
Safını belirle: Dönüşen şehir mi, yoksa biz miyiz?
“Dönüşen şehir değil, biziz” diyen “Saf” filmi, dünya prömiyerini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaptıktan sonra 38. İstanbul Film Festivali’yle birlikte Türkiye semalarına da giriş yaptı. Yönetmeni Ali Vatansever’le hayatımızın tam orta yerindeki dönüşümü ve filme dönüşme süreçlerini konuştuk.
Kentsel dönüşüm meselesine bildiklerimizin dışında bir yerden bakan Ali Vatansever, anlamak için, önce o bildiklerimle yarattığımız yargıları bırakmamız gerektiğini söylüyor. Bundan yola çıkarak da kent mi, yoksa insan mı dönüşüyor diye soruyor ve kendi safını belirleyerek, senaryosunu yazıp, yönettiği Saf filmini seyirciyle buluşturuyor.
Saf, hafızamızda bir yer daha tamamen yok olup gitmeden önce “ara”da olanların hikayesini anlatıyor; binaların yükseldikçe gördüğümüz şantiyelerine, hâlâ dönüşüme direnen gecekondulara götürüyor.
2000’li yıllardan beri yoğun bir dönüşüm sürecinden geçen İstanbul’da kentsel muhalefetin de yükseldiğini, örgütlü bir kent hareketinin oluştuğunu gördük. Benim de meselelerin bir şekilde içinde olduğum Gülensu, Tarlabaşı, Sulukule derken yıllardır yükselmeye devam eden Fikirtepe’nin dönüşüm hikayesini anlatma fikri nasıl oluştu? Bu meselelere temasınız filmden önce nasıldı?
Saf filmiyle toprak ve insan ilişkisini irdelemek istiyordum. Kentsel dönüşümün hikayede baskın bir yer edinmesi ise benim kent ekseninde çalışan sivil girişimlerle yakın çalışmalarımın sonucunda, oradaki gözlemlerim doğrultusunda gelişti diyebilirim. Sizin gibi ben de özellikle Sulukule ve Tarlabaşı deneyimlerinden etkileniyordum. Ta ki Fikirtepe’yi ziyaret edene kadar. Öncesinde çeperlerde geçen hikayeyi Fikirtepe’ye taşımaya o ilk gördüklerimden sonra karar verdim.
Dönüşüme dair yerlerinden edilen insanların hikayelerine dair merakım vardı, bunlar üzerine okumalar yapardım. Yerlerinden edilen Romanların, Kürtlerin, transların, toplumun hep ötekisi, yoksul ve birçok şeyden yoksun insanların hikayelerini dinledim, okudum. Tabii tarihsel süreçle birlikte, İstanbul bağlamında da kentsel siyaset değişince yeni başlıklar da gelişti. Haliyle filmde mültecilerin hikayesine de odaklanmak kaçınılmaz olmuş. Açıkçası beni de meraklandıran bu: Kentsel dönüşüm, mülteciler, işçi-işsizlik sorunu konularını odağınıza almaya nasıl karar verdiniz?
Fikirtepe’deki dönüşüm sürecini takibe almamla paralel gelişti diyebilirim. Mülteci sorununun Fikirtepe’deki etkisi benim açımdan beklenmedik oldu. Kentsel dönüşüm sürecinde yıkılmayı bekleyen boş binalara Suriyeliler yerleşmeye ve civardaki işlerde ucuza çalışmaya başladı. Ben de bir yol ayrımıyla karşılaştım. Ya Saf’ı sadece kentsel dönüşüm ekseninde tutacak ve bu çok katmanlı sorun zincirini dışarıda bırakarak temsili bir Fikirtepe yaratacaktım, ya da bu yeni durumun yarattığı sosyal ve bireysel etkinin izini sürecektim. Benim için ikinci yol daha anlamlıydı.
Çoğu yeri şantiyeye dönüşmüş bu şehirde set mekanınızın da şantiye olmasının nasıl zorlukları oldu? Zorlukları muhakkak olmuştur diye inancım var… Çünkü benim için o binalar öyle korkunç ki “kötü adamlar” böyle bir hikaye anlatılması için kapılarını sonuna kadar açmış olamazlar diye bir yargım var. Cidden nasıldı orada çalışmak?
Yapım açısından tabii ki çok zorluk vardı. Ama bizim iletişimde olduğumuz iki şantiye yönetimi de bizi ilgiyle karşıladı. İnsiyatif alarak destek vermeyi kabul ettiler. Filmin de tartışmaya çalıştığı gibi, aslında o saf kötü insanlar sadece bizim hayallerimizde. İzinler alındıktan sonra da sahadaki bütün çekimlerimiz dar bir ekiple ve yoğun güvenlik tedbirleriyle ilerledi. Yapım ekibi son derece dikkatli ve özveriliydi. Zaman zaman yaratıcı heyecanlara kapılarak sınırlarımızı zorlamış olsak da bizi hep kontrol altında tuttular.
Peki oyuncu kadrosuyla yollarınız bu film için nasıl kesişti? Filmin hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz?
Hazırlık sürecinde Fikirtepe’yi düzenli ziyaret ediyorduk. Küçük bir ekiple birkaç test sahnesi çekme fırsatımız da oldu. Yıllar boyunca düşlediğim gecekonduyu, önündeki bostanı, devasa şantiyeleri tek tek bulmak ve projeye dahil etmek her günü heyecanlı kılıyordu. Filmin plan sekanslardan oluşmasından ötürü bütün konuşmalı roller için profesyonel oyuncularla çalışmak istiyordum. Her bir rol için detaylı oyuncu görüşmeleri ve seçmeleri gerçekleştirdik. Özellikle başkarakterler olan Kamil ve Remziye için fazla opsiyonumuz yoktu açıkçası. Saadet Işıl Aksoy hikayeyi sevdi; ilk görüşmemizden sonra onunla aynı sayfada olduğumuzu hissettim. Kamil içinse Türkiye’den anlamlı bir aday yaratamadık. Ömür Atay’ın Kardeşler filminin setinden konuk oyuncu Erol Afşin’in adı kulağımıza çalınmıştı. Erol, yurtdışında çalışan bir oyuncu. Kendisiyle bir araya geldik; projeyi sevdi. Asıl önemlisi Saadet’le bir araya geldiklerinde kimyaları uydu. Onları ilk buluşturduğumuzda kararımı verdim ve sonrasında bir saniye tereddüt yaşamadım. Ardından Kamil ve Remziye’nin yakın arkadaşları Fatih ve Nevin’i bulmak için zor bir maceraya giriştik. Hem Kamil ve Remziye’yle hem de kendi aralarında kimyalarının tutması gereken bu ikili için Onur Buldu ve Ümmü Putgül ile yollarımız kesişti. Burada kast direktörümüz Şafak Binay’ın yoğun uğraşını da anmam gerekir.
Film gösteriminin ardından yapılan söyleşide, bu meseleye dair çalışmaya başlamadan önce “hiçbir şey bilmediğimizi kabul etmemiz gerekiyor” demiştiniz. Peki bu süreç size yeni ne öğretti ve sizi ya da ekibi nasıl dönüştürdü?
Bence 2019 yılında kent eksenindeki, göç eksenindeki bütün tartışmaların bir şey bilmediğimiz ön kabulüyle başlaması gerektiğine inanıyorum. Bizi kutuplara hapsetmiş bilme halimizin ortak bir çözüm zemini yaratacağına inancım yok. Zira kimsenin de elinde çözümün iksirini tuttuğunu düşünmüyorum. Ben Saf’la yıllarca uğraşımın sonunda bir şey bilmediğimi; daha doğrusu bildiklerim doğrultusunda geliştirdiğim önyargı ve yargılarımın beni kutuplara hapsettiğini fark ettim. İnsanlara dokunabilmeye ve ”karşı taraf” diye yaftaladığımız kişileri anlamaya bu farkındalığın sonrasında kendi bilgi kalıplarımı kenara koyunca başladım. Filmin özünü de bu sayede buldum ve ekibimle bunu paylaştım; tartıştım. Filmin bütün biçim ve içerik kararları bu tartışmalar doğrultusunda şekillendi.
Ben de çoğu seyirci gibi, Fatih’in öteki düşmanlığını içselleştiren tavırlarının yanında Kamil’in vicdan sahibi oluşunu izlerken nasıl bu kadar “saf” kalabilmiş diye düşünmüştüm. Bu iki karakter için neler söylersiniz? Gerçek hayatta daha önce hiç yollarınız kesişti mi onlarla ya da onları anımsatanlarla?
Gerçek hayat bence filmlerden daha az inandırıcı olabiliyor. Yani gerçek hayatta karşılaştığım karakterleri filme olduğu gibi taşısam izleyici inandırıcı bulmayabilir. Kamil ve Fatih zor bir coğrafyanın insanları ve ikisi de kendi karakter özelliklerinden beslenen hayatta kalma mekanizmaları geliştirmiş. Kamil “iyi” davranmaktan beslenirken, Fatih nabza göre şerbet vererek sorunlarla mücadele ediyor.
Yine söyleşide ”bu, kentsel dönüşüm hikayesinden ziyade ‘aradakilerin’ psikolojik dönüşüm hikayesi” demiştiniz. Karakterlerin bu dönüşümünden, hangi noktalarda kırılmalar yaşadığından bahsedebilir misiniz?
Ben kentten ziyade insanımızın dönüştüğüne, kenti de bu yeni insan halimizin dönüştürdüğüne inanıyorum. Saf’la, bütün bu sorunların ışığında dönüşen insanın izini sürmek istedim. Kamil, uzun süredir işsiz olduğu için ucuza çalışmak zorunda kalıyor; işyerinde baskı görüyor. Mahallesinde ise evini satıp satmama kararı vermeye, safını seçmeye zorlanıyor. Bütün bu baskılar onu yalnızlaştırıyor ve sert bir dönüşüme maruz bırakıyor. Yine de akış içerisinde tam bir kırılma anı yaratmak istemedim. Onun yerine birbiri içerisine örülü olgular ağında izleyici bu dönüşümün izlerini sürsün istedim.
Kamil’e odaklanılmış bir hikaye izliyoruz desek de Remziye benim ana karakterim oldu. Zaten bir yerde hikaye de öyle devam ediyor. Siz Remziye’yi nasıl anlatırsınız?
Remziye, bir yandan kocasını ararken, bir yandan da mahallesinde baskıyla karşılaşıyor. Onun dönüşümü Kamil’in aksine bir vicdan muhasebesine evriliyor. Temizliğe gittiği evde, düşman bellediği Rumen bakıcıyla yakınlaşıyor ve kendiyle hesaplaşıyor. Tabii ki bu kendine dönme halinde Kamil sayesinde yüzleştiği Suriyeli Ammar’ın da katkısı var.

Ali Vatansever
Ben İstanbul’u hâlâ, her şeye rağmen seven ve bu sevginin sürdürülebilir olması için çaba harcayan biriyim. Sizin İstanbul’unuz nasıl? Bu kentle ilişkinizden bahseder misiniz?
Ben İstanbul’u sevme halimizin problemli olduğunu düşünüyorum. Sevdiğimiz bir İstanbul düşü var ve onun dışında kalan İstanbul tasavvurunu reddediyoruz. İstanbul’u kendi bildiklerimiz doğrultusunda korumak ya da dönüştürmek istiyoruz. Fikirtepe’deki dönüşüm diken gibi bize batarken Karaköy’deki dönüşüme kucak açıyoruz. Sonra o dönüşüm çığrından çıktı diye düşünüp başka kaçacak köşe arıyoruz. İstanbul tarih sahnesinde büyük bir yıkımdan geçmediği için sürekli değişmiş ve dönüşmüş. Buradan hareketle dönüşümün İstanbul’un mayasında olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla her nesil İstanbul’u bir şeyler kaybederek yaşadığını hissediyor ve şehirle nostaljik bir bağ kuruyor. Benim İstanbul’la ilişkim Facebook’taki ilişki durumu seçeneği gibi, karışık (it’s complicated). Ben bu şehirde düş kuruyorum, kabus da görüyorum. Ama sanırım herkes gibi şehrin afyonunu içime çekmişim, bırakamıyorum.
Saf çok taze bir proje ama siz bir sonraki aşamayı tasarlamaya başladınız mı? Yakın gelecek için neler var sizin cephenizde?
İki senaryo üzerine çalışıyorum. Ama pek acele ettiğimi de söyleyemem. Benim hayatımın üç ayağı var; akademi, sivil toplum ve sinema. Nefesim yettiğince bu üçünü eşzamanlı sürdürmek istiyorum. Bilgimi öğrencilerle paylaşmak; yerel için gönüllü olmak ve film çekmek.