
“Son zamanlarda hiç iyi bir kitap ‘yaşadınız’ mı?”: In the Mouth of Madness film incelemesi
“Korku yazarı Sutter Cane… Bu isim zararsız bir pop fenomeni mi, yoksa basılı sayfaların ölümcül, deli bir kahini mi?” Efsanevi korku yönetmeni John Carpenter’ın bu sorunun cevabını vermekte geç kalmadığı, fakat cevaplaması çok daha zor olan onlarca soruyla baş başa bıraktığı In The Mouth of Madness ile kurgu ve gerçekliğin –sanırsak- hiç bitmeyecek olan suç ortaklığına dadanıyoruz.
Dikkat, yazı bolca spoiler içerir!
The Thing ve Prince of Darkness’ın ilk iki filmini oluşturduğu, Carpenter’ın Apocalypse üçlemesinin son filmi olan 1995 yapımı In The Mouth of Madness, özellikle Jurassic Park ile akıllara kazınmış aktör Sam Neill’ın oynadığı John Trent karakterinin bir akıl hastanesine kapatılması, ve elbette ki karakterin bu durumu reddetmesi ile karşılıyor bizi. Sonrasındaki sahnede, hasta kıyafetleri ve yüzü de dahil olmak üzere çizebildiği her yere haç figürü çizmiş olan Trent; dışarıdaki dünyada neler olup bittiği ile ilgili merak uyandıran bir sorgu sahnesinde, gelen doktora her şeyin nasıl başladığını anlatacağını söyleyerek işe koyuluyor, ve seyirciyi de filmin eşsiz girdabına burada sürüklüyor.
Billy Wilder’ın 1944 tarihli unutulmaz film-noir klasiği Double Indemnity filminin başrolü olan Neff isimli karakterden aşina olabileceğimiz sigorta müfettişliği işi ile uğraştığını anladığımız Trent, onun adına iyi geçen bir teftiş sonrasında patronuyla küçük bir kutlama yemeğinde. Arcane Yayınevi’nin bir iddiada bulunduğunu ve bu iddianın ona milyonlara sebep olacağını söyleyen patronu, sonrasında Trent’in hayatını şekillendirecek bir teklif sunuyor. Araştırması gereken iddia; kendisinin henüz adını hiç duymadığı Sutter Cane’in ortadan kayboluşu.
Daha “Sutter Cane kim ki?” demeye kalmadan; film boyunca karşılaşacak olduğu baltalı saldırganlardan biri, oturuyor oldukları restoranın camını parçalayıp, “Sutter Cane okur musun?” sorusunu soruyor. Bu saldırı, sonrasında hakkında çokça tartışılacak olan, yazarın okurlarını histeriye sürükleyip sürüklemediği ile alakalı ilk fikri veriyor seyirciye. Bu olayın ardından, televizyondaki ilk haberde okurlarının bu korku yazarının kitaplarından ne derecede etkilendiği konuşuluyor ve Trent ertesi gün ilk iş kendini yazarın yayınevinde buluyor.
Kurgusal yazar Sutter Cane’in kitapları; Carpenter’ın önceki yıllarda Christine isimli klasiğini uyarlamasıyla çok yakın arkadaş olduğu Stephen King’inkilerden bile daha çok satıyor olduğunu, satış rekorları kırdığını, ve yayınevinin elinde milyar dolarlık isim hakkının olduğunu öğreniyoruz. Trent, önceki gün Cane’in diğer kitaplarının kapaklarından topladığı ipuçları ile bulduğu Hobb’s End isimli, haritada ismi olmayan ve Hobb’s End Horror kitabının geçtiği yer olan kurgusal bir kasabada olabileceğini söylüyor yazarın ve yayınevi editörü ile birlikte bu yere doğru yola çıkıyorlar.
Filmin sormak istediği soruların neler olabileceği de bu yolculukta yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Editör Linda Styles ile sohbetlerinde gerçeklik ile alakalı konuşmaya başlayan Trent, bu korku fenomeninin yalnızca bir abartı olduğunu düşünerek, “Korkulacak ne var ki? Kurgu ve gerçek aynı şey değil sonuçta” diyor ve bu hikayenin ne tarafında olacağını açığa çıkarıyor. Bu diyalogda Styles’ın söyledikleri ise bir flashforward gibi işlemekte:
“Senin açından gerçek değil ve şu anda gerçeklik senin görüşünü paylaşıyor. Ama Cane’in işlerinde beni korkutan şey; gerçeklik eğer onun görüşünü paylaşsaydı neler olabileceği. Gerçeklik, birbirimize olduğunu söylediğimiz şeydir. Delilik çoğunluk haline gelseydi, mantıkla delilik kolayca yer değiştirebilirdi. Kendini bir hücrede kilitlenmiş halde, dünyaya ne olduğunu düşünürken bulabilirdin. Kalan son kişi olmak pek güzel olmasa gerek.”
Trent’in başına böyle bir şey gelmeyeceğini söylerken takındığı tavır, filmin başındaki sahnede gördüklerinden dolayı çoktan gerçekleştiğini bilen seyirci için, Carpenter’ın o kendine özgü komedi anlayışının bir örneği. Film boyunca, Sam Neill’ın da başarılı oyunculuğunun katkısı ile, Trent karakterinin çoğunlukla küstah ve kinik tavrının böylesine dinamiklere sahip bir hikayede bile bu mizahi anlayış ile yer bulabilmesi; yönetmenin ikonik kariyeri boyunca korku türüne hep yenilik ve ‘eğlence’ getirmiş olmasının bir kanıtı.
Yolculuğa kadar birkaç ayrı sahne ile Carpenter’ın sürekli yükselttiği korku dozu, Styles’ın çarptığı bisikletli ve onun farklı yaşlardaki tezahürleri aracılığıyla iyiden iyiye gizemli hava ile birleşerek seyirciye geçmeye devam ediyor. Bu kazanın ardından, kesinlikle sıradan olmayan bir tünelden geçerek, yazarın önceki kitabının geçtiği Hobb’s End’de buluyor kendilerini ikili. Hobb’s End Horror isimli Sutter Cane kitabının, ismini H.P. Lovecraft hikayesi olan The Dunwich Horror’dan alması, filmin belki de en büyük ilhamı olan, tür belirleyici korku yazarına onlarca kez sergilediği saygı duruşundan yalnızca biri. Carpenter’ın asıl verdiği referans ise direkt filmin isminde saklı. Cane’in dünyayı sona sürükleyecek olan ve filme de ismini veren In The Mouth of Madness kitabı, Lovecraft’in At The Mountain of Madness hikayesinden alıyor ismini.
Hobb’s End kasabasının apokaliptik ve boş sokaklarını görmemizin ardından ikilinin gittiği otelde; hikayenin devamında ‘sigara dumanından rahatsız olan’ eşini kendi bacağına kelepçelediğini, hatta ahtapot bacaklı bir yaratığa dönüştüğünü gördüğümüz yaşlı resepsiyonist Pickman, ismini yine Lovecraft’in Pickman’s Model isimli kısa hikayesinden almış.
Odaya yerleştiklerinde gerçeklik ile alakalı tartışmalar, Styles’ın henüz arkasını görmeden varlığından haberdar olduğunu belirttiği tablo üzerinden devam ediyor. Styles’ın “Ya kurgu değilse?” sorusunu, kendi oluşturduğu seslere ve etraflarındaki gördüklerine dayanarak, çok da altını doldurmadan; “Bunları görüp duyuyor musun? İşte gerçeklik bu” diye yanıtlayan Trent, biraz daha ileri gidip Cane’in “Hobb’s End Horror” kitabındaki Bizans Kilisesi’nin otelin batısında var olmadığını gösteriyor pencereyi açıp. Styles’ın “Kitabı yanlış hatırlıyorsun, kilise bu tarafta” diyerek otelin doğusunu gören pencereyi açtığında gördükleri o Bizans Kilisesi, filmin gerçeklik hakkındaki tutumunu ortaya çıkarıyor ve seyirci olarak bize, o ana kadarki en başarılı şaşkınlığı yaşatıyor.
Hobb’s End Horror kitabını adeta kasabaya gelen bir turistin okuyabileceği bir rehber gibi ele alan Trent, kilisenin yerinde önceden eski bir tapınağın bulunduğunu okuyor. “Bazıları eski tapınağın hala bir yerlerde olduğuna, bu şeytani yapının içinde hapsolduğuna inanıyor” satırlarını dile getirmesiyle birlikte seyirci ilk kez Cane’in o manipülatif cümlelerini duymuş oluyor. “İçinde yaşamış olan en eski canlılar ölümcül bir yaratık ırkıydı. Bunların sefil varlıkları zamanın kendisini de kirletmiş ve sadistçe kötülükleriyle tarihin akışını etkilemişti.”
Bu arada, filmin devamında çok kez alıntılanacak olan Cane kitaplarının bölümleri, yine direkt Lovecraft kitaplarından bire bir alınmış ve yalnızca filmin konusuna uygun olması adına küçük değişikliklere uğramışlar.
Kilisenin kapısındaki mozaikte tasvir edilmiş olan olayın “cennet için savaş” olduğunu açıklayan Styles, “Baş melek Mikail, diğer taraftaki yaratıklardan biri ile savaşıyor” diyerek, filmin devamında bizi birçok kez maruz bırakacağı Hıristiyanlık, Tanrı ve Cane gerilimini ilk kez ortaya çıkarmış oluyor. İsim referanslarının bu denli yoğun olduğu bir filmde, ilk katil olan ve haliyle dünyadaki ilk kötülüğü işlemiş olan Kabil’in (Cain) İngilizce telaffuzu ile neredeyse aynı olan Cane isminin boşuna seçilmediğini fark etmek zor değil.
Kötülük konsepti ile yoğun bir şekilde ilgilenen filmin tüm spot ışığını alan Cane’in kötülüğün yaratıcısından isim almış olması, ve ilk kez kendini gösterdiği yer olan kilise ile alakalı alıntı yapılan kitabında, -yine- Lovecraft’in kelimeleri ile: “İnsan ırkından daha eski, bilinen evrenden daha geniş olan kötülüğün koltuğu” olan yerde yaşıyor olduğunun belirtilmesi filmin en korkunç detaylarından biri.
“Tanrı tarafından mühürlenen bu kapılardan geçme cesareti gösteren kim olursa sonsuza dek lanetlensin!” ibareli kilise kapısı, ilk kez görünen kasaba halkının oraya gelmesinden dolayı tüm ihtişamı ile açılıyor, ve yazar ile seyirci ilk kez karşılaşıyor.
Bu, özellikle Trent için çok ilginç olan sahnenin ardından, şaşırtıcı olmayan bir şekilde Styles’a itiraz edip “Yazarınızın birkaç milyon daha fazla satması için beni nasıl bir kurgunun içerisine sürüklediniz böyle?” diye çıkışmasının ardından Styles her şeyi itiraf edip, böyle bir yere Trent’i getirmeyi ve ‘kayıp yazar’ miti aracılığıyla sonraki kitap olan In The Mouth Of Madness pazarlamasını yürüteceklerini açıklıyor. Fakat Styles için de şaşırtıcı olan ve olayların kontrolden çıkmasına sebep olan durum, Cane’in gerçekten de orada olması. Hobb’s End Horror kitabındaki kurgusal kasaba artık Trent’in de deneyimliyor olduğu yeni bir “gerçeklik.”
Styles’ın endişe verici bir şekilde anlattığı, sonun başlangıcı olacak olan ve tüm insanları deliliğe ve mutasyona sürükleyeceğini açıkladığı bu yeni kitabın da bu kasabada başlayacağını söyleyip, oradan tek çıkışlarının Cane’in yeni kurgusunun sonunu okumaları olduğunu söylemesi Trent için yine de o kadar etkileyici değil. Hâlâ ‘kurgu’ olmasının gerçekliği etkilemeyeceğini düşünüyor. Filmin artık iyiden iyiye post-modernist bir yapıya dönüşüp, gerek intertextuality gerekse metafiction ögelerinin gittikçe artması da burada başlıyor aslında ve türünün en özgün örneklerinden olma yoluna giriyor.
Bu ‘saçmalıktan’ kurtulmak isteyen Trent’in kaçmasını önlemek için kaçırdığı araba ile yazarın yanına giden Styles, Cane’in “Yıllarca bunları kendimin uydurduğunu düşünüyordum. Ama onlar bana ne yazacağımı söylüyorlardı. Hepsini gerçek yapmam için güç veriyorlardı. Şimdi oldu” diyerek gösterdiği kapının ardındaki o ‘kötülüğe’ dehşet içinde şahit oluyor ve Cane’in etkisine her an daha çok kapılarak kendini kaybetmeye başlıyor. Cane’in “Geri dönmek için kullandıkları aracı kendin gör” diyerek okuttuğu Yeni İncil, yazara göre dünyadaki değişimi başlatıp, Styles’ın görmesine yardım edecek olan yazarın bahsedilen yeni kitabı.
Kitaba ‘maruz kaldıktan’ sonra kendini tamamen kaybeden Styles, Trent’e kaçmasını söylemek üzere otele dönüyor. Trent’in kasabadan çıkmaya başladığı sırada yaşlı resepsiyonist çoktan Lovecraftian bir yaratığa dönüşmüş. Kasabanın ana caddesinde ayin havasında bir toplanmadan kaçarak bara giren Trent, barmenle girdiği diyalogda nasıl bir kurgulararası evrende sıkışıp kaldığının dehşetiyle baş başa kalıyor. Filmin tagline’ının geçtiği sahnede barmen, “Artık bu kasabaya ben mi, yoksa kitap mı daha önce geldi bilmiyorum. Artık gerçeklik eskisi gibi değil. Cane beni böyle yazdığı için intihar etmek zorundayım” dedikten sonra kafasına sıkıyor. Ve Trent için de artık ilginç bir sonun başlangıcı asıl buradaki farkındalıktan sonra oluyor.
Tekrar eden bir sekans ile her kasabadan dışarı çıkabildiğinde bir şekilde kendini yine kasabada buluyor ve sonunda Cane ile karşı karşıya geliyor. Cane, filmin başından beri bahsedilen, dünyanın sonunu getirecek olan In The Mouth of Madness kurgusunda Trent’i yazdığını açıklıyor. “Gerçek dünya” ile arasındaki, kitabı yayınlama aracı olması amacıyla yaratıldığını söylemesi; filmin varoluşçu içeriğine en büyük dinamiği sağlıyor. “Tıpkı Hobb’s End gibi, ben yazmadan önce sen de yoktun. Bu kitapta yazdığım şey, sensin” diyerek açıkladığı bu varoluş sebebi, filmin başından beri mevcut olan Tanrı ve Cane arasındaki dinamiği, ve aslında benzerliği besleyen bir başka gerilim.
Bildiğimiz o eski gerçekliğe bir geçit açan Cane, varoluş amacını yerine getirmesi amacıyla, bitirdiği kitabını yayın evine götürmesi için Trent’e veriyor. Eski gerçekliğe geri dönüp, geçirdiği birkaç histerik sekansın ardından Trent, kitabı aylar önce yayın evine ulaştırdığını, uyarlama filminin bile haftaya vizyona giriyor olduğunu öğreniyor. Rekorlara, uyarlamalara ve en önemlisi yeni gerçekliğe sahip o eski dünyada bir şizofreni salgınına sebep olmasının ardından, kendi de artık baltalı bir saldırgana dönüşüyor. Bir sonraki sahnede yine hastanede. Yani film sarmalını tamamlamış olup; Trent’in akıl hastanesine nasıl kapatıldığını, türünde eşi zor bulunan bir kurgu ve anlatımla açıklamış oluyor.
Trent’in hastanedeyken doktoruna söylediği “Her tür kendi sonunun geldiğini bir şekilde hisseder, insanlık da çok uzun süre geçmeden başka türler için bir çocuk masalından daha fazlası olmayacak” diyerek birazdan farkına varacağımız kıyametin haberini seyirciye vermiş oluyor.
Yalnızca kitabı okumayanların mutasyon geçirmediği ve Cane’in Yeni İncil’inin ‘kurbanı’ olmadığı apokaliptik dünyaya çıktığı zaman ilk gördüğü şey ise, filmin ilmik ilmik dokuduğu postmodernist anlatımın ne kadar özgür bir alan sunduğuna dair çok orijinal bir kanıt niteliğinde: “In The Mouth of Madness” isimli metafilm, terk edilmiş sinema salonunda gösterimde. Bu metafiction kavramına tanım niteliğindeki sahnede ise, haç çizimleriyle bezeli hasta pijamaları ile patlamış mısırı elinde en güzel koltuğu seçip filmin karşısına oturan Trent; artık Cane’e, ve onun bu yeni dünyaya yeni Tanrı oluşuna büyük bir teslimiyet ile, histerik kahkahalar atarak kendini ve geçirdiği bu süreci beyaz perdede izlemekte. Seyirci olarak izlediğimiz tüm sahneler, şimdi Trent için, kıyamet sonrası sinemada oynatılıyor.
Carpenter, tüm bu dinamikleri, düşük bütçeli bir yapımda, 90 dakikada bu kadar başarılı bir şekilde bir arada toplayarak yetkinliğini ve bu tür için önemini bir kez daha kanıtlıyor. Tüm H.P. Lovecraft ve Stephen King referansları ile ilhamını nereden aldığını açıkça gösterip, postmodernist anlatımı ile de adeta bir John Barth ya da Kurt Vonnegut romanı okuyormuş hissiyatı verdiği bu -maalesef arada kalmış- başyapıtı ile yalnızca görsel bir korku destanı yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda o hep bildiğimiz ikonik ses tasarımları ile de çok zekice tasarlanmış bir girdabın içerisinde, seyircisine bu tür ile ne kadar keyifli bir şekilde oynanabileceğini gösteriyor In The Mouth of Madness’ta.