Röportaj: Trajikomik bir İstanbul kabusunu anlatan Son Çıkış filminin ekibiyle konuştuk

Bazılarımıza çok tanıdık gelen bir hikayeyi anlatıyor Son Çıkış. Klişelere düşmeden, hedefi on ikiden vuran isabetli atışlarla… Film 7 Aralık’tan itibaren vizyonda. Basın gösteriminde izlediğimizden beri sürekli aklımızda dönen Son Çıkış’ın yönetmeni Ramin Matin ile oyuncuları Deniz Celiloğlu ve Ezgi Çelik’le konuştuk.

Ramin Matin’in yeni filmi Son Çıkış, çok tanıdık bir yerden yola çıkıyor. Reklamcılığı bırakıp, İstanbul’dan kaçan ve güneyde organik tarım yapmaya başlayan Siren, havanın ne kadar temiz ve güneşin ne kadar parlak olduğundan bahsediyor mesela. Bir inşaat şirketinde çalışan esas karakterimiz Tahsin, şehrin bütün hafriyatı üzerine atılıyormuş gibi boğuluyor, trafikte saatler geçiriyor. Tahsin, Siren’i görünce, güneye yerleşmeyi ne kadar çok istediğini ama bunu bir türlü gerçekleştiremediğini hatırlıyor. İzlemeye başladığımda, “eyvah” dedim, her fırsatta etrafımda tekrarlanan bu muhabbet beni bu filmde de buldu diye düşündüm. Neyse ki yanılmışım. Matin, kendi kendine kurduğu tuzakların hiçbirine düşmemeyi başararak, bir İstanbul kara komedisi koyuyor perdeye.

Bir kere Matin, bir şehirden kaçma güzellemesinin peşinde değil. İstanbul’u en klostrofobik ve distopik haliyle ele alıp, şehri filmin gizli karakteri haline getiriyor. Filmin esas karakteri Tahsin ise, ikinci karakteri kesinlikle İstanbul. Deniz Celiloğlu’nun Tahsin yorumu, filmlerde ve dizilerde görmeye alıştığımız karikatürize, iki boyutlu tiplerin aksine, son derece gerçek bir karakter ve de seyircide karmaşık duygular uyandırmayı başarıyor. Film boyunca, Tahsin’i ve İstanbul’u bir kaçma-kovalamaca içinde izliyoruz. Film belli bir noktaya geldiğinde ise acaba sonunu nasıl bağlayacaklar diye beni bir merak aldı. Tahsin bir toprağa bassa, güneyde aradığını bulsa çok sıradan bir mutlu son olacak; hiçbir yere varamasa da bu sefer Tahsin’i, diğer şehirden kaçmak isteyip de başaramayanlardan farklı kılan bir şey kalmayacak. Bu filmin nasıl başarılı bir sonu olabilir ki diye kara kara düşünürken, yine son derece trajikomik, tam Tahsin’in başına gelebilecek tarzda bir durumla bitti.

Ve karşınızda, filmin yönetmeni Ramin Matin, Tahsin’i Deniz Celiloğlu ve Siren’i Ezgi Çelik ile yaptığımız söyleşi…

Ramin Matin - Ezgi Celik -Deniz Celiloglu

Ramin Matin

Tahsin’in hali son derece trajik ve seyirci olarak onun bu trajik halini içimizde kuvvetli bir şekilde hissediyoruz. O bir türlü havaalanına varamadıkça bizim de midemiz buruluyor, içimiz sıkışıyor. Ama bir yandan da onun bu haline çok gülüyoruz, Tahsin hiç komik bulmasa da. Tahsin’le aynı anda hem bu kadar özdeşlik kurup, hem de ona nasıl bu kadar yabancılaşabiliyoruz?

Öncelikle çok zor bir denge tutturmayı başardığı için Deniz Celiloğlu’nun performansının çok katkısı var. Tahsin hem çapsızlığıyla biraz itici bir karakter hem de durmadan savrulmasıyla, hayattaki sıkıntılarıyla bir çoğumuzun, istemese de, kendisini görebildiği bir karakter. Diğer taraftan büyük şehirde yaşayan herkesin trajedisini yoğunlaştırılmış bir şekilde yaşıyor. Bu noktada da insanı çok gerilerde bırakmış bir şehirde yaşananların absürt mizahı ortaya çıkıyor. Dününce hepimiz İstanbul’da yaşadığımız maceraları sonrasında arkadaşlarımıza anlatırken hep komik tarafından yaklaşırız. Bu da herhalde bir baş etme mekanizması.

Film boyunca Tahsin’i bir saksofon takip ediyor. Müzik hem endüstriyel bir donukluk hissi veriyor hem de Deniz Celiloğlu’nun oyunculuğuna noktalama işaretleri gibi müdahalelerde bulunarak, Tahsin’in duygusal metnini daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Bu bakımdan Tahsin ve Tamer Temel, Birdman Riggan ve Antonio Sanchez ilişkisini hatırlattı bana. Nasıl ortaya çıktı müzik?

Daha henüz senaryo aşamasındayken bütün filmlerimi besteleyen Barış Diri ile beraber kafa kafaya verip nasıl bir müzik olmalı diye düşünürken aklımıza free jazz tarzında bir yaklaşım geldi. Caz hem şehirin ritmine, gürültüsüne, gümbürtüsüne, sürprizlerine çok güzel karşılık verebilen bir müzik hem de saksafon enstrüman olarak bizim kültürümüze biraz yabancı biraz eğreti duran bir enstrüman olduğu için Tahsin’i çok güzel temsil edeceğini düşündük. Bu noktada Tamer’in kapısını çaldık, fikir onu da heyecanlandırdı ve çalışmaya başladık. Amacımız Tamer’in saksafonunu Tahsin’in iç sesi yapıp görsel olarak görünen daha derin, kimi zaman ters bir katman yaratmaktı.

Tokyo Film Festivali nasıl geçti? Basın toplantınızı izledim. Birisi, filmin başında o ilk gittikleri yeri sordu. Filmin başındaki barı anlattınız siz de. Oranın bir bar olduğu oysa çok belliydi. Acaba Tahsin, yola çıktıktan sonra ilk girdiği yerlerden biri olan kahvehaneyi sormuş olabilir mi diye düşündüm. Bu sahneye gelen tepkiler nasıl oldu?

O detayı iyi yakalamışsınız. Cevap verdikten sonra bana da garip geldi, herhalde kahveyi sormuştur dedim. Artık çevirmenden gelen bir hata mıydı, bilemiyorum. Tokyo’da o sahneye özel bir tepki gelmedi sadece başka birisi oradaki adamaların sosyal, siyasal durumunu merak etmişti. Ancak film onlara çok yakın geldi ve çok güldürdü. Bu benim için önemliydi çünkü komedi algısı kültüre göre çok değişebiliyor. Diğer taraftan, bu kadar odaklı olan ve dikkatli izleyen bir seyirci görmedim daha önce. Görsel olarak olsun, diyaloglardan olsun bütün detayları, ince göndermeleri algıladılar. Tokyo da çok büyük ve çok kalabalık ve çok beton bir şehir olduğu için çok rahat özdeşleştiler.

Tahsin Beylikdüzü’nden çıkmaya ve havaalanına gitmeye çalışıyor. Neredeyse filmin tamamı Beylikdüzü’nde geçtiği halde, film bana tam bir Kadıköy / Anadolu Yakası filmi hissi verdi. Ancak Anadolu Yakası ritmine alışık birinin, Mecidiyeköy, Maslak, Beylikdüzü gibi merkezlerde yaşayacağı telaş ve zaman sıkışıklığı var gibi hissettim. Filmi yaparken bilinçli olarak bu yönde bir tercih kullandınız mı? Kadıköy’le ilişkiniz nasıl?

Hayatım boyunca Anadolu yakasında yaşadığım için belki bir şekilde sızmıştır! Kadıköy’le aram gayet iyi, zaten orada oturuyorum ve mümkün mertebe çıkmamaya çalışıyorum. Ancak filmi çekerken bilinçli olarak İstanbul’un coğrafyasını bozmak, seyircinin yön duygusuyla oynamak istedim. Dolayısıyla filmde gördüğünüz İstanbul bir karışım, bir kolaj. Farklı yerlerde çektik sahneleri ki en az çekim yaptığımız yer Beylikdüzüydü. Bu sayede hem distopya hissini güçlendirmek hem de İstanbul’un artık her yerinin ne kadar benzer olduğunu göstermek istedim. Beylikdüzü, Fikirtepe, Yenibosna pek fark etmiyor.

son-çıkış-film

Filmin çekim yerlerinin hepsi gerçek ve gerçek insanlarla çekmişsiniz. Minibüse, kamerayla bindiğinizde bir yerlere gitmeye çalışan insanların tepkisi ne oldu? Beylikdüzü’nde kameralarla, mikrofonlarla Tahsin’in peşinden koşturmak nasıl bir süreçti?

Çok fazla tepki almadık. Dediğim gibi İstanbul’un çeşitli yerlerinde çektik. Arada kameraya bakanlar dışında pek bir sıkıntı yaşamadık. Sanırım insanlar gitmek istedikleri yerlere varabilmek için amansız bir savaş verdiği için bizimle fazla ilgilenmediler. Metrobüsün içinde birkaç kişi biraz şikayet etti, ama haksız değillerdi, feci kalabalıktı. Bir de Fikirtepe’de bazı ağır abiler gerildi bir sokak arasında. Yaşadığımız tek gerçek gerilim oydu.

Daha önceki filmleriniz Canavarlar Sofrası ve Kusursuzlar psikolojik gerilim dozu oldukça yüksek filmler. Son Çıkış’ta bu üsluptan biraz uzaklaştınız mı yoksa bu filmi de psikolojik gerilim olarak görüyor musunuz

Her filmde farklı bir tarz denemeye gayret ediyorum. Tahsin psikolojik olarak çok gerilse de Son Çıkış tam bir kara komedi olarak tasarlandı. Tempolu, dinamik, komik bir film yapmak istedik. Aslında Canavarlar Sofrası da benim için kara komediydi ama bizim ülke için fazla karaydı galiba!

Deniz Celiloğlu

Ramin Matin’le nasıl tanıştınız, size filmi nasıl anlattı ve nasıl dikkatinizi çekti?

Daha önceden tanışmıyorduk Ramin’le. Ben onu Kusursuzlar filminin yönetmeni olarak biliyordum. Çok fantastik bir hikayesi yok tanışmamızın. Rol için oyuncu seçmesi aşamasındaydılar. Senaryoyu okuduktan sonra ben de seve isteye katıldım seçmeye. Bunu özellikle belirtiyorum. Çünkü zannedilenin aksine, her oyuncu her projede bu duyguyu yaşıyor diye bir şey yok ne yazık ki. Ben oyuncu olarak gerçekten bu rolü oynamak istedim. Aslında ben onların dikkatini çekmeye çalıştım diyelim. Ramin ve diğer ekip arkadaşlarıyla tanıştıktan sonra hevesim ve mutluluğum daha da arttı. Çok güzel bir süreçti hepimiz adına. Umuyorum hakettiğini düşündüğüm karşılığını da alır ‘Son Çıkış’.

Senaryoyu okuduğunuzda ne düşündünüz filmle ve Tahsin’le ilgili?

“Oh” dedim, “işte gerçek bir karakter, gerçek bir hikaye!” Hikayenin; gücünü anlatımından, biçiminden ve gerçek hayattan aldığı bir senaryo diye de ekledim. 🙂 Bir senaryo, okuduğumda bana; ben bu filmi izlemeyi de çok isterim dedirtiyorsa oyuncu olarak, oynamak ve can vermek iki kat daha heyecanlı geliyor gözüme.

Tahsin’in filmde çok belirli karakter özellikleri, bir işi ve kendine ait bir dünyası var ama büyük şehirde yaşayan herkes -sosyo-ekonomik geçmişi, yaşı veya mesleği fark etmez- aslında Tahsin’i çok iyi tanıyor. Hatta herkesin içinde bir Tahsin var. Tahsin hepimizin sesi. Beni bu tarafıyla da heyecanlandırdı senaryo. Son yıllarda hepimizin aklında, dilinde, hayallerinde aynı şey; gitmek. İstanbul’dan gitmek, mahalleden gitmek, işi bırakmak, yeni bir hayata başlamak… Kaçmak; yurtdışına kaçmak, güneye kaçmak, sahile kaçmak, hayallerinin peşinden koşmak…. Bu duygulara, bu hayallere çoğumuz aşinayız. Öyle ki ortak bir anlam ve his altında buluşuyoruz da. Bu duygularımızı anlatmak için öyle kendimizi uzun uzun anlatmaya da ihtiyacımız yok artık. Bir kaç nida, bir-iki kelime veya tek bir cümle yetiyor derdimizi anlamaya.

“Gideceğim ben bu ülkeden”, “Karar aldık, Bodrum’a taşınıyoruz”. Bu kadarı bile yetiyor artık hissinizi anlatmaya. O zaman işte rahatlıkla buna bir sosyolojik vaka gözüyle bakabiliriz. Kıyısından köşesinden bile olsa her şehirli insanın bulaştığı bir vaka hatta. Modern toplumun dayattığı hayat yavaş yavaş arızalarını veriyor ve bireyleri toplu ya da bireysel yeni arayışlara itiyor. Güncel ve bizi çok yakından ilgilendiren bir konu olması en güçlü yanlarından biri senaryonun. Daha sonra anlatım şekli ve biçimi geliyor, bir diğer etkileyici unsur olarak. Böylesine depresif ve ağar bir konuyu yormadan, sıkmadan, uzun uzun anlatmadan, ortak hisler ve duygulardan yola çıkarak aktarmayı başarıyoruz.

son-çıkış-deniz-celiloğlu

Tahsin yalan söylemeye, sorumluluktan kaytarmaya, insan kullanmaya çok meyilli bir karakter. Aslında son derece antipatik bir tip olabilecekken, içten içe destekliyoruz, başarmasını istiyoruz ve hatta onunla özdeşlik kuruyoruz. Filmin çalışması için, bu duygusal ikilemin kurulması çok önemli. Bu duyguyu seyirciye geçirebilmek için karakteri nasıl tasarladınız, nasıl hazırladınız? Sizin Tahsin’le aranız nasıl?

“Anlamak ,bendeki seni yeniden keşfetmektir” der, modern filozof Zygmunt Bauman. Birini gerçekten anladığınızda, ona kızıp sinirlenemeyeceğinizi görürsünüz. Bir de kişinin kendini tanıması vardır ya… Kendinizi de gerçekten anladığınızda, herkesi anlamaya başlarsınız. Ve bu karşılıklı sempati kendiliğinden oluşur. Görünenin arkasına bakması gerekir bir oyuncunun, bürünmeye çalıştığı karakteri tanırken. Rol kişisi deyip geçmemek lazım. Oyuncu ne kadar detay ve katman kullanırsa, o kadar gerçeğe yakınlaşır karakter. Bu anlamda Ramin’le çok yerinde çalışmalar yaptık, senaryonun dışındaki hayatını da kurduk Tahsin’in. Çünkü o her özelliğiyle zaten gerçeklikten alınmış, damıtılmış, sıkıştırılmış bir karakter. Onu oynama hazırlığında, yaratma aşamasında, o sıkıştırılmış öz gerçek anlamda alınır, çözülür, parçalara ayrılır; her oyuncunun ve yönetmenin kendi tekniklerine göre bir mühendislik aşamasından geçerek son halini alır. Fakat hikayede, açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, zor olmadı. Karakter benim önümei kurulumu çok güzel açıklanmış bir kullanma kılavuzuyla geldi adeta. Senaryonun kendisi yani. Ben de üstüme düşeni yaptım.

Tahsin’i ayrıca yakınen tanıyor olmam da çok etkili oldu bu hazırlık sürecinde. Çünkü göreceksiniz, Tahsin her yerde. Hatta tahmin ettiğimizden de yakında, içimizde. Dolayısıyla benim açımdan da yüzleşme gibi bir şey oldu karakteri çalışmak. Çünkü Tahsin’in içinde olduğu durum benim için de geçerli. Onu analiz edip anlamaya çalışma sürecim, bizzat benim için de çok faydalı oldu. Fakat bu konuda Tahsin’le ayrıştığımız yerler de çok. Bu yönlerin tespiti ve analizi benim için en büyük hediye oldu. Tahsin’den bana bir hayat dersi. Bir hediye… “Ben ettim, sen etme” dedi bana. Tahsin aceleci, çabuk karar alan, atacağı adımlar üzerine çok düşünmeyen sorumsuz bir çocuk gibi. Kendi sebep olduğu hatalar yüzünden zora düştüğünde, dönüp kendine bakmak yerine, suçu ve suçluyu başka yerlerde arayan, sorumluluklarından kaçan bir orta yaş ergen Tahsin. Fakat dediğim gibi günün kazananı bendeniz oldu. Tahsin’den çok kıyak dersler aldım. Huzurunuzda teşekkürü bir borç bilirim.

Yeni Kuşak Tiyatro, 2000’lerin sonunda çok güzel oyunlar çıkarmıştı. Akbank Sanat’ta, Beyoğlu’nun tarihindeki en güzel dönemlerinde birinde peş peşe oyunlar çıkardınız. O dönemin tiyatro ortamıyla şimdi arasında bir fark var mı sizce? Sahnelerin büyüklüğü, bilet fiyatları, doluluk oranı, seçilen oyunlar, bütçeler gibi faktörleri değerlendirdiğinizde genele dair neler söylersiniz?

Ben bütün önyargı ve dönemsel olduğunu düşündüğüm iniş çıkışlara rağmen yeni nesil genç tiyatronun her anlamda iyiye doğru gittiğini düşünüyorum. Her şeyin temeli önce niyet ve vizyon. Bizim gibi ekonomisi ve sosyal dinamikleri hareketli olan ülkelerde olası dönemsel çalkantılar, özellikle genç hareketin sanat ve kültür vizyonunu etkilememli, onları karamsarlığa düşürmemeli. Mesele sanatsal üretim olduğunda, zorluklar ve karşılaşılıcak engeller kaçınılmaz. Fakat bu noktada bu işe gerçek anlamda gönül vermişlerin bünyesinde barındırması gereken tek vasıf cesarettir. Mesele her bireyin ve ekibin, kendini dünyanın kültür-sanat ve felsefe mirasının bir parçası ve devamı olarak görüp görmemesinde. Bu vizyon bir kez kavrandığında, bu sorumluluk hissedildiğinde, hiçbir engelin sizi durduramayacağını göreceksiniz.

Bu anlamda dönemsel etkilenmeler baz alınmamalı. Hedef ve amaç sonsuza konulmalı. Sonsuz olmanın yolu da budur böylece. Ben bu son 20 yıllık sürece baktığımda güzel ve yararlı gelişmelere odaklanmak istiyorum. 2000’lerle kıyaslandığında daha yoğun ve nitelikli çabalar görüyorum. Özellikle alternatif tiyatro alanında. Kurum tiyatrolarının boş ve atıl bıraktığı bir alan var. Buna karşılık genç dinamik ekipler var; denemekten korkmayan, yeni biçimler arayışında cesurca üreten, hem bireysel hem toplu pek çok takdire şayan çaba var. Ve tam bu aşamada madalyonun öbür yüzünü çevirmemiz gerekiyor. O yüz seyirciye ait. Onun alanı. Onun sırası, onun sorumluluğu. Bu karşılıklı bir dinamik. Seyircinin tiyatroyu, sahneleri ve en kıymetlisi genç ekipleri sahiplenmesi şart.

son-çıkış

Daha geniş kitlelere Kanıt dizisiyle ulaştınız. Dizide en sevdiğim şey, Selim Komiser’in, sorgu odasında yaptığı espirilerdi. Türkiye’de dizi sektörü, dizilerin kalitesi, üretim şartları hep çok tartışılıyor ama tüm bunlardan bağımsız düşündüğünüzde, Selim sizce nasıl biriydi ve ilişkiniz nasıldı?

Tatlı çocuktu Selim. Şeytan tüyü vardı. Tekinsiz, dağınık, patavatsız, fevri, bazen sorumsuz denebilecek kadar rahat, hayta bir oğlandı. Sinirli, atarı gideri çoktu; hamdı ama pişiyordu. Hızlı değilse de çabuk çabuktu. Fakat iyi çocuktu. Dürüsttü, mertti. Adalet duygusu had safhadaydı. Sevdiklerine karşı aşırı sahiplenici, korumacı… Başkasının elinden kurtarsa, onun elinde kalıyordu sevdikleri; biraz ayarı şaşıktı. Ama olsun, iyi çocuktu. Şöyle bitireyim Selim’den bahsetmeyi: Selim’in insanları bir şeyi çok iyi bilirdi. Selim var! İşte bunu dedirtmekti en büyük başarısı. O hep daha fazlasını istemiş, kendisine bile yetmemiş olsa da.

Kral Lear şu an kapalı gişe oynuyor. Oyunun hazırlık aşamaları sırasında, internetten, Şekspirli Maarif Takvimi adıyla bir hazırlık günlüğü de yayınlandı. Günün sözü köşesinde “Kılık değiştirenler birbirlerini tanırlar” sözünüz var. Bunu ne için söylemiştiniz, ne kastetmiştiniz?

Gezginler de öyle… Biz ancak sırtında çanta, elinde harita olanları tanırız belki. Ama onlar gözlerinden tanırlar birbirlerini. Arayan gözlerinden…

Kılık değiştirenler de öyle. Gözlerinden… Kaçırdıkları gözlerinden…

son-çıkış-film-röportaj

Ezgi Çelik

Ramin Matin’le yollarınız nasıl kesişti ve filmin kadrosuna nasıl dahil oldunuz?

Ramin Matin’le film öncesinden tanışıyordum. Bu filmde, Siren rolü için bir deneme almak istediklerini söylediler. Daha sonrasında da seçmeler bitti, anlaştık ve çalışmaya başladık. İyi ki de seçildim ve çalıştık.

Bu filmden önce Berlin Zamanı adlı bir oyun çıkarıyordunuz. Ya Türkiye’den ya da İstanbul’dan gitmek üzerine iki hikayede peş peşe yer almak, sizin üzerinizde nasıl bir etki yaptı?

Bu film projesi belli olduktan sonra Berlin Zamanı için görüştüm aslında. Ama fark etmez çünkü her iki proje öncesinde de ben çoktan bu gitme kalma meselesini düşünmeye başlamıştım. Kafam yanıyordu, bu işler sayesinde biraz daha yandı diyebiliriz. Berlin Zamanı’nda gitmeye karar vermiş, İstanbul’da son haftasını geçiren bir kadını oynuyorum. Son Çıkış’ta ise çoktan gitmiş olan Siren’i. Ben bu iki kadını da oturduğum yerden tebrik ediyorum. Çünkü ikisi de bir karar almış. Bu ülkenin garipliği, bence bu kararı bir şekilde bana aldıramaması. İnsan bu kadar gitmeyi düşünüp bu kadar zamkla bir yere yapışır mı? Bunu bana bu ülke yapıyor bence. Bir de evet, ben sevdiklerim olmadan tek başıma, temelli gidemem. Sağ ol ülkem, en azından sayende bunu anladım.

Tokyo Film Festivali nasıl geçti? Orada da insanlar şehirden kaçmayı planlıyor mu?

Tokyo Film Festivali tam anlamıyla şahaneydi. Tokyo’ yu çok ama çok sevdim. Ama festival, organizasyon gerçekten hayranlık uyandırıcıydı. Bir de Son Çıkış dünya premierini orada yaptığı ve ana yarışmada olduğu için çok havalı ve gurur verici bir durum vardı açıkçası. Ama benim için en dikkat çeken şey, orada starın yönetmen olması. Sinemada önce yönetmen geliyor onlar için. Bu da her şeyi daha anlamlı kılıyor. Bizde biraz ortaya karışık çünkü bu durumlar. Kim tam olarak ne diyor, ne hissediyor anlamıyorum burada ben festivallerde. Tokyo’da kaçmak isteyene en azından ben rastlamadım. Ama Japon izleyiciler konusu itibariyle Tokyo ile çok özdeşleştirdiler ve çok beğendiler. İnşaat ve artıştan şikayetçi onlar da. İronik bir durum bence.

Düş Gezginleri’ne nasıl dahil oldunuz? O yaşlarda oyuncu olmak hayali var mıydı, yoksa filmden sonra mı başladı?

Hayatımdan Atıf Yılmaz geçti. Dolayısıyla bayağı bir değişime sebep oldu. Ve tabii özellikle, filmin Düş Gezginleri olması da üzerine krema. Ben yedi yaşında Şehir Tiyatrosu Eğitim Birimi’nde başladım tiyatroya. Orada tiyatro eğitimine devam ederken filme seçildim zaten. Filmden önce hayatıma girmişti oyunculuk. Ama hâlâ arada dönüp dönüp “Vay be! Bunu ben daha o yaştayken nasıl anlamış ki Atıf Yılmaz” diyorum. Çünkü bütün bir yolculuğumu anlatmış o zaman neredeyse anneme. Ve inanılmaz ama aynı yolculuktayım.

Türkiye’de televizyon kanallarında yayınlanan dizilerin kalitesi ve üretim şartları hep tartışılıyor. Online platformlar üzerinden yayınlanan diziler, sahip oldukları avantajların hakkını tam olarak verebiliyor mu sizce?

Ben daha online platformda bir iş yapmadım. O yüzden şartları bilemiyorum. Ama televizyondaki işlerin kalitesine cevabım çok net: Benim için iki iş dışında gerisi tam bir hayal kırıklığı. Dört gözle değişmesini bekliyorum. Bütün dünya oraya giderken, bizim umudumuzu kırmasınlar rica edeceğim.