
Rüyaların aşkına: Cryptozoo filmini yönetmeni Dash Shaw ile konuştuk
Rüyaları yiyen küçücük pembe bir canavar, dünyanın her köşesinden gelen fantastik yaratıklar ve onların kurtuluşu mu yoksa sonu mu olduğunu bilmediğimiz bir nevi hayvanat bahçesi… Dash Shaw’un zihin açıcı ve rengarenk animasyonu Cryptozoo, kendimizi aşina olmadığımız birçok yaratığın kaderine üzülürken bulmamıza sebep oluyor. Soyu tükenen yaratıkları kurtarmak isteyen bir grup insanın umutsuz görünen savaşı, günümüz dünyasında rüyaların ve yaratıcılığın yok olması hakkında da fikir veriyor.
Eşi Jane Samborski’yle birlikte daha önce de My Entire High School Sinking Into the Sea’yle aklımızı başımızdan almış, günlerce garip rüyalar görmemize sebep olmuştu Shaw. Kendisi oldukça yetenekli bir çizgi roman sanatçısı ve bu kez sinemayı seçme sebebi filmin bir rüya etkisi yaratmasını istemesi. MUBI Türkiye’de gösterime açılan filmin seslendirme kadrosunda Michael Cera, Lake Bell, Alex Karpovsky ve Zoe Kazan gibi tanıdık isimler var. Biz de Shaw’la bir araya gelip filmini konuşma fırsatı bulduk. Kriptidlere, hayal gücüne, rüyaların önemine ve Cryptozoo’ya dadanıyoruz.
Merhaba Dash, nasılsın?
Teşekkürler, iyiyim. Richmond, Virginia’dayım şu an. Seninle Zoom üzerinden de olsa Cryptozoo hakkında sohbet ediyor olmak ve filmin Türkiye’de seyriciyle buluşacak olması oldukça heyecan verici benim için.
Evet, benim için de öyle! Çok keyifli ve sıra dışı bir film Cryptozoo. Filmin fikri kafanda nasıl şekillenmeye başladı? Bir çizgi roman sanatçısı olarak bu hikayeyi çizgi romandansa film olarak anlatma sebebin neydi?
İlk başlarda bir çizgi roman da olabileceğini düşündüm aslında. Karikatürist Winsor McCay’i çok severim, onun tamamlanmamış bir kısa filmi olan The Centaurs (1921) bana ilham oldu. Film Youtube’da var ve seksi, yarı çıplak sentorların ormandaki görüntülerinden oluşuyor. Hem animasyon, hem de karikatür alanında uzman McCay’in mitik bir yaratıkla ilgili bu hikaye fikri ilgimi çekti. Başlarda her sayfanın başka bir yaratığı anlattığı bir gazete tarzında düşünmüştüm. Bir de Borges’in kitabı var Düşsel Varlıklar Kitabı, her bölüm başka bir varlık hakkında, o da fikre katkıda bulundu.
Ama ne zaman rüya yiyen ana karakter Baku’yu gördüm, o zaman bunun bir film olması gerektiğine karar verdim. Çünkü filmler zaman ve mekanda düşsel atlamalara sahip. Biraz klişe ama, filmler bir rüya hali yaratabiliyor. Çizgi romanlarda genelde hikayeyi ve sırayı anlamak için düşünmek gerekirken film, bilincimizin yerine geçebiliyor, bu yüzden bir film olarak anlatmak istedim bu hikayeyi.
Bir de eşim Jane’le beraber çalışıyoruz. Onun yalnızca kadınlardan oluşan bir Dungeons & Dragons grubu var, o yüzden bu yaratıkları çizerken çok keyif alacağını da düşündüm. Onun da parçası olmaktan keyif alacağı bir şey yaratmak istedim.
Sen de Dungeons & Dragons oynuyor musun peki?
Ben oynamayı ortaokulda bıraktım, bana o kadarı yetti. Oradan çizgi romanlara geçiş yaptım. Çünkü oynuyor musun bilmiyorum ama yaratıcı olarak çok zaman ve efor gerektiren bir hobi. Bu konu Jane’le aramızda bir espiri haline geldi. Çünkü 15 yaşındaki halime D&D oynamaktan keyif alan güzel bir kadınla evli olduğumu ama benim oynamamayı seçtiğimi söylesem dehşete düşerdi herhalde.
Peki Jane’le yaratım süreciniz nasıl işliyor? Beraber çalışma düzeninizi nasıl kuruyorsunuz?
Çok farklı insanlarız aslında. Beraber yaptığımız filmler de bizi ortada bir yerde buluşturuyor. Başka bir hayatta Jane bir yazılımcı olurdu bence. Animasyon sürecinde de kodlamadan yararlanıyor zaten. Benim çok kötü olduğum alanlarda o gerçekten çok yetenekli. Kriptid’lerin çoğunu o, insanları da ben çizdim. Yarı insan yarı kriptid figürler de ikimizin çizimlerinin bir araya gelişiyle oluştu. O her şeyin daha çok hareket etmesini isterken, ben de her şeyin daha az hareket etmesinden keyif alıyorum. Animasyonun son hali de bunun bir örneği oluyor, ortada buluşuyoruz. Birbirimizin uzmanlık alanlarına da saygı duyuyoruz, kendi konularımıza odaklanıyoruz, bu da süreci kolaylaştırıyor.
Peki kriptid’lerin seçim süreci nasıldı? Neden bu figürleri seçtin?
Baku ana karakter oldu. Çünkü bir kraken ya da ejderha yerine, rüyaları yiyen bir figürün ana karakter olmasını istedim. Küçük fil gibi bi yaratık Baku. Filmin ana teması hayal gücünün en önemli şey olması ve figürler buna göre seçildi. Filmdeki Cryptozoo aslında dünyadan farklı kültürleri ve hayal gücünü tanıtmayı amaçlayan bir müze gibi ortaya çıkıyor. Ama sonrasında bu düzen oradaki canlılara zarar vermeye başlıyor. Film, teknik açıdan da hayal gücüne yaslanıyor. Bazı yarım kalan detayları seyirci kafasında tamamlıyor çünkü. Baku dışındaki figürler için de daha sıra dışı ve tanımadığımız yaratıkları seçmeye çalıştım aslında.
Bir ana akım filmi alıp başka bir şekilde dönüştürdüğünü söylüyorsun. Bu Cryptozoo için de Jurassic Park filmi olmuş. Fikirleri yeniden dönüştürmek sanatın için ne ifade ediyor?
Bence bu daha çok bir pop art fikri, Roy Lichtenstein’in fikirleri gibi. Benden yaşça büyük çizerler pop art’ı pek sevmezdi ve ben pop art’tan keyif alan az çizerden biriydim bir zamanlar. Sanat okulundan çıkmış biri olarak pop art etrafımızda tanıdık olan bir şeyi alan ve ironi ve içtenlikle birleştiren bir şey benim için. Samimi bir ifade yöntemi ve iyi mi kötü mü olduğunun kafa karıştırıyor olması bana heyecan verici geliyor. Starship Troopers’ı da bir pop art filmi olarak görüyorum. 1997’den bir Paul Verhoeven filmi. Bir noktada insanların kötü olduğunu ve asıl kahramanların uzaylı böcekler olduğunu fark ediyorsun. Karakterler de çizgi romandaki gibi donuk ve kafaları karışık. Bu filmi çok seviyorum, hem içten hem ironik. Yani bu his neyse, benim için yeniden dönüştürmekten daha önemli.
Sence günümüz dünyasında rüyaları yeme konsepti kendini nasıl gösteriyor?
Çok iyi bir soru bu. Bence çok klasik ama abartılı örneklere değinmeden bu konuyu konuşmak zor. Her yere gidebilirsin ama kaldırımda olduğu sürece gibi bir durumdayız. İnsanların dünyanın nasıl işleyeceğine dair fikirleri var ama bu sistemlerin içinde engelleniyor. Bu da benim için rüyaların kesildiği an gibi. Eğlence parkları bu konuya dair iyi bir metafor. Çünkü bir fantezi diyarı ve hayal gücünün özgürce ifade edilmesi beklenen bir yer, ama aslında her şeyin planlı ve kurallı. Yani yaratıcılığa izin verilmiyor ve istediğini yapamıyorsun. Yani rüyalar dış güçlerin etkisiyle daha oluşmadan yeniyor ve yok ediliyor diyebilirim.
Neden canavarlara ve onlarını hikayelerini anlatmaya ihtiyacımız var?
Bence hayal gücünün ve sıradışı fikirlerin sembolü onlar. Bu hayali karakterler, dünyamızdaki hayal gücü örnekleri, farklı kültürlerin rüyaları ve onların sanat eserleri. Bu yüzden heyecan vericiler. Her zaman ejderha ve tek boynuzlu atlı çizimleri severdim. Bunda D&D’nin de etkisi olabilir tabii. Büyüdükçe daha sanatsal bir ilgiye dönüştü.
Bu aralar kimden ilham alıyorsun?
Bana bu aralar en çok ilham veren şey Cryptozoo sayesinde birçok farklı film festivaline gidebilmek oldu. Richmond, Virginia’da yaşıyorum ve bazen dünyadan kopuk hissedebiliyorum. Mesela Jane’le Annecy’e davetliydik ve animasyon müzesine gittik, sonra da 1980’lerden Bubblebath adında bir Macar animasyon filmi izledik.
Şu an üzerinde çalıştığın bir proje var mı?
Fon bulmaya çalıştığım bir projem var, film yapmanın en zor kısmı da bu oluyor genelde.