Soderbergh’in mükemmelliğe açtığı savaş: Let Them All Talk incelemesi

Steven Soderbergh’in peşinde bir cruise gemisine atlıyor (çünkü hayaller güzeldir) ve başarı, arkadaşlık, kıskançlık gibi meseleleri hafif bir yerden ele alan (üstelik Meryl Streep bonuslu) Let Them All Talk’a dadanıyoruz. Let Them All Talk incelemesi

Bu aralar izleyecek yeni bir şey aradığınızı varsayarak, güncel filmlere dadanmaya devam ediyoruz. Sanki arkadaşlarınızla sohbet ediyormuşsunuz gibi hissettiren, Let Them All Talk, geçtiğimiz hafta HBO Max’te dijital prömiyerini yaptı. (Evet bu konsept artık hayatımıza bir daha çıkmamak üzere girdi.) Steven Soderbergh, bu filmi yalnızca iki haftada, Atlantik okyanusu geçmek üzere yola çıkan Queen Mary 2 gemisinde çekmiş. Hem de binlerce gerçek yolcuyla beraber. Filmin ruhuna uygun olarak diyalogların çoğu da doğaçlama üstelik. Yönetmenin, prodüksiyondan da anlaşılacağı üzere çok daha deneysel ve mükemmellik kaygısı gütmeyen bir film hedeflediğini söyleyebiliriz. Sonuç olarak da ortaya keyifli ve akıcı bir seyirlik çıkmış. Filmin başrolünde, hayat boyu yaşadığı başarıyla ne yapacağını bilemeyen bir yazarı canlandıran Meryl Streep var. Performansını övmemize gerek yok, çünkü Modern Family’den Cam’in de dediği gibi Batman’i de oynasa mükemmel olurdu zaten. Streep’e altta kalmayan performanslarıyla Dianne Weest ve Candice Bergen eşlik ediyor.

Let Them All Talk, Alice adında ünlü ve başarılı bir yazarın, ünlü olmadan önceki hayatından dostlarıyla yeniden buluşmasının hikayesi. İngiltere’de bir ödül alacağını öğrenen Alice, bu yolculuğu bir cruise gemisinde yapmaya ve yanında yeğeni Tyler’ı ve en eski dostları Roberta ve Susan’ı götürmeye karar veriyor. Amacı onlar ile arasındaki buzları eritmek, eskisi gibi olmak ve belki de bunca yıl nelerin yanlış gittiğini bulabilmek. Bir yandan da acilen teslim etmesi gereken yeni kitabı, ondan habersiz tekneye gelen menajeri ve koruması gereken bir ismi var. Aslında yolculuğa çıkan her karakterin birbirinden farklı beklentileri olduğunu ve tüm bu insanların dip dibe geldiklerinde bile birbirlerinden nasıl kaçtıklarını görüyoruz. Queen Mary 2’ye atlıyor ve başarı, arkadaşlık, kıskançlık gibi meseleleri hafif bir yerden ele alan Let Them All Talk’a dadanıyoruz.

Bir gruptan tek bir kişinin başarısının diğerlerine etkilerini sorguluyor Soderbergh. Aslında bu üç dostun arasının bozulmasının yıllar önce, Alice’in şimdiye kadarki en başarılı kitabı You Always/You Never’ı yazdığı zamanda olduğunu öğreniyoruz. Bu kitap Alice’i bir yazar olarak tanımlayan, hatta adından sonra ilk akla gelen eseri. Ama Alice artık bu eserin gölgesinde yaşamaktan bunalmış durumda. Herkesin ve özellikle de menajeri Karen’ın ondan hikayenin devamını beklemesi de onu daha da rahatsız ediyor. Arkadaşı Roberta ise kitabın kendi hayat hikayesi olduğunu, Alice’e arkadaşça anlattığı tüm sırlarından Alice’in milyoner olduğunu, hem de bunu kabul bile etmediğini düşünüyor. Hatta Alice’in onu bu yolculuğa hikayenin devamını yazacak malzeme toplamak için çağırdığından emin. Roberta hayatından mutsuz ve beş parasız bir halde. Sevmediği, korkunç bir işte çalışıyor, gemideki her dakikasını zengin bir koca bulmaya çalışarak geçiriyor.

Filmdeki her karakterin hayatının farklı bir döneminde ya da hayatındaki bir kişide takılı kaldığını görüyoruz. Kimi bir eseri, kimi bir ihaneti, kimi diğer tüm ihtimalleri aşamıyorlar. Zaman geçip gitse de onlar sıkışıp kalmışlar aslında. Burada da cruise gemisi oldukça anlamlı bir metafor haline geliyor. Onlar ne yaparsa yapsınlar ve gemi ilerliyor. Onlar ilerlemek istese de, istemese de zaman geçiyor. Burada da Soderbergh soruyor: ilerlemek kaçınılmazken, neden yerinde durmayı seçesin ki? Ne kadar can sıkıcı olsa da aslında ilerlemek için hepsinin birbirlerine ihtiyaçları var. Bir çözülme, dürüst bir yüzleşme veya içten bir konuşma her şeyi çözebilir. Ama bunun için birbirlerinden kaçmayı bırakmaları gerekiyor.

Let Them All Talk’un hikayesinde vurucu ya da çok şaşırtıcı anlar yok. Film, tüm yan hikayelerle ve karakterlerin birbirleriyle kurduğu beklenmedik ilişkilerle güçleniyor aslında. Mesela Alice’in yeğeni Tyler, herkesin Alice’le iletişim kurmasından sorumlu kişi haline geliyor. Arkadaşları ona söyleyemedikleri her şeyi yeğeni üzerinden söylerken, gemiye gizlice sızmış menajeri Karen da çocukcağızı Alice’in yeni kitabı hakkında bilgi almak için kullanıyor. Tyler da Karen’dan hoşlanmaya başlıyor ve bu yüzden bu ulaklık işini fazlaca ciddiye almaya başlıyor. Senaryosu Deborah Eisenberg’e ait olan filmin diyaloglarının çoğunun doğaçlama olması da oyuncuların karakterleri ne denli içselleştirdiğini ve anladığını gösteriyor.

Alice, Pulitzer ödüllü, kendinden nefret eden bir yazar. Yaşadığı hiçbir başarıyı kayda değer bulmuyor, hatta her şeye yukardan bakıyor. Kendini işine adamış, bu geziye çıkmasına rağmen tüm gün çalışıyor ve yalnızca akşam yemeklerinde sosyalleşmeyi tercih ediyor. Tüm bu mükemmeliyetçiliği, aylardır üzerine çalıştığı kitabını tamamen silip yok ettiğinde tavan yapıyor. Bu karakter tasviri, Soderbergh’in nispeten özgür ve rahat yaklaşımıyla birleşince de düşündürücü oluyor tabii. İster istemez yönetmenin mükemmeliyetçiliği eleştirdiğini, sanatın üretim sürecinin ve hayatın keyifli anlarının bazen boşa gittiğini hatırlattığını söyleyebiliriz. Aslında üretim sürecinden keyif almaya, sinemayı bir de bu yönden deneyimlemeye geri dönmüş. Amatör ruhunu geri kazanmaya çalışıyor gibi. O en mükemmel eserin baskısının bir sanatçıyı ne hale getirebileceğini sorguluyor. Sanki isminin baskısını hissediyor hatta.

Gemide Kelvin Kranz adında başka bir yazar daha var. Her kitabı çok satanlara giren ve neredeyse iki ayda bir yeni kitap yayınlayan bu yazar., Alice’ın tamamen zıttı, adını duyduğunda gözlerini kısıp aptal bulduğu biri. Bu kişinin ne kadar üretken, ne kadar mutlu ve hayattan keyif alan biri olduğunu görüyoruz uzun uzun. Aslında nispeten daha az prestijli de olsa, gerçekten mutlu olan kişi Kranz. Kimsenin Alice’in yerinde olmak isteyeceğini düşünmüyoruz. Bu Soderbergh’in bir kimlik krizi mi, yoksa aydınlanması mı bilmiyoruz. Ama Alice olmayı tercih etmediğini söylüyor aslında. Mükemmeliyetçiliğiyle tüm hayatını tüketmeden, dostlarının hayatını mahvetmeden de mutlu ve başarılı olunabileceğini anlatıyor sanki.

Soderbergh’in filmdeki muzipliklerinden biri de üstlendiği roller için kullandığı mahlaslar. Görüntü yönetmeni personası için Peter Andrews adını, kurgucu personası için de Mary Ann Bernard adını kullanmayı tercih ediyor. Yine büyük bir ismin baskısını hissetmeden üretim yapmaya bir gönderme yapıyor olabilir. Sanki yönetmen, yıllar sonra gerçekten eğlendiği ve üretim sürecinin tüm anlarından keyif aldığı bir iş yapmayı başarmış. Filmin son twist’i çok da iyi değil, yer yer zorlanıyor ve toparlanamıyor. Ama galiba bunlar da yönetmenin yapmak istediklerinden bazıları. Tüm bunlara rağmen, izlediğimize kesinlikle pişman değiliz. Hem filmler her zaman mükemmel olmak zorunda değiller, bazen sadece anlık bıraktıkları his bile insana ihtiyacı olanı verebilir. Soderbergh de bu denemesiyle bize mükemmel olmanın ne kadar yorucu olduğunu hatırlattığı için bile takdir edilmeye değer.

 

Let Them All Talk incelemesi Let Them All Talk incelemesi Let Them All Talk incelemesi