Röportaj: Sanatıyla yeni anlatılar ören Fatoş İrwen

Yıllar yılı olağanüstü hal şartlarında yaşamak zorunda bırakılan Kürt halkı için zamanın olağan akışı diye bir şeyin varlığından söz edilebilir mi? Kayıplar, yaslar, göçler ve parçalanmaların gölgesinde zaman mefhumu yitip gider mi? Sanatçı Fatoş İrwen, ilk kişisel sergisi “Olağan Zamanın Dışında” ile bizi bireysel ve toplumsal bir tanıklığa ortak ediyor. Onun, egemen anlatıya başkaldıran zaman algısının ve ritminin rehberliğinde kadın bedenine ve deneyimlerine, Kürt coğrafyasına, sıradan nesnelere, insanlara, bitkilere ve hayvanlara bambaşka gözlerle bakıyoruz.

“Ötekilik kavramının yelpazesi çok geniş. Sevilmeyen ve lanetlenen ne varsa ben oyum,” diyen İrwen’le, her daim politik meselelere doğru açılan sanatı hakkında derinlemesine konuştuk.

Fotoğraf: M. Cevahir Akbaş

Doğup büyüdüğünüz Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, 2015 ve 2016’da yürütülen askeri operasyonlarla beraber büyük bir yıkım yaşandı. Sonrasında da Sur’un bazı mahallelerinde kentsel dönüşüm demeye dilimin varmadığı bir yeniden yapılaşma süreci başladı. Sergide bu mahallelerin kentsel dönüşüme uğramış halini gösteren videolara yer verdiniz. Bizi çocukluğunuzun Sur’unda gezdirir misiniz biraz? Hem evlerin içlerinde hem de sokaklarda…

Sur’un sokakları benim labirentimdi. Orası hem politik çalkantıların yoğun olarak hissedildiği hem de komün hayatının yaşandığı bir yerdi. Bunu nostalji olsun diye söylemiyorum. Gerçekten de bizim sokağımızdaki evlerin kapıları hiç kapanmazdı. Annem on iki çocuk doğurmuş; bunlardan dokuzu hayatta kalmış. 20 nüfuslu bir aileydik. Büyük kardeşlerim evlenince bizimle yaşamaya devam ettikleri için epey kalabalıktık. O kalabalık sayesinde sabahları büyükannemin evine kaçtığımı kimse fark etmezdi. İşte böylece bana ait bir hayat başlardı. Evin içindeki hayatın pek kolay olduğunu söyleyemem. O kadar çok kadınla iç içeydim ki, onlara yüklenen misyonları, sorumlulukları görerek büyüdüm. Biraz da bu yüzden kaçıyordum evden. Bu yaptığım bir parça bencillik içeriyor tabii. Bir yandan da tanık olduklarımı düşünmek için bir zaman dilimi yaratıyordum kendime.

Bu tür yıkımların, bireysel ve toplumsal hafızayı bulanıklaştırmaya ve hatta silmeye yönelik olduğu çok açık. Sanatsal üretimlerinizi buna karşı bir başkaldırı ve direniş olarak okuyabilir miyiz?

Okuyabiliriz ama asıl önemli olan işlerimi görenlerin fikirleri. Bugüne kadar aldığım yorumlar hep bu yöndeydi. Ben yıkımın resmini yapmak istemedim. O mahalleler cezaevinde olduğum sırada inşa edildi. Sergideki videolarıysa cezaevinden çıktıktan sonra çektim. Orayı ilk gördüğümde, yaşadığımız yerlerin büyük bir çirkinlikle örtülmeye çalışıldığını düşündüm. Korkunç bir yabancılaşma yaşadım.

Sergide fistan, tülbent, patiska gibi malzemelerin üzerine yaptığınız çizimler ve işlemeler var. Bunları nasıl dahil ettiniz sanat pratiğinize? Giysilerle kurduğunuz ilişkide, kız meslek lisesinde hazır giyim okumanızın payı var mı?

Elbette. Uzun yıllar tasarımlar yaptım; kendime giysiler, Kürt kadınlara fistanlar diktim. Ancak tasarım, giysi, tekstil meseleleri bir dönem hayatımda çok baskın olmaya başlayınca bunu bir dayatma gibi algıladım ve bunlarla arama mesafe koydum. Biraz ara verdikten sonra, çok daha güçlü bir biçimde işlerimin bir parçası haline geldiler. Giysiyle olan ilişkimi değiştiren olaylar da oldu. Mesela, Cizre ve Nusaybin’de güvenlik güçleri evlere, insanların mahrem alanlarına müdahale ettikleri zaman kadınların çamaşırlarını teşhir ettiler. Benim gözümde o çamaşırlar birer bedene dönüştü.

Sur Serisi

Simgesel olarak, kadın bedeninin devlet şiddetine maruz kalması bu.

Aynen öyle. Bu olaylardan sonra giysilere daha politik bir yerden bakmaya başladım. Sergideki telden külotları bunun için yaptım. Onları bir zırh gibi düşündüm.

2012’de Diyarbakır’daki Açlık Grevleri eylemleri sırasında gözaltına alındıktan sonra herhangi bir delil olmaksızın, bir gizli tanığın ifadesiyle hapis cezasına çarptırıldınız ve üç yıl cezaevinde kaldınız. Nasıl baş ettiniz haksız yere ceza almakla? Orada üretmeye devam etmek baş etme yöntemlerinizden biri miydi?

İlk günkü şoku atlattıktan sonra ne yapabileceğime bakmaya başladım. Artık orada olduğumu kabullenmem gerekiyordu. Bunu kabullenmek baş eğmek filan değil tabii. Cezaevine girmeden bir gün önce, Suriçi’nde bir performans gerçekleştirmiştim. O performansta giydiğim beyaz elbiseyi cezaevine istedim ve her şey öyle başladı. Elbiseyi, saç telleriyle üç boyutlu olarak işledim. Cezaevi yönetimi bana malzemelerimi vermediğinde üzülmedim açıkçası. “Hadi bakalım yeni bir yolculuk başlıyor. Şimdi ne yapacaksın?” dedim kendi kendime. Sanatsal yaratı ve politik tavır bakımından kendimi sınadığım bir dönemdi. Düşünsenize dımdızlak kaldığınız an ne yapılır?

Sur Serisi

Upuzun saçlarınız var. İşlerinizde çok kullanıyorsunuz saçları. Saçla kurduğunuz ilişkinin altında yatan ne?

Babam dindar ve muhafazakar bir insan. Küçücükken saçım yerlere kadar uzundu. Günah olduğuna inanıldığı için saçımı hiç kestirmezdik. Ayrıca dökülen saçlar atılmazdı. Bunun da hastalığı çağırdığına inanırdık. O nedenle, saçlarımı duvar deliklerinde saklardım bazen. Çocukluğumdan yetişkinliğime kadar sandık sandık saçlarım birikti. Ancak bir zaman sonra bir yük gibi taşımaya başladım saçlarımı. Hayatta hem politik hem de bedensel anlamda yük olarak üzerimde biriken şeyleri, dönüştürerek hafifletmeye çalıştığımı fark ettim. Saçlar bir yüktü ama onları atmak ya da onlardan kurtulmaya çalışmak yerine, onlarla daha başka bir ilişki kurma meselesine odaklandım. Böylece saçlarımla barıştım. Saçlarım, çok yoğun bir şekilde, çok uzun yıllara yayılan bir üretim sürecinde eşlik etti bana. Topladığım her nesne böyle oldu aslında. Hiçbirini sadece bir malzeme olarak kullanmadım. Sadece malzeme olarak kabul etmeyi ve kullanım nesnesine dönüştürmeyi sömürgeci mantığıyla eşdeğer görüyorum. Bu bir kaşıksa, o kaşık kendi hikayesiyle, biricik varlığıyla sanatsal üretimin içinde yer almalı. Benim için her bir nesne, her bir saç teli, her bir kirpik tanesi dahi hayatın bütün tarihsel katmanlarının tanıkları.

“Olağan Zamanın Dışında”, insan merkezli bir sergi değil. Sergide bitkiler, hayvanlar, buluntu nesneler çıkıyor karşımıza. Bunlar, serginin küratörlerinden Ezgi Bakçay’ın deyimiyle senin toplayıcılığınla ilgili sanırım. Nasıl ortaya çıktı bu toplayıcılık merakı?

Amcam, hayatımdaki en önemli figürlerden. Herkes onu çok cimri bir insan olarak nitelerdi. Çünkü hiçbir şeyi atmayan, garip bir adamdı. Çocukluğumda onu gözlemlediğimde, her bir nesneyle tuhaf denebilecek bir ilişki kurduğunu görürdüm. Nesneler, onun dünyasında katman katman bir tarihe dönüşürdü. Bana onlar hakkında bir sürü şey anlatırdı. Babam hakeza öyledir. Onunla beraber gittiğimiz her yerden ıvır zıvır şeyler toplarız. Çocukluğumdan beri onunla sürekli mezarlıkları gezerim. Bir arkeolog, heyecanla toprağı kazdığı zaman binlerce yıllık bir kemik bulur ve onun üzerine bir tarih okuması yapar. Ben binlerce yılın geçmesini beklemeden yapıyorum bunu.

Yaşadığın Kürt coğrafyası da buna elverişli. Doğu’nun hep bir mücadele alanı olduğu ve katman katman hikayelerin o topraklarda biriktiği düşünülürse.

Hayatın bu kadar ucuz olduğu bir coğrafyada, yaptığım şey aslında bir değer biçme çabası. Tüm o hayata eşlik eden meselelere inatla bir değer atfetme. İnatla ama. Çünkü orada insanlar ölüyor. Diyarbakır’ın yerle bir edildiği Sur olayları sırasında, bir tarihin yok edildiği söylendi hep. Kimileri kiliselerin, camilerin yok edilmesine üzüldüler. Belki de o kiliseler ve camiler çoktan yok edilmeliydi. İnsanlar yok edildi insanlar! Orada yığınla Kürt katledildi. Orası bir mezar alanı zaten. Kilise, cami ne ki? Bellek konusunun kiliseye, camiye bakılarak tartışılması çok canımı yakıyor. Ben karşı bir bellek yaratma çabası içindeyim. Oradaki insana ve yaşama dair küçük görülen her şey benim açımdan özne.

Kadın deneyimini ve kadın bedenini de mesele ettiğiniz anlaşılıyor. Bu yolu seçmenizde, bir kadın olarak kişisel tecrübelerinizin ve Kürt Kadın Hareketi’nin nasıl bir etkisi oldu?

Toplayıcı yönümü dindar ve muhafazakar babam ve amcamdan devralmamı çok garip buluyorum aslında. Çocukluğumda kadınlık meselelerini düşünürken ve etrafımdaki kadınlarla ilişki içinde sorularımı büyütürken, babam ve hayatımdaki erkekler benim için birer hedef olmaya başladılar galiba. Yani onlarla aramda göze göz, dişe diş ilerleyen bir ilişki vardı. Erkekliği, feodalliği ve gelenekselliği hedef alırken onlarla yakın olmak, direnişimi içeriden bir zemine oturtmaktı benim için. Kürt Kadın Hareketi de başından beri gelenekselliğin ve feodalliğin içerisinden doğan bir mücadele.

Özellikle Depo’daki eserleriniz, cezaevinin bir güncesi gibi okunabilir. Sadece kendinizi değil, oradaki kadınları da anlattığınız bir günce bu. Mahpus kadınlarla ilişkiniz nasıldı?

Cezaevine girdiğimde karşımda 40 tane kadını görünce hakikaten kendimi unuttum. Gündemim bir anda ben olmaktan çıktı. Orada çok derinlikli paylaşımlarım oldu. Zordu ama zorluğun üstesinden beraberce gelmek o kadar güzeldi ki! Elbette insanı darmadağın eden şeyler de yaşadık. Hayatlar zaten darmadağındı. Bütün o dağınıklık içinde birbirimizi toparlama eğilimi ve müthiş bir güç birliği vardı. Zaman zaman cezaevi yönetimini de aciz bırakan bir birliktelikti bu. Orada dört tane sergi yaptım. Sergilenen işlerimi herkesten önce oradaki kadınlar gördü. İşlerimi onlarla paylaşmak ve tartışmak beni çok mutlu etti.

Fistan

Karşı Sanat’ta sergilenen Sur Serisi’ni 2012-2013 yılları arasında yapmışsınız. Hepsi birer fabl gibiler adeta. Sur’daki yıkım başlamadan önce olacakları sezmişsiniz sanki. Sizi onları yapmaya iten ne olmuştu?

O resimlerle tarihin akışına yön vermişim gibi hissettiğim zamanlar oldu. Onlarda kentle çok tensel bir temas var. Örneğin pek çok faili meçhul cinayetin işlendiği Hevsel Bahçeleri’ni resmettim. Tüm o renkliliğin içinde çok yoğun bir şiddet olduğunu anlatmak istedim. Benim gözümde Diyarbakır dişil bir kenttir. Bunun için de renkli ve kozmopolittir. Kente yapılan müdahaleler ise erildir. Burada baskının türlü türlü hali ve gözetleme mekanizmaları çok sinsi bir şekilde hayatın içine dahil olur.

Son olarak ilk kişisel serginizdeki işlerin insanlarla buluşması sizin için ne ifade ediyor?

Bu sergiyi Türkiye’de yapmak benim için çok önemli. Zira benim meselem burayla. Beni sevenin sevmeyenin, ortaklık kuranın kurmayanın o işlere bakmasını isterim. “Kürt olduğunu bilseydim,”le başlayan cümle kuranın da. Politik tavır, uzlaşmazlık isteyen bir tavırdır. O uzlaşmazlık anının hep olmasından yanayım. Ben kimseyle uzlaşmak istemiyorum. Çünkü uzlaşırsam biterim. Uzlaşmak bazen insanı kişiliksiz ve kimliksiz bir hale getirebiliyor. En kıymetlisi uzlaşmadan yan yana durmak.

*Ezgi Bakçay ve Wenda Koyuncu’nun küratörlüğünü üstlendiği sergi, 27 Haziran’a kadar Depo ve Karşı Sanat’ta görülebilir.