
Kaç kadeh kırıldı minnoş gönlümde?: The Worst Person in the World
Gerçekten büyüdüğümüzü ne zaman anlarız? Enerjimizin kendimize değil de bir başkasına aktığı ya da kendimizden geçtiğimiz sevinçli ama korkuyla da iç içe geçen o anları nasıl kavrarız? Kavrarız derken kucaklamaktan bahsediyoruz. Ona sımsıkı sarıldığınız, doyduğunuz fakat tam sarılırken gözünüzün iliştiği heyecanlı uzaklardan… Dağların ortasından her zaman çıkan güneş ve yine dağların arasından şırıl şırıl akan dereler… Derelerinizin üzerine bir de köprüler kurduysanız ne şahane. Çok sorular soruyoruz. Kendimizi çok veriyoruz. Ama aslında hiçbir cevap vermiyoruz.
Tam da burada Ursula Le Guin akıllara gelir; gelmelidir. Yetişkinliği bir kayıptan ziyade hiç terk etmediğimiz çocukluk ile hayatta kalma başarısı olarak ele alır usta yazar. Çocukluk ölmez, aksine büyür, gelişir ve daha çok canavarlaşır. Keşfeder; keşfetmenin endişesi, bu büyüklük halinin kabından taştığı ve kenarı köşeyi doldurduğu, çevrelediği ve üzerine yapıştığı noktada ortadan kalkar. Kendiliğin içinden geçmeye başlar. Öteki Rüzgar’ı okuyanlar bilir: Öteki Rüzgar’ı okuyanlar bilir: Sonluluk çocukların özgürce koştuğu, her ne kadar sınırları belli olsa da hatırlamadıkları bir yolculuktur. Tehanu’yu okuyanlar yine bilir: Keşfetmek hüzünlü ama durulması gereken bir liman gibidir. Çocukluğumuz orada en güzel haliyle yıkanır, mis gibi kokar. Joachim Trier’in son işi Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World / Verdens verste menneske) durduğumuz ve yeniden başlamanın verdiği heyecanla koşturduğumuz, bizden gayrı her şeyin ve herkesin geride kaldığı, kalmak zorunda olduğu, kendimizle büyük bir sohbet gibi. Yönetmenin sineması için ‘‘üçlemenin bilmem kaçıncı halkası’’ diye girmeyeceğiz yazıya. Zaten onu her yerde gördünüz, okudunuz 🙂 Trier’in marifeti doğaüstü olan ile salt gerçekliğin ürkütücü biçimde birbiriyle iç içe geçmesinde dolaşıyor. Hayatın olağan akışında tezatlara yer bırakmayan ahlaki çöküntü yerini gelmekte olan bir hayaletin gülüşüne bırakıyor. Ve siz o bütün ‘acabaları’ büyük bir misafirperverlikle karşılıyorsunuz.
Ne biliyoruz?
Kaç kadeh kırıldı minnoş gönlümde? Ebeveynlik mi, istikrarlı bir ortaklık mı, yoksa kariyer mi? Yönetmen Trier’in prolog ve epilog dışında 12 bölüm içinde anlattığı Julie’nin (Renate Reinsve) hikayesi, 20’lerinde ışıl ışıl bir başlangıç yapıyor ve 30. yaş gününde karakterin 20’lerinde gelen hiçbir şeyi olmadan sona eriyor. Klasik bir erkek karakter anlatısında ısrarla tekrar eden bağlılıklar, şişirme dramalar ya da bir şeylerle el sıkışan ve anlaşan erkeklerin aksine karakterin hikayesi metropolde yaşayan, denemekte ısrarcı ve bizi harekete geçiren arzular üzerine yol alıyor. Hikayenin bu denli popüler bir şeye dönüşmesinde ise bir an için Julie’yi savunmasız, kırılgan ya da kusurlu bir insan olarak görmenin ötesinde 20’lerinde olan her insanın korkularından biri olan ‘kararlarım için pişman olacak mıyım’ın yoğun endişesi yatıyor. Endişeler ve beraberinde gelen bilinmezler içimizde büyüyeceğine dışarılara taşsın, kendi yolunu bulsun diyen karakter bir ayrılık draması yaşamak yerine izleyiciyle sırt sırta mesafeleniyor ve hayatıyla ne yapmak istediğinden aslında gayet emin bir karakter önünüze seriliyor. Zihni bedenden daha değerli bulduğunu dile getiren genç Julie’nin zamanının ötesine geçen öyküsü geleneksel o çok bildiğimiz ayrılık anlatısındaki drama külliyatını çok gerçek olan bir yerden, lafı dolandırmadan tatlı, nazik ve zaman zaman komik bir samimiyetle sunuyor.
Niye biliyoruz?
Hiçbir şey aynı kalmıyor. Köşedeki bakkal, o bakkala sepet indiren teyze, teyzeyi telefonun diğer ucunda bekleyen diğer teyze. Şehirler değişiyor, dönüşüyor. Üstlerine kat çıkıyor ya da altlarından katlar yükseliyor. Büyüyor, küçülüyor. Tekrara düşüyor, taşıtların sesinde kayboluyor. Bir ‘oh’ çekiyor. Uyuyor ve uyanıyor. Yönetmen Trier bu tekrara düşen, açık bir pencere gibi duran ama algoritması epey karmaşık sosyal yaşantıyı, taşları, rüzgarda dans eden perdeleri, ansızın düşen saksıları ya da kendine bir gedik bulmaya çalışan yaprakları muazzam takip eden bir isim. Burada kastettiğim organik bir yapıyı takip etmenin, değişimi, dönüşümü iyi okumanın ötesinde her durumun ve bu durumlar içinde doğmaya başlayan yeni durumcukların nerede ve nasıl var olacağına ilişkin bir önsezi. Bir vazo masanın kenarında kıyısında dans ediyorsa o vazonun masayla ilişkisi bitmeye yakın, zeminle ilişkisi yeni başlamak üzeredir. Peki zeminle olan bu ilişki nasıl olurdu, parçalara nasıl bir şeylere dönüşür ya da kime göz kırpardı? Trier’in üçlemenin ilk filmi Reprise (2006) ile selam vermesinin üzerinden 14 yıl geçti. Delilik! Geçen bu sürede mesafeyi beş yıl kadar kısaltan Oslo, 31. August (2011) perdenin arkasından göz kırptı. Derken üçleme 2021 yapımı The Worst Person in the World ile tamamlandı. Yönetmen için geçen her zaman dilimi aslında bir rahatlama anına dönüştü. Kendisi yaş alırken hikayelerine konu olan Oslo da yaş aldı. Bu ikili, zamanla birbirini tanıyan iki tanışığa dönüşüverdi. Oyuncu Anders Danielsen Lie ise bir nevi kendi yolculuğunu yaşıyordu. Yönetmenin filmin bir basın söyleşisinde aktardığına göre aslında üçlemenin hiç de planlanan bir şey olmadığı ama bir şekilde birbirlerine seslenen bir forma girdiğini öğreniyoruz. Hepsinin aynı evrende yaşayabileceği bir aralık. Şimdi geri dönün ve Julie’nin büyüme hikayesinin içine bu üç filmin kaçtığını düşünün.
Bir yıldız doğuyor.
Yetişkinler için yetişkinlerin görebileceği, duyabileceği, dokunabileceği bir yetişkin filmi nasıl olurdu?
Serinin diğer iki filmini birer defa izlememe rağmen son filmi, çok kısa bir periyotta üç defa izledim. Bir dördüncüyü daha izlemem olası. Ama bu defa son filmden başlayarak geriye doğru bir akış içinde. Bu metni yazarken Oslo’nun nüfusuna bakıyorum. Oslo’da bu süre zarfında neler değişti? Maksadım şehrin, demografinin, kültürel faaliyetlerin çokça sirayet ettiği bir öyküyü hakkını yemeden gözlemleyebilmek. Anlatıcıların düşün dünyasına girmekten ziyade amacım belleklerine bir nebze de olsa sızabilmek. İlk filmden bu yana Oslo’da nüfus bir hayli artmış. Şimdi tepeden şehre bakan Julie ile bir başlangıcın pekala bir son olacağı izlenimiyle bir şeylere bakıyorum.
Kastettiğim burada kesinlikle filmin hikayeyi nasıl kurguladığı değil. Dünya gittikçe küçülüyor. Birisi olmak, birisi olmayı düşünmenin ne denli zor olduğu, daha doğrusu meritokrasinin bireylerin önüne geçtiği bir düzlemin içindeyiz. Bunu elbette Julie gibi durdurmak mümkün 🙂 Keşke! Yönetmen ile son filme dair yapılan söyleşilere, köşe yazılarına ya da eleştirilere baktığımda özellikle o meşhur sahnenin aslında bir efekt değil gerçek zamanlı bir çekim olduğunu söylediğini görüyoruz. Herkesin donup kaldığı o sahnenin büyüleyici ve oyunbaz olmasının ötesinde fevkalade bir eleştirisi, daha doğru tanımla tatlı bir mizahı olduğu unutulmamalıdır. Meritokrasinin önüne belki de böyle geçilebilir, kim bilir? Julie’nin koşarken etrafına attığı neşesini düşünün. Polislerin tüm hayatı, tüm trafiği durduğunu, dondurduğunu ya da bir rüzgarın aranızdan sadece sızıp geçtiği kesintisiz bir anı düşleyin. Bu bölümün ara başlığını “Bir yıldız doğuyor” koymuştuk. Gerçekten öyle. Bütün bunları içine alan ve bu karmaşadan her anında, dokunduğu her köşede iz bırakan bir oyuncudan daha başka nasıl bahsedebiliriz!