
Öfke ve dayanışmayla: Edebiyattan sinemaya uzanan Women Talking’in anlattıkları
Miriam Toews, 2018 tarihli “Women Talking” romanı ile belki de daha önce adını bile duymadığımız bir kültürün kadınlarıyla tanıştırdı bizi. Yabancı olduğumuz, adını ve geleneklerini bilmediğimiz bir kültürdü bu evet ama kadınların yaşadıkları, mecbur bırakıldıkları ve hissettikleri maalesef tanıdıktı. Yaşanmış olaylardan ve “dişi hayal gücünden” ilhamla yazılmış bu roman, kadın olmanın zorluklarının coğrafyadan, kültürlerden bağımsız olmadığını ve kadın dayanışmasının ne kadar cesaret verici olduğunu hatırlatan, sarsıcı bir anlatı.
Kurgusunu gerçeklikten ödünç alan bu kitap, yakın zamanda beyazperdeye gelmek için de gün sayıyor. Aynı isimle izleyeceğimiz film, kitabı henüz okumayanların ve bu etkileyici hikayenin detaylarını bilmeyenlerin bile dikkatini çekecek bir kadroya sahip. Yönetmen koltuğunda Sarah Polley’i gördüğümüz Women Talking; Rooney Mara, Claire Foy, Jessie Buckley, Ben Whishaw ve Frances McDormand’i bir araya getiriyor ve kalp atışlarımızı hızlandırıyor. Yakın zamanda Toronto Uluslararası Film Festivali’nde (TIFF) prömiyeri yapılan film, Amerika’da bu yılın sonunda vizyona girecek. Biz filmi izlemek için biraz daha bekleyeceğiz ancak bu da kitabı okumak için epey vaktimiz var demek! Kitabın, yarattığı o tarifi zor hisler, filmde de bizi yakalamayı başaracak mı bekleyip göreceğiz…
Gitmek mi kalmak mı? Kalacaksak ne yapmalı; gideceksek nereye gitmeli, yanımızda kimleri götürmeli?
Susmak mı yoksa konuşmak mı? Konuşacaksak, her şey tüm gerçekliğiyle anlatılmalı mı?
Hangisi mümkün ya da hepsi mümkün mü?
Miriam Toews imzalı Women Talking’i okurken aklınızda canlanan sorular bunlar. Herhangi bir durumda bile bu sorulara bir cevap bulmak çok zor ancak okuduğumuz hikaye bu soruları daha da zorlaştırıyor. Women Talking, zor soruları olan ancak hepsine cevap bulmak gibi gereksiz bir çabaya girmeyen bir kitap.

Miriam Toews
Kitap, “gerçeklere ve ‘dişi hayal gücüne’ dayanarak, kadınların yaşadıklarını anlatan bir roman” olarak tanıtıyor kendini. Gerçekler kısmıyla başlayalım. 2005 ve 2009 yılları arasında, Bolivya’da “Mennonit” topluluğunun parçası olan 130’dan fazla kadının, erkekler tarafından uyuşturulduğu ve tecavüze uğradığı ortaya çıkıyor. Kendisi de Mennonite kültürüyle büyüyen yazar Miriam Toews, yaşananlardan hareketle kadınların konuşmalarına kulak vererek kadınların yaşadıklarını anlatmaya karar veriyor.
Dişi hayal gücü kısmı ise aslında bir gönderme…
Bolivya’dayız, izole bir yaşam süren ve muhafazakarlıklarıyla bilinen “Mennonit” kolonisinin bir parçası olan pek çok kadın ve kız çocuğu sabahları acılar içinde uyanıyor. Kadınların yara almış vücutları ve fiziksel olarak kendini iyiden iyiye belli eden bu hasarların nedenleri merak edilirken bu dindar kabileden ilk olarak, saldırıların “şeytan işi” olduğu yorumu geliyor. Şeytan iși olduğuna inanan bir başka grup daha var, ama onlar suçu sadece şeytana atıp “kolaya kaçmıyor”, kadınların günahları yüzünden tanrı ya da şeytan tarafından cezalandırıldıklarını düşünüyor. Suç, her koşulda kadınlarda yani… Biraz daha ileri gidip olayların tüm sorumluluğunu kadınlara yıkan erkekler de var toplulukta. Bir grup erkek, kadınların yalan söylediklerini ve tüm bunların “dişi hayal gücünün” bir ürünü olduğunu söylüyor.
Ancak çok geçmeden kadınların yaşadıklarının ne şeytanın, ne tanrının suçu olmadığı ortaya çıkıyor. Tüm bu olaylar “dişil hayal gücünün” de bir ürünü değildi ve elbette kadınlar yalan söylemiyordu. Kadınların, kolonilerinde erkekler tarafından sistematik olarak ilaçlarla uyuşturulduğu ve tecavüze uğradıkları ortaya çıktı. Yine kitaptan öğrendik ki suçlu erkekler 2011 yılında hapis cezasına çarptılsa da benzer saldırılar ve cinsel istismarlar devam etmiş.

Manitoba, Bolivia
Women Talking, kadınları merkeze alan bir kitap olmasına rağmen hikayenin anlatıcısı August Epp isimli bir erkek. Ancak kolonin geleneksel erkek tipinden farklı biri. Ve bu anlatıcı olma halinin, kadınların söylediklerinin ve seslerinin önüne geçmediğinin altını çizelim. Hatta bir süre sonra fark ediyoruz ki, kadınların toplantılarının notlarını tutan August bu hikayede kadınlar için çok da “elzem” bir karakter değil. Zira kadınlar okuma yazma bilmiyor, dolayısıyla bu notlar onlar için çok da gerekli değil. Kadınlar, intiharın eşliğinde olan August’a kendisini oyalayacağı bir fırsat sunuyorlar aslında. Zaten sonunda, zamanla kendi hikayelerini yazacaklarını da görüyoruz. Birkaç ay önce, Milliyet Sanat için söyleşi yaptığım Miriam Toews’a kadın merkezli bu hikayedeki August Epp’i sorduğumda, karakteri babasından ilham alarak yarattığını ve karakterin topluluklarının geleneksel Mennonite erkeklerinden çok farklı olduğunu belirtmiş, “August’un kadınları dinlemek ve kadınlardan bir şeyler öğrenmek için zemin oluşturmasını istediğini ve bu itaatkar rolün kolonideki rollerin tersine çevrilmesini temsil ettiğini” söylemişti.
Women Talking anlattıkları nedeniyle okuması zor bir kitap olsa da Toews, karakterlerini sık sık mizah sosuna bulamaktan da çekinmiyor. Bir yandan tarifi zor acılar ve travmalar okuyoruz ancak dengeli mizahi ögelerle bu acılarla “başa çıkıyoruz” hissi geliyor okurken. Bu arada biraz önce bahsettiğim söyleşiden bir bilgi daha. Bu kitabı yazma süreci, Toews’in hayatının en zor zamanları olmuş. Hatta sonlara doğru felç ya da kalp krizi geçireceğinden korkmuş, yazarken sık sık aspirin almış. “Kafamdaki kanın hızlandığını hissedebiliyordum ve nefesim daralıyordu. Kitabı bitirmem gerektiğini biliyordum. Bu duyguların gerçekten Bolivya’daki kadınlara ve tabii ki dünyanın her yerindeki ataerkil şiddet mağdurlarına ait olduğunu biliyoruz,” diyerek süreci anlatmıştı.
Ve gelelim, bu kitabı yeniden raflarda öne almamıza vesile olan habere.
Women Talking kitapla aynı isimli bir film uyarlaması olarak karşımıza çıkacak. Film, kitabı henüz okumayanların ve bu etkileyici hikayenin detaylarını bilmeyenleri bile dikkatini çekecek bir kadroya sahip.
Rooney Mara, Claire Foy, Jessie Buckley, Ben Whishaw ve Oscar ödüllü Frances McDormand’i bir araya getiren ve kalp atışlarımızı artıran bir kadro var karşımızda. Yönetmen koltuğunda ise kariyer yolculuğuna oyunculukla başladıktan sonra rotasını yönetmenliğe çeviren Sarah Polley’i görüyoruz. Aynı zamanda senaryoda da imzası bulunan Polley için bu filmin başka br önemi daha var. Women Talking, yönetmenin 10 yıl aradan sonra tamamladığı ilk uzun metrajlısı olacak.
Women Talking, prömiyerini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde (TIFF) yaptı, bir sonraki rotası is Londra olacak. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen prömiyerde, ekip kırmızı halıda like’lamaya doyamadığımız fotoğraflar verirken film ve rolleriyle ilgili düşüncelerini de paylaştılar. Oyuncu August Winter, cinsel şiddetten hayatta kalmış rolleri üstlenmenin korunmasız olduğunu ancak sette çok güvenli bir ortam yaratıldığını söylerken, yönetmen Polley ise hazırlık sürecinde okuduğu kitabın, “şimdiye kadar yaşadığım en yoğun okuma deneyimlerinden biriydi” diyere anlatıyordu.
Filmin kadınların toplantılarını yaptığı, klostrofobik etkisi bol tek bir mekanda geçtiğini öğrendik gelen ilk yorumlardan. Bu arada kulağımıza gelen bilgilere göre kitapta etkisini sıklıkla hissettiğimiz mizahi ögelere filmde de rastlayacağız. Frances McDormand, ekiple katıldığı bir söyleşide yönetmen Sarah Polley ve yazar Miriam Toews arasındaki bu fikir birliğini şöyle anlatarak bize ipucu veriyor: “Sarah, henüz yolun başındayken Miriam’a, ‘Ne istiyorsun? Bana direktifini verir misin?’ diye sorduğunda, ‘Kadınların inancını ve mizah anlayışını hatırla’ cevabını aldı. Evet, doğru. Çünkü sadece çamaşır yıkamazsın, kendini ayakta tutacak, hayata tutunacak bir şeylere ihtiyacın var.”
Kitabın ve filmin isminin ne kadar güçlü olduğuna yeterince dikkat ediyor muyuz, emin olamıyorum. Basit, olayın özünü anlatan, hatta klişeye kaçan ya da dikkat çekmeyen bir isim gibi gelebilir Women Talking yani Konuşan Kadınlar. Ancak kadınların uğradıkları haksızlıklar ve maruz bırakıldıkları karşısında konuş(a)mamalarının sonuçlarını düşündükçe anlamı daha da güçleniyor.
Dünyanın dört bir yanındaki kadınlar özgürlük, eşitlik ve yaşam mücadelelerine devam ediyor. İdeal ve güvenli olmayan bir topluluktan ayrılmalı mı, ne zaman kalmak ya da gitmek gerekir; geri dönülür mü, nasıl mücadele etmek gerekir, sorularına odaklanan kitap elbette bu sorulara cevap vermiyor. Sadece ne olursa olsun dayanışmanın ve konuşmanın cesaret verici yönünü hatırlatıyor. Tıpkı birkaç yıl önce bir parçası olduğu toplulukta kadınların uğradığı saldırıları kitaplaştıran Toews; bugün İran’da şeriat ve gericiliğe karşı mücadele eden, sokaklarda “Kadın, yaşam, özgürlük” sloganları atıp saçlarını kesen kadınlar ya da şu anda bile çeşitli mücadeleler veren tüm kadınlar gibi.
Women Talking filmini beklerken tüm bildiklerimiz, hissettiklerimiz böyle. Miriam Toews, kitabın, okuyan herkesi sevgi, öfke ve dayanışmaya yönlendirmesini dilemişti. Okur olarak bu hislerin bana geçtiğini söyleyebilirim. Bakalım, beyaz perde uyarlamasında neler göreceğiz…