“Nietzsche’ye itimadımız yok değil, ama iyi adamı yedirmeyiz” anafikri üzerinden Hollywood’un köstebek temalı filmlerine dadanmak

Yazı: Adem Beyaz

Kötü adamın veya kötü köstebeğin başrolde olduğu her filmde, kötülüğün ve dolayısıyla kötünün kendisinin filmin sonunda galip geleceğine dair masum (!) umudu siz de hissetmişsinizdir içinizde, benim gibi. Ve filmden çıkarken de bağrınızda bu burukluk vardır, bir iç kemirmesi, kimseye de söyleyemezsiniz ki!.. Bir sonraki vurdulu-kırdılı filmde tekrar ortaya çıksa da filmin son sahnesinde kursağınızda kitlenir yine bu hissiyat. Game of Thrones’un kelle koltukta dolaşan iyi ya da kötü kahramanlarını faltaşı gözlerle bu yüzden izlemiyor muyuz sanki, hadi itiraf edin?! Tek köstebekli senaryodan daha yaratıcı nasıl bir senaryo üretebiliriz dilemmasından iyi-kötü gerilimli, çift köstebekli (köstebekleşmeli) senaryo ile çıkış yolu bulan Hollywood ahalisi yine de sınırlarını aşıp kötüye iyiyi ezdirmiyor. Hep de suçu Hollywood’da bulmayalım ama, sonuçta prodüksiyon ekip işi, herkes ekmek yiyor oradan, kötünün galip gelmesi büyük risk kabul edelim. Görsel olarak bize kötü köstebeğin kazandığı nihai sahneyi vermese de bunu hayal etme ve umut etme fırsatını esirgemiyor bizden çok şükür. İcra ettiği rol için doğmuş adamlara müteşekkiriz bu konuda: ilk örnek Face/Off filmi… Filmin başında Nicolas Cage süper artiz, John Travolta da acayip mütevazı bir karakterken yüzlerinin değişmesi sonucu (tamam, yüzün postunun değişmesiyle bütün plastiğinin değişebileceğini bize empoze etmeye çalışan fütüristik vizyonu saymayalım lütfen) yüzdeki ifadelerin de nasıl değiştiğini bilirsiniz. Ama sonradan filmin muhasebesini yaptığınızda hep birini diğerinin yerine koya koya düşünürsünüz, ‘’aslında bak bu oydu, o da buydu’’ diyerek kendi kendinize. Hayal sınırlarını zorlamaya gerek yok, sadece değiştire değiştire her sahneyi yeniden kafanızda canlandıracaksınız, o zaman kötü adam iyi, iyisi de kötü adam oluyor.

Kötüye dair umutlarımızın hep taze kaldığı ve filmin sonunda kötü adamın muzaffer çıktığını düşündüğümüz film ise Köstebek (Departed). Senarist sarpa sardığı senaryodan çıkamayacağını anlayıp filmin sonuna herkesi birbirine kırdırınca muhtemelen hesap etmediği bir şey oluyor ve geriye en son kötü adam kalıyor, tamam bu film olmuş deyip kapatmaya hazırlanırken ‘’çaat!’’ iyi polis (hem de aşırı idealinden) gelip tek kurşunla kötünün işini bitiriyor. Ee oldu mu şimdi diyorsunuz, kötü adamın zaferi anafikri son 3 dakikayla sınırlı kaldı. Senaryonun içten pazarlıklı olduğuna hiç değinmiyorum bile.

Bin yıllardır değişmeyen sabit fikirleri sahiplense bile bu filmlerde bir postmodern keşif, bir aydınlanma dönemine meydan okuma, bir Nietzsche imgesi yok değil hani: “bengi dönüş” ya da kısaca özet geçecek olursak “dalgalandım da duruldum”. Face/Off’ta Nicolas Cage John Travolta iken, veya onun yüzünü gözünü takmışken, sıraselviler gibi dizilmiş birbirinin aynısı evlerin arasından kendi evini seçemeyip arabasıyla bir sonraki evin bahçesine bodoslama dalar, fakat yüzler sahiplerine iade edildiğinde aynı sahne tekrarlanır ve bizim (bizim yani iyi ve mütevazı olan) John, kendi evini on ikiden tutturma über insanlığını gösterir. Departed’da ise alçak gangster Costello körpe Colin Sullivan’ı 2 somun ekmek, 1 paket kremalı büsküvüt, 3 şişe tam yağlı sütle kandırır ve yoldan çıkarır ancak Sullivan kötü köstebeklik kariyerinin zirve keyfini sürerken hayallerimizi yıkan polis tarafından öldürüldüğü sırada elinde yine sadece bu basit şeyler vardır. Biz de sorarız şimdi yapımcılara nedir bu “hem gelenekçiyim hem de postmodern” tavır?.. Son sözüm; aynı filmin diyaloğundan ibret alın bari!

Frank Costello: Okulda durumun nasıl, delikanlı?

Körpe Colin: İyi

Frank Costello: Ben de iyiydim. İşte buna paradoks diyorlar.