Ozon tabakasındaki iyileşme bize ne öğretir?

İki lafımızdan birinin iklim krizine bağlandığı şu günlerde, çok da geçmişe gitmeden belki ilham belki de örnek alabileceğimiz bir durum yaşanmıştı aslında. 1985 yılında, bir grup bilim insanı Antartika semalarında çalışmalarını yürütürken ozon tabakasının kalınlığında pek de hoş olmayan bir değişim, daha doğrusu zayıflama ve incelme fark ettiler. 1970’lerde başlayan bu durum, 1980’lerin ortalarına gelindiğinde iyice kendini ve risklerini belli etmeye başlamıştı. Mevzu ciddi, en acilinden de aksiyon gerekliydi. Sonuçta, birkaç 10 yıl içinde yok olma yolunda emin adımlarla ilerleyen bir durum söz konusuydu. Velhasıl, her ne kadar inanılmaz gibi gelse de şimdilerde biricik dünyamız bu çevresel krizi başarıyla atlatma yolunda. Bizi bizzat kendimizden kurtararak oldukça iyi iş çıkaran kahraman bilim insanları sayesinde tabii. Future of Life Enstitüsü tarafından da atmosfer kimyacısı Susan Solomon, jeofizikçi Joseph Farman ve Çevre Koruma Ajansı’ndan Stephen Andersen bu vesile ile ödüllendirildi geçtiğimiz günlerde, ozon tabakası mevzusu da gündemde hak ettiği yere, bu sefer bir başarı hikayesi eşliğinde tekrardan taşınmış oldu.

Future of Life Enstitüsü ödülleri her yıl dünyamızı varoluşsal ve küresel felaket risklerinden kurtarmaya çalışarak daha güvenli hale getiren isimsiz kahramanlara veriliyor. Bu bilim insanları arasında çiçek hastalığını yok etme mücadelesinde kilit rol oynayan William Foege ve Viktor Zhdanov da biyolojik silahlar sözleşmesi üzerindeki çalışmaları nedeniyle Matthew Meselson da var. Önemli olan keşiflerinin dünya çapında bir nevi alarma ve benzeri görülmemiş aksiyonlara neden olması da diyebiliriz.

Ozone Layer Animation GIF by European Space Agency - ESA - Find & Share on GIPHY

Malum, bir zamanlar yani aşağı yukarı 15-20 sene evvel, ozon tabakasının akıbeti konusunda ciddi endişelerimiz vardı. En azından bir kısmımızın. Şimdilerde ise, tam olarak restore edilmemişse de dediğimiz gibi ciddi anlamda toparlanma yolunda. Elbette, bu ilerleme gerileme olmadan olmadı. Mesela, hasarın 2019’un ardından 2020’de belirgin şekilde daha büyük olduğu da kaydedilmiş. Ancak, her şeye rağmen geçen yüzyılda verdiğimiz tahribat tersine döndü diyorlar. Komplikasyonlar ve uyarılar eşliğinde dünyanın ozon krizine verdiği yanıt, belki de iklim krizine karşı verdiğimiz mücadeleyi şekillendirebilecek bir umut ışığı da olabilir.

Ayrıca, ozon tabakasının alametifarikasını artık pek çoğumuz bilsek de gene de değinmekte fayda var. Temel görevi Dünya’nın yüzeyinden süzülen radyasyon ışınlarını azaltmak. Daha başka bir dille söylemek gerekirse de onsuz güneş ışığı gezegendeki yaşam için büyük ölçüde ölümcül olabilirdi…

Future of Life Enstitüsü’nden Georgiana Gilgallon; ”Projeksiyonlar, ozon tabakasının 2050 yılına kadar çökeceğini gösteriyordu. Atmosferik ozondaki ani düşüş, yaklaşan bir felaketin habercisiydi” diyerek durumun ciddiyetine vurgu yapıyor bir kere daha.

Ama kendini yenileme konusunda epey başarılı olan dünyamız tüm çabalara karşılık vermesini de bildi. Elbette, tüketici boykotları, siyasi eylemler, Montreal Protokolü adı verilen büyük bir uluslararası anlaşma, tüm ticari ve endüstriyel kullanımlarında CFC’lerin yerini alacak yeni teknolojilere yapılan büyük yatırımlarla birlikte. CFC de esasen kloroflorokarbon gazı. Biricik atmosferimize parfümlerden, klimalardan, buzdolaplarından, araba egzozlarından ve sera gazlarından yayılıyor, ozon ile tepkimeye girerek, tabakanın parçalanmasına neden oluyor. Böylece de ozon tabakasında ozon derişimi azalıyor aslında. Sera gazlarından olan kloroflorokarbon küresel ısınmanın da başlıca sebeplerinden bu arada. Tabiata salındıktan sonra da yaklaşık 100 yıl ömrü olduğu söyleniyor.

 - Find & Share on GIPHY

Yeni CFC üretimi ise ilk olarak 1990’lardan başlayarak 2000’lerin başına kadar olan süreçte etkin bir şekilde durduruldu. Fakat CFC’leri kullanan mevcut cihazların aşamalı olarak kaldırılması biraz zaman aldı. Gene de protokolün yürürlüğe girmesinden bu yana CFC emisyonları istikrarlı bir şekilde düşmekte. Araştırmacılar Mario Molina ve Sherry Rowland sayesinde tabii.

Gilgallon, “Bunu, insanlığın küresel bir felaket riskini fark ettiği ve ele aldığı potansiyel ilk örnek olarak görüyoruz. Hâlâ yapılacak çok şey, uğraşılacak pek çok yeni sorun var, ancak günümüzdeki ölçümler ozon tabakasını iyileştirme sürecinin iyi bir şekilde devam ettiğini açıkça ortaya koyuyor” sözlerine de yer veriyor.

Molina ve Rowland’ın Nature dergisinde 1974 tarihli makalesi bu sorunu ortaya koyup, tartışmalara yol açtıktan sonra çevre aktivistleri değişim için bastırmaya başladı. Ancak hükümetleri koordineli uluslararası eyleme bir anda yönlendiremedi tabii. O zamanlar, Molina ve Rowland’ın teorisinin kesin sonuçları devrim niteliğindeydi. Pek çok araştırmacı, ozon tabakasının incelmesinin yalnızca yüzyılları kapsayan bir zaman ölçeğinde olacağına inanıyordu çünkü. Şans eseri(!) olarak reddedilen bazı erken endişe verici ölçümler bulunmaktaydı. Neyse ki…

Ancak Antarktika’dan 10 yıl sonra alınan ölçümlerin kesin olarak gösterdiği şey; parçalanmanın beklenenden çok daha hızlı gerçekleştiğiydi. Solomon da konuya dair, “70’lerin sonlarında, parçalanma bir kayanın düşmeye başlaması gibiydi Molina ve Rowland’ın da hayal ettiğinden daha fazla ozon incelmesi oldu” diyor.

İlk olarak, aslında durumun dünya adına ciddi bir tehdit olduğunu ve sebebinin CFC’ler olduğunu belirlemek dolayısıyla da kabul ettirmek gerekiyordu. İlk resmi çalışma da Molina ve Rowland tarafından yapıldı. Daha sonra ise British Antarctic Survey’den bir jeofizikçi olan Joseph Farman ve meslektaşları tarafından alınan 1985 yılı ölçümlerine göre, ozon tabakası, modellerin tahmin ettiğinden çok daha hızlı yok oluyor gibiydi.

Susan Solomon da CFC’lerden gelen klorun bu kadar çok ozonu nasıl parçaladığını çözen ekipte baş araştırmacıydı. 1986 ve 1987’de, teorisini doğrulayacak kanıtları toplamak için ekibini Antarktika’ya götürdü, bir nevi de global ozon seferi başlatmış oldu. Solomon ve ekibi, klorun ozonu parçalama sürecinin aslında başlangıçta düşünüldüğü kadar yavaş olmadığını ve ozonun parçalanmasının hızla kontrolden çıkabileceğini iddia etti: Klorun ozonla etkileşiminden oluşan klormonoksit daha sonra parçalanacaktı.

Hatta Solomon durumu daha net anlatmak için şu örneği veriyor; “Bu maddenin stratosferde olduğu zaman ölçeğinde, CFC molekülündeki bir klor atomu ile yüz binlerce ozon molekülünü yok edebilirsiniz…”

Mücadelenin bir sonraki aşaması elbette, dünyayı sorun hakkında bir şeyler yapmaya ikna etmekti. 1986’da BM müzakereleri, başta CFC’ler olmak üzere üst atmosferde ozonla reaksiyona giren maddelerin yasaklanması için bir anlaşma üzerine başladı. O zamanlar ABD Çevre Koruma Dairesi’nde bir yetkili olan Stephen Andersen, müzakerelerde önemli bir figürdü. Future of Life Enstitüsü program direktörü David Nicholson da “Gerçekten gerçekleşmesini sağladı” diyor zaten.

Ozon tabakasını incelten maddelere ilişkin hazırlanan Montreal Protokolü ise 1987’de kabul edildi ve imzaya açıldı. 1989’da yürürlüğe girmesiyle de ülkeler yavaş yavaş CFC’leri kullanımdan kaldırmaya başladı.

Ozon tabakasını daha az tehlikeye atan kötünün iyisi hidroflorokarbonlara (HFC’ler) geçildi mesela. Ancak HFC’ler de CFC’ler gibi güçlü sera gazlarından aslında. Aynı şekilde atmosferimizdeki ısıyı tutmada karbondioksitten binlerce kat daha etkili. Pek tabii yirmi yıl önce, HFC’ler ileriye dönük çevresel bir adımdı ve CFC’leri aşamalı olarak devre dışı bırakmamıza olanak sağladı. Gene de bugün bile HFC’leri de aşamalı olarak kaldırmaya çalışmaları devam ediyor.

Ancak birincil hedef açısından, ki bu tam olarak ozon tabakasını iyileştirmek oluyor, dünya çapındaki çaba anlamında çok değerli bir adımdı. CFC tüketimi 1980’lerde 800.000 mt civarlarındaydı, 2014’te ise aşağı yukarı 156 mt’a geriledi. Uzmanlar şimdilerde, 2050 yılına kadar ozon tabakasının 1980’deki durumuna geri döneceğini tahmin ediyor.

Tüm bu ‘başarı’ hikayesi aslında şu sıralar en acilinden yapmamız gerekenler mükemmel bir örnek. Bu çağın çocukları olarak, dünyanın acil bir çevre sorununa çözüm bulma amacıyla büyük bir hızla işe koyulması ve küresel bir anlaşmayı yürürlüğe koyması, hepimiz için düpedüz şaşırtıcı. İklim politikası konusunda onlarca yıldır devam eden çıkmazlara alışmış bir nesiliz, ülkelerin gezegeni kurtarmak adına hazırlanan bir anlaşmayı imzalamak için nasıl hızla sıraya girdiğini duymak kalbimizi bile kırabilir…

Bir adım geriden baktığımızda görüyoruz ki politikacılar, ozon tabakasını ele alma konusunda, iklim değişikliğini ele alırken takındıkları tavırdan daha fazla birlik içindeymişler. Montreal Protokolü’nün 83-0 ile onayladığı biliniyor. Hatta Margaret Thatcher, Montreal Protokolü’nün ve yoksul ülkelerin uyumunu sağlama konusunda öne çıkan liderlerden olmuş.

Buna karşılık, bugün hükümetler iklim değişikliğini sona erdirmedeki rolleri konusunda şiddetle bölünmüş durumda. İşler artık politik çıkar ve strateji seviyesine dahi geldi. İnanılmaz ama Paris İklim Anlaşması’na ilişkin kanun teklifi, daha dün TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Biden hükümetinin sessizce iklim krizine ihanet ettiği de epey konuşuluyor son birkaç gündür. Şunu unutmamalıyız ki; dünyayı iyileştirme mücadelesinde bireyler olmadan, koordinasyon mekanizmaları olmadan pek bir yol alamayız. Evet, insan zekası sorunlarımızı çözebilir, ama aynı zamanda yenilerini de yaratabilir…