
Yakalamaya yeltenme, gel pürdikkat Jülyet’i dinle: Kübra Uzun ile müzik, dostlar ve kuir varoluşlar üzerine
Bıçak gibi keskin sözleri ile yayınlandığı ilk günden itibaren dilimizde Jülyet’in habanerası. Toksik masküliniteyi, ahlak bekçilerini, TERF’leri ‘susturmayı bilir Jülyetler’ diye sesleniyor bize bu yeni parçasında Kübra Uzun.
Trans olmayı performans üzerinden tanımlayan ve yaşayan, trans feminist non-binary DJ ve performans sanatçısı Kübra Uzun ile [alt]cut adlı platformda yayınlanan Jüliyet’s Habanera ve Koli Kanonu gibi parçalarının hikayelerini dinlemek için bir araya geldik ama tabii konuşulanlar bunların çok ötesine kadar uzandı; Kübra’nın katı-belirgin sınırlar, kurallar ve tanımların ötesinde yarattığı, büyük bir oyuna benzettiği dünyasına dair bir yolculuğa çıktık. Kendi de Kübra’yla keyifli bir yolculukta olduğunu belirtiyor zaten. Tüm varoluşları ile ve ‘‘seçilmiş ailem’’ dediği sevdiği insanlarla çıktığı bir yolculuk…
Kübra sahip olduğu varoluşlarının hepsini aynı anda kucaklayabiliyor; bazı şeyleri bu varoluşlarla beraber yaşayıp, birleştirip başka potalarda eritiyor ve yeni ‘ben’ dediği Kübra’larla buluşturuyor; Barış’la, Sipsi’yle ve belki de Jülyet’le… İsimlere takılmadığını söylüyor ve tüm bu süreçleri çevresinde sevdiği insanlarla beraber bir şeyler üreterek yaşıyor oluşunu, ‘beni ben yapan yegane şeyler’ diye anlatıyor. O içindeki benlikleri, varoluşları, yaptığı işleri bir araya getirerek heyecanlanıyor, esleniyor.
Kabataş Lisesi’nde orkestranın solistiyken, o yıllardan itibaren dublaj, seslendirme, geri vokal yapmaya başlıyor ve sonrasında da konservatuar, sahne, müzikaller ve DJ’likle devam ediyor Kübra’nın müzikal yolculuğu. En üst perdelere zahmetsizce yükselen o dingin sesini bir kere duyduktan sonra unutabilmeniz imkansız; DJ kabinine geçtiği partilerin kendine has enerjisini de… Birlikte daha güçlü olduğumuz için, Kübra da amacının yaptığı her işle kuir komüniteye alan açmak/yaratmak olduğunu; birlikte işler üreterek bu alanları korumamız, güçlendirmemiz gerektiğini yoksa birey olarak direnmediğimiz, alanlarımızı genişletmediğimiz sürece içinde yaşadığımız coğrafyaya bağlı sebeplerle bir yere kadar var olabileceğimizi söylüyor. O yüzden aslında bu bahsettiğimiz yolculuğu, ürettiği ya da içinde bulunduğu her iş aktivizminin de bir parçası. Bizlere şunu da tekrar hatırlatıyor: Durum ne kadar kötü olursa olsun lubunyanın her zaman bir ‘joy’u vardır ve olmak zorundadır
Dijitalin nimetlerinden yararlanarak yaptığımız bu röportajda, dijital aktivizm, kuir alanlar, alter egolar ve kuir performans hakkında konuştuk Kübra’yla. Yaptığı her şeye dadanırken, yapacağı her yeni projeyi heyecanla beklerken aklımızdan şu soruyu geçirmeden duramıyoruz: Bakalım bir dahaki sefer çanlar kimin için çalacak?” Diren ve eğlen lubunya!
Selam Kübra, geçen sene Through The Window projesi sebebiyle senin de içinde olduğun ekiple röportaj yapmıştık. O zamandan beri neler oldu? Nasılsın?
Selamlaaaar, ben iyiyim; sizler de iyisiniz umarım. Geçen seneden bu yana neler olmadı ki… 🙂 Non-binary trans bir varoluş olarak dokunduğum, ilişkilendiğim herkesi, her şeyi bir şekilde aynı potada birleştirmeyi ne mutlu ki kendine vazife edinmiş biriyim. Bunu yaparken enerjimi, bağlayıcı gücümü ve ağlarımı kullanıyorum. Bu Through the Window projesinin başlangıcında da böyleydi, devamında da ve halen de bu şekilde. Hatta bireysel projelerimde de böyle. Herkesi bir iş gibi; dantel dantel, öre öre birleştirmeyi seviyorum, birlikte olmak iyi geliyor! Çünkü bu işleri yalnız yapmıyorum, hep birlikte yapıyoruz ve ‘connect the dots’ eşittir Kübra oluyor bir yerinden.
Üstlendiğim bir “annelik görevi” ister istemez ve de ne mutlu ki var. Pandemiyle birlikte alanlarımızdan olduk. Performans yaptığımız, çalıştığımız gece kulüplerimiz, mekanlarımız çat diye kapandı. Çaldığımız, çalıştığımız, eğlendiğimiz, birlikte olduğumuz alanlarımıza erişimimiz an itibariyle yok, ne yapacağız diye düşünürken Ömer Tevkif Erten ile bir araya gelip Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu’nun yarattığı proje bazlı mikro destek çağrısını görüp, pandemi başlamadan hemen önce tanıştığım Hollandalı yazar, filozof Simon(e) van Saarloos’u da aramıza alıp Through the Window (TTW) yani pencerenin içinden isminde bir proje yazdık. Sonuçta evlerimizdeyiz ya da ev olarak atfettiğimiz alanlarımızdayız ve bu alanlardan uzun bir zaman boyunca tek başımıza bir yerlere baktık sadece… Neyse proje çok sevildi ve makro bir ölçekte desteklenmesine karar verildi. Ve şimdi üçüncü senesindeyiz. İkinci senemizden itibaren ve halen de Prince Claus Fonu tarafından destekleniyoruz.
Projenin bu seneki turu 22 Haziran’da bitecek sanırım, değil mi?
Evet bu sene 22 Haziran 2022 Çarşamba günü üçüncü turun son günü olacak. Üç aylık ve çevrimiçi bir proje aslında TTW. İlk iki sene aktörleri Hollandalı ve Türkiyeli kuir sanatçılardı. Bu sene bu iki lokasyonun ötesinden de sanatçıları aramıza dahil ettik. TTW’da yer alacak sanatçılar şu süreçlere göre belirleniyor: Ömer ve Simon(e) beş sanatçı seçiyor. Seçilen bu beşer kişi de birer kişi belirleyip bize iletiyor. Ve bu sanatçıların tamamı üç ay boyunca, projenin sonunda sergilemek üzere birer iş üretiyorlar. Sergiye ek olarak biri projenin ortasında biri de projenin son günü olacak şekilde iki çevrimiçi konuşmamız oluyor. Konuşmaları takiben birer tane de çevrimiçi partimiz oluyor. Özetle kuir DJ’ler, düşünürler, sanatçılar hep beraber birleşiyoruz, eğleniyoruz, düşünüyor ve üretiyoruz. Bu arada canımız Zekican Sarısoy’un TTW’da çok önemli ve bağlayıcı bir rolü var. Zekican bizim ara yüzümüz; içerik ve imaj üreticimiz. Dört kişilik bir ekibiz özetle. Ne mutlu ki üçüncü senemizdeyiz yani sürdürebiliyoruz bu projeyi ve umuyorum ki seneye de devam edecek. TTW böyle bir alan.
Bunun gibi başka alanlarımız da var. Mx. Sür, Birgay ve ben bu senenin Ocak ayında XSM (Ex-Step Mother) parti serisini başlattık. Suma Han Stüdyo’da yapıyoruz bu partileri bir buçuk ayda bir olacak şekilde. Yine bu partilerde kuir DJ’lere, performans sanatçılarına ve tasarımcılara alan açıyoruz ve hep beraber eğleniyoruz. Böylece güvenli bir alanımız oluyor; güvenli alanlarımız maalesef çok az İstanbul’da. Bizler içinde birleşip beraber ürettiğimiz, eğlendiğimiz, konuştuğumuz yeni alanlar yaratmaya çalışıyoruz. ALAN2020 de böyle bir proje aslında. Pandeminin başladığı sene Çağlar ile bir araya geldik, ne zamandır bir şeyler yapmak istiyorduk. Ben bir sabah oturdum 10 dakikada sözlerini yazdım. Çağlar’la bir araya gelip şarkıya can verdik ve Pride ayının son haftası XSM Recordings’in ilk çıktısı olarak hep birlikte dinlemeye başladık. Şarkının [alt]cut çıkışlı klibi de 2021’in Haziran ayında geldi. Klibiyle aynı hafta kuir prodüktörlerin remikslerinden oluşan bir de ALAN2021 albümümüz çıktı yine XSM Recordings imzalı. Bak nerden nereye, doğurganlık süreci aslında bu işleri sürekli ve kapsayıcı kılan, ne mutlu ki!
Koli Kanonu’nun hikayesi beni çok güldürüyor. Mozart’ın “gullümsever” yanını hiç bilmeyenler ve Dadanizm okurları için de rica etsek bu hikayeyi bize anlatır mısın?
Mozart, Amadeus filminden de bilirsiniz, sürekli kıkır kıkır, sürekli komiklikler şakalar peşinde… Arkadaşlarıyla şakalaşmak için de kanonlar yazıyormuş. Üç ses, dört ses, altı ses falan… Geçen sene Ocak ayında Kartepe’de [alt]platform’un kurucusu Emre’nin ailesinin o harika yazlık evinde üç-beş arkadaş bir araya geldik. O günlerden bir gün Emre bana Mozart’ın bir kanonunu dinletti. Benim de aklıma lisede söylediğimiz Dostlar Kanonu geldi. Dostlar Kanonu dört sesli bir kanon. O zamanlar bir dijital platformda çalışıyordum. Mesaim de sabah erken başlıyordu. Pandemi zamanı iş yok, güç yok; mecbur para kazanmam lazımdı benim de. Neyse, mesaim başladı ama hâlâ uyuyorum; sabahın körü. Akış Ka da evde, “Anniii günaaaydın kahve ister misin?” dedi. ‘’Gel kız, sar bir sigara koy kahveyi otur işimiz var’’ dedim. Dostlar Kanonu’nun sözlerini baz alarak, Lubunca ile karışık Koli Kanonu’nun sözlerini yazdık.
Kartepe’deki ev de stüdyo gibi her çeşit müzik aleti, mikrofon vs. var. Bir kaydedeyim bakayım dedim çalışıyor mu bu sözlerle kanon. Baktım kulağa çok keyifli geliyor, hemen EfeMine’yi aradım. “Aa buna klip çekelim, ben de geliyorum” dedi o da, zaaaten! <3 Derken Antre, Tusidi geldi ve işte saçtı, makyajdı, kostümdü derken bir baktık ki klibi çekmişiz! Koli Kanonu, [alt]cut’ta yayınlandı ve aynı zamanda kanalın açılış videosu oldu. Mine’yle “madem dört sesli bu kanon, dört karakter yaratalım” demiştik. Buradan çıktı yani Jülyet, Sipsi, Berna. Dördüncü karakter de ev sahibi olup kankeytolarını evinde beş çayına davet eden Kübra 🙂
Jülyet, Sipsi, Berna ve Kübra… Pek çok farklı karaktere açılıyor senin varoluşun. Peki bu karakterlerin hikayeleri nerelere uzanıyor?
Bu dört karakter de benim alter-egolarım. Evet, Kübra da benim ara yüzlerimden biri. 2015 yılında hayatımda büyük bir değişiklik istedim ve en büyük değişikliğin gördüğüm, baktığım, hissettiğim şeyi değiştirmek olabileceğine karar verip Kübra’yı doğurdum. Altı ay içinde kaynaklar, tırnaklar takılmıştı, hormon süreci zaten başlamıştı. Bir süre kayboldum ve çat diye yeniden ortaya çıktım. Ce eeee… Yaşadığım süreçler bende genelde şöyle oluyor: Bir karar veriyorum ve nelerin yaşanacağını yaşarken görüyorum. Kübra 2015 senesinin Mart ayında doğdu. Bir süre boyunca neyin nasıl olduğunu anlamaya çalıştı, yaşadı, denedi, gördü. Seks işçiliği deneyimi oldu Kübra’nın, iki seneden biraz daha fazla ve tam zamanlı. Yer yer çok eğlendi, zaman zaman yoruldu, sıkıldı, şişti. Derken üst üste olaylar yaşadı ve o ilk dalga/süreci ufaktan sonlandırarak -yoğunlukla seks işçiliği ile geçen ilk iki senesinin ardından- sosyalleşmeye başladı. Sizlerin tanıdığı Kübra da bu sürece ve devamına denk geliyor aslında.
Kübra’dan önce Barış var tabii. Barış aslında hep var, belki de Kübra da hep vardı ve var olacak; isimlere o kadar takılmıyorum aslında gerçekten. Ben Kabataş Erkek Lisesi (lol) mezunuyum, o yıllarda lisede orkestranın solistiydim. O yıllardan itibaren dublaj, seslendirme, geri vokal, sonrasında konservatuar yıllarım ve işte müzikaller vs… Ay sahne hocam Haldun Dormen’di okul yıllarında, en gözde öğrencilerinden biriydim. Kendisi bana Kübra’dan sonra arayıp sormadığım için hâlâ küs (gülüyor). Belki bir ara gidip gönlünü alırım.
Neyse, özetle Kübra ile olan yolculuğumu çok seviyorum; bir önceki ben’ler ile, bağlantılarımla, aldığım ettiğimle Kübra’yı buluşturmak, bu geçişler ve oluşlar arası geçişkenlik, bu büyük oyun beni çok besliyor, heyecanlandırıyor. Evet, konservatuar geçmişim de var ve hukuk terkim bu arada. Sonra Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi okudum. Bir şekilde kabuk değiştiriyor ve yenileniyor oluşumu beni ayakta ve dinç tutan yegane şey olarak görüyorum. Bir yandan da seçilmiş ailemle, insanlarla beraber üretiyor olmak en büyük ikinci besleyici, itici gücüm. Öz cümle varoluşlarım, birtakım şeyleri bu varoluşlarla beraber yaşayıp, birleştirip başka potalarda eritiyor ve yeni benler buluyor oluşum; üstüne üstlük bu süreçleri çevremde sevdiğim insanlarla beraber bir şeyler üreterek yaşayışım beni ben yapan yegane şeyler.
Yayınladığı günden beri Jülyet’s Habanera dilimizde. Jülyet’in son akşam yemeğinde neler yaşandı, gerçekten merak içindeyiz.
Koli Kanonu’nun klibini dediğim gibi Emre’nin Kartepe’deki evinde çektik. İşte dört tane karakter olsun içinde dedik. Bu karakterlerin Instagram hesabımda ayrı ayrı postlar içinde hikayeleri var, belki görmüşsündür. Yine de kısaca bahsedeyim kızlarımızdan: Dikiz Jülyet tam bir altın avcısı, sürekli birilerini ağına düşürüyor. Parasını pulunu yiyor, posasını atıyor. Ve elinde dürbünle sürekli yeni avlarını arıyor. (Dikiz lakabı da buradan geliyor). Sürekli dürbün kullandığından kirpikleri dökülmüş, yerini dürbün izi almış.
Madam Sipsi tam bir “Xanax kraliçesi”, aynı zamanda müzik hocası(!). Gerçi sadece do’dan do’ya gam yaptığı duyulmuş müzik adına 🙂 En duygusalları da Sipsi bu arada. Butch Berna da aslında bu gruba sonradan dahil oluyor, aslen Kübra’nın arkadaşı. Gençlik yıllarında sporcuymuş ve bir spor müsabakasında doping gerekçesiyle birinciliği elinden alınmış. Uzun süre ortalardan kayboluyor, depresyona giriyor ve bu süreçte Kübra, can arkadaşının yanında oluyor. Bu karakterlerin hepsi aslında benden ve çevremizdeki herkesten bir şeyler katarak yarattığım karakterler. Ben Koli Kanonu ile başlayan ve Jülyet’s Habanera ile devam eden bu seride şöyle bir şeyi seviyorum ve devam ettiriyorum: yazılmış bir score (nota) var, Mozart Kanonu dört sesli yazmış. Notada ne yazıyorsa onu duyuyoruz. Keza Jülyet’s Habanera’da da Georges Bizet ne yazdıysa stüdyoya girip tek tek, hem soloyu (Carmen) hem de dört sesli koro partisini okudum. Armonik bir şey duyuyorsunuz orada aslında; yani öylesine söylemiyorum. Notada ne yazıyorsa onu okuyorum.
Burada yapmayı en çok sevdiğim şey yazılanı, bilineni bükmem, yeniden yazmam/şekil vermem. Bunu da çok da alakasız olmayacak şekilde sözleri -Lubuncadan da yardım alarak- değiştirerek ve aslında bu karakterlerle yeniden yazarak yapıyorum. Jülyet’s Habanera’da Jülyet bir akşam yemeği veriyor ve arkadaşları da ona eşlik ediyor. Gelen misafirlerini (randevulaştığı adamlar) ya zehirliyor ya boğuyor yani bir şekilde naşlatıp yerine yenisini davet ediyorlar. Trans feminist bir kadın Jülyet. “Bana ve de vücuduma ait olan her şey bana aittir ve bununla ilgili kimseye (özellikle toksik maskülen erkeklere) bir söz söyleme hakkı düşmüyor” diyor. Bir yandan ciddi mesajlar verirken, bir yandan da eğlendiriyor aslında Jülyet bizleri habanera’sında.
Buradan yaptığınız işlerin bir kuir sanat aktivizm alanı olup olmadığı sorusuna geçmek istiyorum. Aktivizmi, dayanışmayı yeniden örgütleyen ve beraber çeşitli işler de yaptığınız bu alanları nasıl geliştiriyorsunuz?
Kuir varoluşlar zaten başlı başına aktivizmin öznesi. Yani her bir kuir varoluş var edeni doğası gereği aktivist kılıyor, diye düşünüyorum. Bunun için herhangi bir şey yapmamıza da gerek yok. Bizler birey olarak direnmediğimiz ve alanlarımızı genişletmediğimiz sürece içinde bulunduğumuz coğrafyada maalesef bir yere kadar var olabiliyoruz. O yüzden sürekli hep bir arada olmak, birlikte bir şeyler yapıyor olmak, ses çıkarıyor olmak, direniyor ve var oluyor olmak durumundayız. Ve bu mücadele daim bir mücadele, her zaman da böyle olacağını düşünüyorum. Konu fobi ve şiddet olunca maruz kalan, ilk hedef olarak görülen grubuz LGBTQIA+’lar olarak. Ama bir yandan da asla tanınmıyoruz. ‘‘LGBT yoktur’’, herere hörörö. OIdu canım, sana soracaktık! Hem şiddetin birebir muhatabı ol hem de tanınma! Korkuyorlar bizden, korksunlar da! Tam olarak bu yüzden ben de dahil olduğum tüm bireysel ve bir arada işlerde aslında hep alan açmak/yaratmak, birlikte hareket etmek üzerinden ilerleyerek üretmeye çaba gösteriyorum. Bu tür bir varoluşun dediğim gibi kendisi başlı başına aktivizm. ALAN2020’de olduğu gibi hep bir ağızdan bir şeyler söylüyorsak bu da aktivizm. TTW üç senedir 150’ye yakın kuir sanatçıya ev sahipliği yaptı, umarım yapmaya da devam edecek! E bu da artık aktivizmin tillahı değil de ne!
Evet, dediğin gibi birçok alanımızı kaybettik ya da birkaçına sahip çıkmaya çalışıyoruz. İstanbul’daki kuir komüniteyi düşündüğümüzde bu oluşumun güçlü olduğu ya da güçlenmeye ihtiyaç duyduğu alanlar dediğimizde nereler geliyor aklına?
Alanları, alanlarımızı aslında her zaman kendimiz yaratıyoruz; kuirin dostu kuirdir. Artık daha da çok biliyoruz ki başkalarından bir şeyler beklemek pek de bir sonuç getirmiyor. Canım M. Deniz Deniz’in işlettiği Anahit, komünite olarak hep birlikte bir şeyler yaptığımız alanların en büyüğü idi. Maalesef artık yok, ama bir Anahit kapanır başka biri açılır! Keza Dudakların Cengi (DC) gibi oluşumlar da öyle. DC de aynı şekilde aktivizme, birlikte olmaya, üretmeye, eğlenmeye alan sağladı; kendini ifade etmek, sahneye çıkmak, kendini bulmak isteyen herkese el verdi. Aslında el ele vererek, birbirimize alan açarak ve yol göstererek var oluyoruz, ne mutlu!
Eskiden böyle değildi hiçbir şey; konjonktür çok değişti. Buram buram gelen ve gelmeye devam eden bir jenerasyon var. Son 10 senedir kuir varoluşun çeşitliliğinden, çok sesliliğinden, birtakım mekanizmaların işlerliğinden daha çok söz ediyoruz. Bunlar bu şekilde ne biliniyordu ne de konuşuluyordu bundan 15-20 sene önce. Belki de o zamanlar öyleydi, evet, şimdi de böyle! Eskiden sadece gey barlara ya da kafelere gidip arkadaşlarımızla buluşurduk. Bizim hep “gey arkadaşlarımız” vardı. Bizim hep beraber sahneye çıktığımız, direndiğimiz, kendimizi ifade ettiğimiz alanlarımız yoktu. Yaaaani vardı ama işte “gey bara gitmek”ti o… Yine de çok az alan var maalesef ve ben bu konudan bahsederken “buna da şükür” demek istemiyorum. Önemli olan var olan alanları da beraber tutabiliyor olmak. TTW’nun üç yıldır devam etmesi tam da bu noktada çok önemli. Pandemi yeni yeni bitiyor aslında, ekonominin hali içler acısı, seçimler yaklaşıyor; bir yandan gittikçe sertleşen bir ortam var ülkede her açıdan. Bu durumlar silsilesi tabii ki hepimizi ilgilendiriyor; ama kuirin her zaman bir “joy”u vardır ve olmak zorundadır. Biz hem birçok şeyden etkileniyoruz hem de direnmeye, ses çıkarmaya, var olmaya devam ediyoruz, etmek zorundayız.
Dijital aktivizme gelirsek… Instagram’da paylaştığın A Trans History Sung adlı projenden ve bu alanları dijital olarak yaratma konusundan bahsedebilir misin?
Yaratıyoruz ve yaratmaya da devam edeceğiz. A Trans History Sung’ı (ATHS) Onur Karaoğlu ile birlikte Berlin Volksbühne’nin Next Waves Theatre (NWT) başlıklı dijital sezonu için, NWT’nin küratörlerinden Selin Davasse’nin davetiyle 2020’de ürettik. NWT bir manifesto ile yola çıktı, üretilen işlerin tamamı dijital mecralarda ve bu mecraları kullanarak üretildi. Ben zaten şarkı söyleyerek kendimi ifade etmeyi seviyorum. Burdan hareketle şarkılar söyleyerek bir hikayeyi, hikayemi, hikayelerimizi anlattığım dijital bir anıt aslında ATHS.
“Şu gün şu saate şu Instagram hesabını takip edenler Kübra Uzun’un canlı performansını izleyecekler” gibi bir postla başladı ATHS. Hesabı takip edenler aslında otomatikman, performans için biletlerini almış oldular. Hesap dışarıya kapalı idi, sadece takip edenler izleyebildi canlı performansı. Performans gecesi geldi, tabii biz Onur ile üstüne bir aya yakın çalıştık; metinler yazıldı, şarkılar belirlendi, yaklaşık bir saat süren IG canlı performansımla eş zamanlı çeşitli gönderiler atıldı hesaba; metinlerle, fotoğraflar paylaşıldı. Bir yandan canlı yayını izleyenlerin sohbet kutusuna yazdıkları… Başka bir kamera daha vardı beni çeken, böyle böyle beş farklı kanalla kurguya girildi performans sonrası ve iş Volksbühne’ye dijital olarak sergilenmek üzere yollandı.
ATHS aslında tamamen kurgu bir iş, bu kurgu gereği ‘’Bu canlı yayını Berlin’e gideceğim bu gece gerçekleştirip arkamda dijital bir anıt bırakmak istedim’’ diyerek başlıyorum performansa. Sözüm ona en yakınlarıma bile söylememişim. İşte hikayeler anlatıyorum, şarkılar söylüyorum, arkadaşlarımı canlı yayına alıyorum arada falan ama her şey kurgu. E inandılar, izleyen herkes Berlin’e gidiyorum sandı. Aslında tam da inanmaları gerekiyordu zaten, neler neler… Telefon susmadı yayının ardından, işte ‘’neden haberimiz yok!’’ mu dersin, ağlayanlar mı dersin, ‘’ay bunu yapsan yapsan sen yapardın’’ diyenler mi dersin. İnanılmaz bir deneyimdi gerçekten. Hâlâ o gecenin ardından Berlin’e taşındığımı sananlar var 🙂 Ay ne mutlu ki ben pandemide çalıştım, çalışabildim, ürettim yani. Hem kendim için hem hepimiz için. Ve oradan kazandığım ivmeyle de hâlâ üretmeye devam ediyorum.
Sahnede birçok farklı alanda projeler üretirken bir yandan da DJ’liğe devam ediyorsun. “Kübra olmak” hakkında “ben bir şeylere karar veriyorum ve neler getireceğini yolda görüyorum” dedin. DJ’lik konusunda da mı benzer ilerliyor sürecin?
Müzik dinlemeyi ve dinlediğim müzikleri insanlarla paylaşmayı, beraber dans etmeyi çok seviyorum. DJ değilim ben, bence. Ki öyle. Aslında kabinde geçirdiğim süreçler de performatif süreçler. Nerede, kime çaldığım; kimlerle dans ettiğim çok önemli. Diğer mekanlar alınmasın ama son zamanlarda en çok Şahika Teras’ta ayda bir yaptığım Disko Tarantello gecelerinde ve XSM gecelerinde keyifle çalıyorum. Kübra oluşum da kabinde geçirdiğim süreç gibi, tamamen performatif. Ben “kadın olmak istiyorum” gibi bir noktadan çıkarak Kübra olmadım, sadece. Daha büyük memelerim olsun istedim, ama penisimi de seviyorum bir yandan. Ama aslen farklı bir aurayla, enerjiyle farklı bir süreç, deneyim yaşamak ve yaşatmak istedim. Yaşadığım tüm bu sürecin bana gösterdiği ve öğrettiği ile bu günlere geldim ve yaşıyorum. Şarkı sözü gibi oldu ay! YaşŞşaaAarıııım… 🙂
Bir performans sergilemek istedim yani özetle… Seks işçiliğini de aynı şekilde “perform etmek” istedim ve ettim, denedim, denemek istedi canım; gördüm, yaşadım. Eğrisiyle doğrusuyla, oh! Biraz da bir oyun gibi görüyorum bu süreçlerin tamamını. Q-BRA da öyle kabinde, bir şeyler yaşıyor ve ona göre çalıyor ve yaşatıyor. Bir yandan drag gibi bir yandan DJ gibi ama değil. Ay tam bir non-binary’im! Üç-dört senedir ağırlıklı olarak DJ kabinindeki performanslarımla hayatımı idame ettiriyorum, gerçi bundan da biraz sıkıldım son süreçte biraz. Galiba biraz üç-dört senelik bendeki ömürler hahahah. Neyse şu sıralar bir kültür sanat kurumunda tam zamanlı, sigortalı işim olsun kafasındayım! CV güncellendi, belirli yerlere yollandı, bakalım. Elbet!
Röportajda genellikle yaptığın işler üzerinden ilerledik ama bir non-binary olarak Trans Dışlayıcı Radikal Feministler yani TERF’lerin demeçleri hakkında ne düşünüyorsun diye de sormak isterim bu arada.
TERF’ler hakkında söylenecek en güzel şeyi Dikiz Jülyet söylüyor zaten: ‘’Minço benim, tita benim, kime ne istediğime veririm!’’ Yani ne diyor, ben kimseye karışmıyorsam, kimsenin varoluşu, yaşayışı vs. ile ilgili çıkarımlarda bulunmuyorsam, o varoluşu bazı fiziksel durumlar üzerinden kafama estiği gibi okuyup, dillendirip vıdı vıdı etmiyorsam sen de bana bunu yapma diyor. Yapamazsın diyor! Yaparsan cevabını alırsın diyor! Benim sinirimi bozmayınız diyor! 🙂 Ben non-binary’im. İkili olan, atanmış, öğretilenin dışındayım ve olduğum yerden de memnunum. Akışkanım, akıyorum. Bir orada, bir buradayım. Kendi estetiğimi kendim yaratıyorum ve yarattığım şeye hayranlık duyuyorum!
İstanbul’daki eğlence sektörü, gece hayatı nasıl ilerleyecek sence? Ne gibi değişiklikler bekliyorsun buralarda?
Cis-hetero beyaz gücü eğlence ve kültür sanat alanlarında yavaş yavaş kırıyoruz. Bizler kendi alanlarımızı korumaya, yenilerini yaratmaya devam edeceğiz. Bu konuya güvenim tam ve böyle olacağını öngörüyorum. Ha tabii bu değişimin öznelerinden biri bugün ben olurum, yarın başkası olur. Özellikle Z kuşağına baktığımızda her şeyi çok erkenden idrak eden, mücadeleye erken yaşlarda giren, özgürlüğünü daha erken yaşlarda elde eden bir jenerasyon görüyoruz. Bu alanları korumamızdaki en büyük kaynaklar onların bu şekilde olmaları. Avrupa’da böyle olmayabilir ama Türkiye’de artık bazı şeylerin çok daha kolektif olduğunu düşünüyorum.