Röportaj: berika’nın kurucusu Can Bora ile “her şey” hakkında konuştuk

Çağdaş bir kahramanın yolculuğunu anlatan, berika’nın son oyunu ALTAR, 16 ve 17 Aralık tarihlerinde NoAct Sahne’de olacak. Öncesinde berika’nın kurucusu Can Bora’yla bir röportaj için bir araya geldik.

Kreatif işler söz konusu olduğunda Türkiye’de belli bir şikayet hali vardır hep, malum. Sebepler çok yerinde elbette. Neticede şikayet etmeye sonuna kadar hakkımızın olduğu dönemlerden geçiyoruz ama bazen de engelleri bir tür bahane olarak kullanıyoruz sanki… Bir şeylerin ardına saklanıp yaratmaktan kaçmak, yakınmanın tatlı sıcaklığına kapılıp gitmek…

Dans ve tiyatro kolektifi berika’nın kurucusu Can Bora ise bunun tam tersi bir yerde duruyor ve zoru seçiyor. “Nerede olmak ve ne yapmak istiyorum” sorusuna verdiği cevabı Türkiye’de bulamayınca kendi imkanlarını kendisi yaratmaya koyuluyor ve böylelikle 2011’de berika ortaya çıkıyor.

berika şimdilerde ALTAR adlı yeni oyunuyla karşımızda. Çok yakında dans gösterisi Tavşan Deliği’yle de sahnede olmaya hazırlanıyor. Her detayı ince ince işlenmiş ALTAR’ın zihnimizde ve kalbimizde bıraktığı etki henüz pek tazeyken Can Bora’yla buluştuk; ALTAR’a, berika’ya, Türkiye’ye, sanata dair aklımıza ne geliyorsa konuştuk, dertleştik.

Bu söyleyeceğim hakkında ne düşünür bilmiyorum ama Can gibilerine çok ihtiyaç var bu ülkede. Her şeye rağmen bir şeyler yaratabilmenin mümkün olduğuna bize inandırdığı için…

MDM_0344

Başlamadan önce biraz geçmişe gidelim. Tiyatro, daha doğrusu sahne sanatları çok küçük yaşlardan beri hayatında var. Peki sahneyle yollarının kesiştiği, kıvılcımın çaktığı ilk anı hatırlıyor musun?

Dördüncü sınıftaydım. On yaşında olmalıyım. Suadiye’de oturuyorduk. Minibüsle Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin önünden geçtik. Anneme o gün dedim ki “Ben buraya gelmek istiyorum.” Böylece Müjdat Gezen’de hafta sonu kurslarına başladım. İki sene orada derslere devam ettim. Ardından Pera’nın 13-15 yaş kategorisi derslerine katıldım ve daha sonra da bölüm başkanı 18 yaş üstü grubu için olan akşam okuluna beni dahil etti. Lisede akşamları St. Joseph’ten çıkıp oraya gidiyordum. Üniversiteyle birlikte de direkt Paris’e gittim.

E peki lisede herkes koştura koştura ÖSS’ye çalışırken sen kariyerine sahnede devam etmek istediğinden nasıl emin oldun?

Orta okuldan beri biliyordum aslında bunu ama ailemin isteği üzerine tabii, üniversite sınavına hazırlık için dershaneye de gittim. Gerçi son birkaç ayında bırakmıştım artık sınava çalışmayı.

Zaten lise ikinci sınıftayken AFS programıyla İspanya’ya gitmiştim. Orada iyice netleşmişti kafamda yurt dışında yaşamak istediğim. Lisenin son senesinde de üniversite için Fransa’ya başvurular yapmıştım. Nisan ayında da kabulüm geldi. Barajı geçmem yeterli olduğu için biraz daha rahatladım sınava çalışmak konusunda.

Bu sorunun cevabını, Paris’teki kendi öğrencilik deneyimlerinden yola çıkarak tahmin edebiliyorum aslında ama yine de soracağım: Niye döndün?

Evet, Paris turist olarak geldiysen ve paran da varsa çok güzel bir şehir ama onun dışında yaşaması çok zor. Okulda aç olduğum bilgiyi alıyordum, diğer taraftan da şehrin dört bir yanında sahnelenen prodüksiyonlar da ufkumu açıyordu gerçekten. Dans ne, tiyatro ne; video sanatçısı ne yapar, mesela çağdaş sirk diye bir kuramları var, o nedir… Hepsini canlı ve bir arada görmek büyük bir fırsattı benim için.

Yüksek lisansı bitirirken Erasmus programıyla Barselona’ya yeniden gittim. Aslında niyetim orada kalmaktı. Belki biliyorsundur, Avrupalılarda “année sabbatique” çok yaygındır; okuldan mezun olduktan sonra bir yıl boyunca hiç çalışmazlar, hem dinlenip hem de etrafındakileri gözlemleyerek hayatta ne yapmak istediklerine karar verdikleri bir yıl geçirirler. Ben de inek öğrenci olduğum için hep çok çalışmıştım ve okul bitirdikten sonra, madem geçim derdi de henüz o kadar sarmamışken beni, bir sene dinleneyim istedim. Yine de doktoraya başvurmuştum bir yandan da ama doktora kabul aşamasındaki jüride, yüksek lisanstaki tez hocam da vardı ve bana “Can sen akademisyen olmak istemiyorsun, sahne üstünde çalışmak istiyorsun” dedi. Hak verdim o an. Böylece, doktora meselesi de kapanmış oldu. Ve buraya döndüm. Hâlâ buradayım.

MDM_0470

Akademiyle barışamamış biri olarak soruyorum: Özellikle sahne sanatlarında “okullu” olmanın ne gibi katkıları oluyor?

Ben Yeditepe’de de hocalık yapıyorum ve aynı şeyi oradaki öğrencilerimde de gözlemliyorum: Büyük bir kafa karışıklığı yaşıyorsunuz, eğitime başlamadan önce. Bir şeyler yapmak istiyorsunuz ama ne yapmak istediğinize dair pek bir fikriniz yok. Ayrıca bu yapmak istediğinizi kim için ve nasıl yapacaksınız? Tabiri caizse bu çöplüğü çerçeve haline getirmenizi ve sorularınızı cevaplamanızı sağlıyor akademi. Özellikle de yüksek lisansta tez yazarken çok faydalarını gördüm: Adım adım, neyi nasıl yapmam gerektiğini uygulamalı olarak öğrendim. Bir işin ehli olacaksanız ardındaki matematiği öğrenmeniz gerekiyor neticede.

Evet, bu dediğin senin anlatım dilinde de kendini hissettiriyor bir şekilde. Mesela Altar’da pek çok sembolik anlatım vardı ama hepsi belirli bir hikaye etrafında o kadar netti ki! Hiç kafa karıştırmadan, direkt olarak anlatıyordu ne demek istediğini.

Aslında çok önemli bu; zira Türkiye’de tiyatroda sahnedekiler ile seyirci arasında ciddi bir iletişim sorunu var diye düşünüyorum.

Üniversitede bir hocam derdi ki “Bir oyunu beğenip beğenmemek sizin mahrem alanınız” ama oyunu anlamak zorundasınız. Tiyatroda veya başka bir yerde, bir seyirci olarak… Çünkü sahnede bir şey sunuluyorsa onun arkasında ideolojik bir dünya ya da yapı vardır. Orada bazı fikirler sergileniyor.

Mesela ben oyunda altın folyo kullanıyorum. Bu bir tesadüf değil elbette. Tabii ki, görsel bir değeri var, bükülebiliyor, genişliyor, parlıyor… Kafamızdaki tin imajıyla bağdaşıyor. O açıdan neyi, neden yaptığını anlatmak ve içini doldurmak zorundasın sen de, sahnede sergilerken. Biri gelip bana “şunu anlamadım” diyebilir. Benim için sorun olmaz bu çünkü sahnede gösterdiğim her şey için verilecek bir cevabım var.

Türkiye’deki seyircinin en sıkıntılı olduğu konu, izlediği bir şeyi “beğenmedim, çok kötüydü” diyerek kesip atabilmesi. Özellikle de sembolik anlatımı olan oyunlar söz konusu olduğunda. Oysa oyunun akışını anlamak için kendini anlamaya açmıyor çoğu izleyici. Her şeyi geçtim, duygular açısından sorgulamak gerek: o an, orada ne hissediyorsunuz? Sırf biraz içinizin sıkılıyor olması oyunun kötü olduğu anlamına gelmez. Hayır, tam tersine, istenen tam da bu olabilir aslında. Sadece onun arkasındaki sebepleri biraz daha düşünmeniz gerekir.

MDM_0435

Sürekli motive olmanı gerektiren; bir şeyler anlatma, sahneleme isteğini hiç yitirmemeni zorunlu kılan bir alan seninkisi. Bunu nasıl koruyorsun peki? Ya da koruyabiliyor musun?

Hırslıyım ve azimliyim ama doğrusunu söylemek gerekirse, yeni dans gösterimiz Tavşan Deliği için çalışırken sonunda biraz yorulduğumu fark ettim. Çöker gibi oldum 🙂

“Para yoksa yaratırız” mantığıyla ilerledim her daim. “Bu işi yapmak istiyorsam o parayı da bulacağım, bulurum, buldum” dedim. Mesela DANTEL’den sonra KAM*’ı sahnelemek için bütçeyi toparlamaya çalışıyorduk ve Indigogo’dan bir kampanya açmıştık bunun için. Şaka maka, ihtiyacımız olan parayı toplayabilmiştik. Sonrasında da geçen sene multimedya bir çocuk oyunu yapmıştık. Yine yüksek bir bütçesi vardı, toparlamıştık ama tüm parayı sadece oyunu sahnelemeye yatırmıştık, bize başka bir geri dönüşü olmamıştı. Aynı şey bu son oyunumuz, Altar’da da geçerli.

Ben zaten bu işe parasal anlamda bir dönüşü olmayacağını bilerek girmiştim; kendim için yapıyordum bunu. Yine de Tavşan Deliği’nin prodüksiyon aşaması, masraflarıyla işin ne kadar yorucu olabildiğini kanıtladı bana. Azim çok önemli ama bir ekibin parçası olmayı, ekip enerjisini özlediğimi de fark ettim.

Pek çok konuda zorluklar yaşıyoruz ama yine de sen bunlardan yılmamış, kendi imkanlarını kendin yaratmış gibisin. berika’yı kurmaya nasıl karar verdin?

Türkiye’ye döndüğümde tiyatro alanında çok fazla kişi tanımıyordum. Çevrem kısıtlıydı. Oyunlara gide gele, insanlarla tanışa tanışa kendimi nerede gördüğümü ve ileride nerede görmek istediğimi tartmaya başladım kafamda. Şu kesin; kendimi hiçbir zaman geleneksel bir yapının içinde hayal edemedim. Çünkü kafamda çok başka şeyler var.

Madem benim kendime ait bir tiyatro görüşüm, bir vizyonum var; kendi yolumda ilerleyeyim dedim ve 2011’de berika’yı kurdum böylece.

Niyetim hem dans hem tiyatro hem de video gibi farklı disiplinleri de bir arada kapsayacak oyunlar yaratmak… Dolayısıyla her projede ekiplerimiz değişiyor, bu da işimize çeşitlilik katıyor.

MDM_0358

Oyun sırasında şunu fark ettim, sahnenin her santimine, her detayına çok hakimsin. “Evet, işim bu” dediğini duyar gibiyim ama bunun arkasında her şeyin kusursuzca planlanması da var bence. Belli ki sağlam bir ekip işi, bir proje yönetimi söz konusu, oyunların arka planında…

Kuduruk olduğum için ben sıfırdan en sonuna kadar her şeyi kafamda tasarlıyorum. En ince ayrıntısına ve back-up planına kadar… Sonra bu işi benimle birlikte üstlenebileceğine inandığım insanlarla yollarımı kesiştiriyorum ve genelde de şimdiye kadar umutlarım hiç boşa çıkmadı, hep güvendiğim insanlarla çalıştım.

Altar’a kadar dek iki yetişkin oyunu, iki dans, bir tane de çocuk oyunu yaptım. Ufuk’la da çok eski arkadaşız ve sanırım şimdiye kadar en iyi anlaşabildiğim, bana böyle hissettiren tek kişi. Altar’ın dışında Tavşan Deliği adlı yeni bir dans gösterimiz başladı. Ayrıca Ufuk’la benim dört senedir üzerinde kafa yorduğumuz başka bir proje daha var; insan ilişkileri üzerine.

Tabii çok yoruluyoruz, kendimize ait bir mekanımız yok, özellikle prova için bu çok zorlayıcı olabiliyor. Her yeri geziyoruz anlayacağınız, boş bulduğumuz neresi varsa oraya gidiyoruz.

Gelelim, son oyunun Altar’a… Oyunu kurgulamaya ilk nasıl başladın? Önce hangi detaylar belirdi kafanda?

İki sene önce, çok fazla karga sesi duyuyordum ve niyeyse o sıralarda bir de çöp kutularına, konteynerlere takmıştım kafayı. Sonradan fark ettim, oradaki dışlanmışlık hissi meğer beni kendine çekmiş ama henüz farkında değildim. O çöplerin yığılmışlığı, pis duruşu estetik gelmeye başlamıştı. Alice in the Wonderland’i çağrıştırıyordu benim için. Çöp kutusundan aşağıya düşüyorsun ve bambaşka bir yerde buluyorsun kendini…

Ayrıca yokluk ve boşluğu da çağrıştırıyordu bende. Çöp kutusunun içine düşüyorsun, simsiyah bir zemin. Ölüm gibi bir şey… Bunlar böyle kafamda dururken bir gün, daha önceden yazdığım bir paragrafı Altar’ın başındaki monoloğa dönüştürdüm.

Kafamda oyunu evirip çevirdiğim sıralarda bir taraftan da bir ilişkiyi bitirdim ve ilişkiyi bitirmek de, acıdan beslenmenin verdiği bir güçle olsa gerek, yaratım açısından beni tetikledi. Sonra da evime hırsız girdi…

Oo yani oyundakileri kısmen yaşadın gerçek hayatta!

Hırsızın girdiği ertesi gün, on dakikada tüm oyunu yazdım. Sonra tabii tekrar okumalar, revizyonlar derken şekillendirdik. Dans bölümleri eklemek istiyordum, yavaş yavaş onlar da ortaya çıktı. Ufuk’la da çok konuştuk oyun üzerine. Oyunla ilgili bizi esas neyin tetiklediği hakkında kafa yorduk. Esas olarak hafıza, hatırlama, geçmiş gibi konular üzerinde durduğumuzu fark ettik. Çoğu detayın ortaya çıkması da böyle oldu.

Mesela parmak kuklaları dansını Ufuk geliştirdi. Altın folyo da benim aklıma geldi. Dediğim gibi görsel olarak güzel gelmesi bir yana, biliyorsunuz, bu folyolar aslında termal battaniye olarak da geçiyor ve felaketzedelere de yardım anında bu folyolardan yapılmış battaniyelerden verilir. Altar’daki karakter de düşününce, bir felaketzede aslında. Oyun sırasında da buruşturup açarak oyunun hikayesinin bir parçası haline getirdik o altın folyoyu.

7fcf9122-805e-4c43-a68b-ea354392be04

Bir prova sırasında da ışığımız yoktu ve Ufuk ellere çok meraklıdır, telefon ışığını ellere tuttu. Bilinçaltı sahnelerinde hatırlama ve duyumsama konularına vurgu yapmak için elleri kullandık. Çünkü hatırlama ilk olarak gözlerle değil, ellerle hissederek başlar; his odaklıdır.

Dekorda da klasik bir anlayıştan uzak durmak istiyorduk. Fon malzemesi değil de oyunun parçası olacak bir dekor fikri vardı aklımızda. Bir işlevi olmalıydı. Oyun da bilinçaltına gittiği için, labirent ve karanlık alan hissi verecek bir şeyler yaratmalıydık. Panolar bu açıdan işin içine girdi. Muşamba da ön bilinç yani gündelik hayat ile bilinçaltını ayırıyordu. Sufi metinlerde bu aslında yedi katlı tül perdesi olarak geçer. Muşamba da bizim için onun yerini doldurdu.

MDM_0412

Oyunu izlerken “yarı” anladığım bir detay vardı: İzleyiciyle arana bir şerit çektin. Onun anlamı nedir?

Aslında onu tam seyircinin önüne çekmek istiyordum ama onun da çok agresif bir tavır olabileceğine karar verdik. Oyun zaten çok mahrem, seyirciyle birebir bir bağ kuruyorsun. Haliyle seyirciyle arana bir çizgi çekersen hissini değiştirebilir diye düşündük.

Ama aslında o sınır çok önemliydi benim için. Oyundaki karakter alanına müdahale edilmesinden şikayetçi çünkü. Bir sınır çekmek istediğini göstermesi lazımdı.

Mahrem dedin… Böylesine özel bir hikayeyi başkalarına da anlatmak nasıl bir his, hep merak etmişimdir.

Paylaşmaktan yana hiçbir korkum yok. Karşı tarafın enerjisini ve beden okumasını yaptığın zaman, karşındakinin nasıl bir insan olduğunu algılıyorsun aşağı yukarı. Dolayısıyla karşındaki ne kadar samimi, ne kadar utangaç ben şahsen görebiliyorum. Ben gördüğüme göre de görülüyorum da… O zaman niye numara yapayım ki? Söze dökülmeyen şeyler hissediliyor. Neyi saklıyoruz ki o halde?

Aslında söylediklerinden yola çıkarak bu kanıya vardım; kişisel deneyimlerinin Altar’ın şekillenmesinde rolü büyük olmuş. Mesela, gerçek hayatta evine hırsız girmiş, oyundaki karakterin de başına aynısı geliyor. Kendi deneyimlerini anlatmak bir tür ihtiyaç mı, kendi içinde bir tür hesaplaşma yapmak adına?

Şöyle düşünüyorum: Başımdan geçen her şeyi sahnede anlatsaydım bu narsisizm ve mastürbasyon olurdu. Bende kompülsif bir bozukluk var derdik o zaman.

Kendi hayatımda olanları yüzde yüz sahneye koyamam. Bu mesleğe aykırı. Doğru bir şekilde anlatıyorsan, vermek istediğin mesaja uyuyorsa olabilir tabii ama yüzde yüz gerçekliğe her zaman katılmıyorum. Zaten ben de buna cesaret edebilir miyim, bilmiyorum. Yine de itekleyici bir gücü olduğu da kesin. Mesela yaşadıklarımı olduğu gibi anlatmasam da başıma gelen bazı olayların etkisiyle oyun yazdım. Benim benzinim oldu gibi.

Altar’da da diyoruz ya, acının içinde pozitivizm de var diye. Mesela diziniz acıyorsa, dizinizle ilgileniyorsunuz. Acı dikkatinizi oraya çekiyor, bakmanızı sağlıyor. Acı olmasa belki de bakmayacaksınız bile. Doğru dikkat ve doğru tavırla baktığınız zaman o acı da açılıyor ve içindeki meyveyi veriyor size.

MDM_0271

Evet, dediğin gibi hiçbir şey salt olumsuz değil. Pozitif ile iç içe geçiyor olumsuzluk da… Altar’da gerek anlatılanlarla gerek o ince mizahla bu fikri güçlendiriyorsunuz. Bu sözünü ettiğin pozitivizme ayrıca değinmek istemiştim aslında…

Ülkenin durumu belli. Ben artık tiyatroya gittiğim zaman içimi karartan bir oyun görmek istemiyorum, buna tahammülüm yok. Çünkü ben zaten İstanbul gibi bir şehirde bir buçuk saat yol gidip yine bir buçuk saatlik bir oyunu izliyorum. Bu başlıca şiddet içeren bir olay. Çok ciddi söylüyorum. Evinizden çıkıp kapalı bir yere ve birinin ayağına gidiyorsunuz. Şehir hayatının sefaletini anlatan oyunlar… İstanbul’da yaşıyorum, bunlar benim hayatımın da her yerinde var. Bu karakterleri Suadiye’deki evimin ilerisindeki alt geçitte ya da metrobüste görüyorum zaten. Oyunda izledim diye, bu karakterlere karşı ayrıca bir hassasiyet geliştirmiyorum ki.

Beyaz yakalı izleyiciye hayatı olduğu gibi veriyorlar ama ben de şunu bekliyorum: Sen bana o hikayeleri göster fakat benim onu nasıl karşılayacağıma ya da ne yapmam gerektiğine alakalı bir sinyal de ver ki orada bana dokunsun bu hikaye. Yoksa dışarıdan izlemenin ne bana ne izleyiciye bir katkısı olabilir.

Ya denememiş ya da beni kökümden sarsıp, iyi anlamda paramparça edecek bir şeyi görmek isterim açıkçası. Sanatın büyük bir kısmı, dünya çapında geçerli bu, kavramsal düzeyde ve kavramsal sanat bizi daha iyi bir yere götürmeyecek.

O yüzden de ben bu oyunda izleyiciye bir şey vermek, göstermek istedim.

Hiçbir şey yüzde yüz, siyah ya da beyaz değildir. Başınıza gelen bir olaya doğru bir açıdan bakabilirseniz, karşılığında bir şey alabilirsiniz. Mesela evime hırsız girmeseydi, kendi alanımın ne kadar önemli olduğunu hiç fark etmeyecektim belki de. Duvara çarpmamız lazım ki sorgulayalım.

Altar’dan bahsettik. Bir de az önce adı geçen Tavşan Deliği’ni de anlatabilir misin?

Altar ne kadar tiyatro bazlı, dansla karışık bir projeyse, Tavşan Deliği de tam tersi. İşin içinde azıcık teatrallik var ama dans gösterisi asıl olarak.

Türkiye’deki seyirciye dans dediğimiz zaman düşünülen alan çok sınırlı kalıyor; ya bale ya modern dans ya da halk dansları düşünülüyor. Biz de Ufuk’la başka türlü dans da olduğunu göstermek istedik ve Ufuk’un öncülüğünde gösteriyi tasarlamaya başladık.

Serbest çağrışımlarla kendimizi düşünmeye bıraktığımız bir günde fantastik bir hikaye anlatmaya karar verdik. Fantastik, şapka, tavşan derken bir baktık, tavşan deliğine geldik 🙂 Bütün tasarımı da ona göre yaptık.

Seyirci bir tavşan deliğine geliyor ve oradaki tavşanla karşılaşıyor. O tavşan aşkı bulamadığı için seyirciye kendini anlatmaya başlıyor. Arkasında da bir dolap var; bu dünyada aşkı bulamadım (tavşan deliği bu arada biliyorsunuz bir kuantum alanı, her yere gider) siz de bu dolabın içine benimle girip her yeri gezeceksiniz, eliniz mahkum diyor. Ve böylece hayalindeki aşkı aramaya koyuluyor.

Dört farklı boyuta gidiyor ve bambaşka hikayeler yaşıyor. Gerisi sürpriz.

MDM_0178

Peki yakın gelecek için şekillenmeye başlayan başka ne projeler, hayaller var berika cephesinde?

Hayaller biter mi? Çağdaş bir sirk gösterisi yapmayı çok istiyorum. Çadır diye bir oluşum var, daha kendileriyle konuşmadım ama ben nasıl dans ile teatral metini birleştiriyorsam aynı şeyi sirkte de yapmak istiyorum. Derdi olan bir şey anlatacağım sirk üzerinden kurgulayarak. Bir de İstanbul’da bir mekanda parkur yapmak istiyorum. ABD’deki Sleep No More tarzında düşünebilirsiniz.

Ufuk’la üzerinde çalıştığımız, insan ilişkilerine dair olan projemiz var bir taraftan da. Orada da bir insanla nasıl bağlantı kurabileceğimizi araştırıyoruz. Kan kardeşliği, konuşma, sevişme; tamam… Peki bir de telepatik enerji mümkün mü?