cinsiyetçilik dillerine de yansıyor yani. Savaş devam ederken kadınlar üzerinden üretilen söylemler de bir hortlak gibi çöktü yine üzerimize. Kadının, bedeninin üzerinden yapılan sözde şakaları, üretilen her söylemi elbette yine kadınların mücadelesi değiştirmeye çalışıyor. Bu sadece dilsel bir mücadele değil, birçok yönlü yürümesi gereken bir mücadele. Dil de içindekinin yansıması olduğu için mücadeleye devam!

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, hükümetin, tüm yetkililerinin hemen şu an, bu adımları atmalılar dediğiniz konular hangileri?

Bir an önce İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına son verilmesi gerekiyor. Geri adım atıldıktan sonra da sözleşmenin tüm yönleriyle, tam teşekkülü bir şekilde uygulanması ve sözleşmenin devletlere yüklediği sorumlulukların yerine getirilmesi gerekiyor. Bir diğer öncelikli mesele de silahlanmanın önüne geçilmesi. Son 10 yıllık kadın cinayetleri arşivimiz gerçekten hepimizi çok etkiliyor, acı veriyor ve öfkelendiriyor ancak bir yandan da bilimsel veriler sunuyor bize. Bu arşivlerden ve raporlardan edindiğimiz, sayısal verilere dayalı bir bilgi var. Türkiye’de kadınların yarısından fazlası boşanma kararı alıp boşanmaya çalışırken ateşli silahlarla öldürülüyor. Tüm kümeleri birleştirdiğimize karşımıza çıkan apaçık veri bu. Bir kimya formülü gibi açık, ne yapılması gerektiği belli: Boşanma dilekçesi veren her kadına ihtiyaçları sorulacak, şiddet tehlikesi altındaysa seferberlikle korunma sağlanacak. Ateşli silahlara ulaşmak da bu kadar kolay halden çıkarılacak. İnternetten silah siparişi verip kapılarının önünden teslim alarak kadınları öldürüyorlar, bunun örneğini liseli kardeşimiz Helin Palandöken’de gördük. Çok acı bir kayıptı. Ateşli silahlara ulaşılması ve boşanma sürecinde şiddet tehlikesi olan kadınlara koruma sağlanma konusunda gerekli düzenlemelerin yapılması lazım.  Bu adım atılırsa cinayetlerin büyük bir kısmının önüne geçilecek. Diğerleriyle de mücadelemiz sürecek elbette ama düşünsene bu durum dikkate alınsaydı, kaç kadının hayatı kurtarılacaktı kim bilir… 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, hükümetin, tüm yetkililerinin hemen şu an, bu adımları atmalılar dediğiniz konular hangileri?

Bir an önce İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına son verilmesi gerekiyor. Geri adım atıldıktan sonra da sözleşmenin tüm yönleriyle, tam teşekkülü bir şekilde uygulanması ve sözleşmenin devletlere yüklediği sorumlulukların yerine getirilmesi gerekiyor. Bir diğer öncelikli mesele de silahlanmanın önüne geçilmesi. Son 10 yıllık kadın cinayetleri arşivimiz gerçekten hepimizi çok etkiliyor, acı veriyor ve öfkelendiriyor ancak bir yandan da bilimsel veriler sunuyor bize. Bu arşivlerden ve raporlardan edindiğimiz, sayısal verilere dayalı bir bilgi var. Türkiye’de kadınların yarısından fazlası boşanma kararı alıp boşanmaya çalışırken ateşli silahlarla öldürülüyor. Tüm kümeleri birleştirdiğimize karşımıza çıkan apaçık veri bu. Bir kimya formülü gibi açık, ne yapılması gerektiği belli: Boşanma dilekçesi veren her kadına ihtiyaçları sorulacak, şiddet tehlikesi altındaysa seferberlikle korunma sağlanacak. Ateşli silahlara ulaşmak da bu kadar kolay halden çıkarılacak. İnternetten silah siparişi verip kapılarının önünden teslim alarak kadınları öldürüyorlar, bunun örneğini liseli kardeşimiz Helin Palandöken’de gördük. Çok acı bir kayıptı. Ateşli silahlara ulaşılması ve boşanma sürecinde şiddet tehlikesi olan kadınlara koruma sağlanma konusunda gerekli düzenlemelerin yapılması lazım.  Bu adım atılırsa cinayetlerin büyük bir kısmının önüne geçilecek. Diğerleriyle de mücadelemiz sürecek elbette ama düşünsene bu durum dikkate alınsaydı, kaç kadının hayatı kurtarılacaktı kim bilir… 

Her 8 Mart’ta giderek artan bir kalabalık var. Size Gülsüm olarak nasıl hissettiriyor 8 Mart’ta olmak, yürüyüşlere, eylemlere katılmak?

8 Mart Gece Yürüyüşü artık bir fenomen… İsteklerimizin, hak arayışımızın ve taleplerin net bir şekilde duyulması çok değerli. Ben 8 Mart’ı o eylem, bu eylem diye ayırmaksızın -bize bu günü afteden Clara Zetkin’i, Aleksandra Kollontai’ı da hiç unutmadan ve teşekkürle- tüm dünya kadınlarının birbirini görmesi, birbirlerinden güç alması yönüyle çok etkileyici buluyorum. Aynı gün bayraklarımızı açmamız ve dünya kadınlarının birleşik gücü beni çok etkiliyor. Ben zaten yeni bir kadın enternasyonaline ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum… Dünya kadınlarının deneyimlerini birbirine aktarması çok kıymetli. Sosyal medya da bu konuda epey bilinçli kullanılıyor, birbirimizi duyuyor ve birbirimiz için mücadele ediyoruz. Bu sene özellikle Afganistan’daki kutlamaları merakla bekliyorum. Ve tabii Rusya ve Ukrayna’daki arkadaşlarımıza bir güç ve ses vermemiz lazım. Merakla, heyecanla bekliyorum.

Aslında her kadın kendi mücadelesini veriyor ancak yine de örgütlü bir mücadeleye katılmak isteyen kadınlar nereden başlayabilir?

En kendisine hitap ettiğini düşündüğü örgütlenmeyi ve elinden geleni yapmasını önerebilirim. Kişisel kahramanlık hikayeleri değiliz hiçbirimiz, büyük topluluklar gidişatı değiştirecek. Tek başına mücadele etmek gerçekçi olmuyor. Asıl kahramanlar örgütlü ve politik hedefleri olan büyük topluluklar. Katıldıkları sürece mücadelemiz de büyüyecek, kazanacağımız çok güzel günler bizi bekliyor. 8 Mart’ın beni en çok etkileyen yönü de bu kolektif olma hali. 

Yüzümüz gülerek giriyoruz bu Danıştay kararından da sonra. Yüzümüz gülüyor, hep gülsün istiyoruz. Örgütlü bir mücadeleyle daha da çok güleceğimiz günler gelecek. Bu nedenle mücadeleye de devam!