
Yalan dünya, her şey bomboş: David Fincher yeni filmi Mank üzerinden bir Hollywood taşlamasına girişiyor
Kendisi Mindhunter’la ağzımıza bal çalsa da, altı yıldır David Fincher sinemasına hasretiz. Neyse ki bu hasretimiz sonunda bitiyor ve mütevazı dahimiz 4 Aralık’ta, birçok açıdan şimdiye kadarki en cesur projesi olan Mank’le Netflix’te izleyicisiyle buluşmaya hazırlanıyor. Filmin senaryosu Fincher’ın babası, gazeteci Jack Fincher’a ait. Aslında yıllar önce sinemaya uyarlamak istenilen Mank; siyah-beyazdaki ısrarı, uzunluğu ve konusu sebebiyle prodüktörlerin yanına yanaşmadığı bir proje olarak kalmış. Netflix ise Roma’nın başarısının da etkisiyle Fincher’ın bu tutkusuna yeşil ışık yakmaya ve yönetmene istediği bütçeyi vermeye karar vermiş. Bu sebeple de daha önce izlemediğimiz tarzda, belki biraz daha deneysel ve birçok açıdan da cesur bir filmle karşı karşıyayız. David Fincher yeni filmi Mank
Mank, sinema tarihinin en iyi filmlerinden sayılan Citizen Kane’in senaristi Herman J. Mankiewicz’in filmin senaryosunu yazma sürecini anlatıyor. 1940’larda hem kırık bacağının iyileşmesi, hem de alkolizmden kurtulması amacıyla Kaliforniya’da bir çiftlik evine kapanıyor Mankiewicz, ya da nam-ı diğer Mank. Bu rehabilitasyon süreci öyle sandığımız gibi güllük gülistanlık, huzur dolu bir dinlence değil. Aksine o zamandan şanı yürüyen efsanevi yönetmen Orson Welles için bir senaryo yazma süreci var önünde. İlk etapta 90 gün sandığı süreyi Welles bir telefon konuşmasıyla 30 gün kısaltınca, Mank’in şimdiye kadar yazdığı en iddialı eser için yalnızca 60 günü kalıyor. Evdeki yardımcısı Fraulein Freda ve senaryoyu daktilosunda yazan Rita’yla beraber Mank’in zihninde bir yolculuğa çıkıyoruz. Hollywood’da yaşadıklarını çoklu flashback’ler üzerinden izleten Fincher, aslında hem sinema sektörüne hem de günümüze dair birçok tespitte bulunuyor. O zamanın olayları üzerinden Mank, Hollywood ekosistemini ve tüm yozlaşmışlığını yüzümüze vuruyor. Bugün Mank’e ve Fincher’ın saman altından su yürüten sinemasına dadanıyoruz.
Mank’in Citizen Kane’i yaratım sürecinde flashback’lerin bu kadar sık gösterilmesinin sebebi, aslında senaristin Hollywood’da yaşadıklarının yazma sürecine ne denli etki ettiğini göstermek. Filmin keyfini çıkarmak için derin bir Citizen Kane bilgisine ya da o döneme aşina olmaya gerek yok. Ama bazı detayları bildiğimizde filmin mesajının daha net geçtiğini de eklemeliyiz. Bu açıdan bir de filmde adı geçen karakterlere ve o dönemde Amerika’da yaşananlara bakmak faydalı olabilir.
İlk olarak filme adını veren Mankiewicz’ten başlayalım. Kendisi The New York Times ve The New Yorker’daki tiyatro yazılarıyla tanınan ve oldukça beğenilen bir yazar. Hatta o dönemde kendisi için ‘New York’un en komik adamı’ denilirmiş. Almanya’dan göçmüş bir Yahudi ailesinden gelen Mank’in filmleri, Goebbels’in emriyle Nazi Almanyasında yasaklanmış. Ancak jenerikten kendi adı çıkarılırsa filmler vizyona girebiliyormuş. Burada da aynı dönemde Hollywood’da da senaristlerin önemsenmediğini, hatta onlara genelde kredi verilmediğini ekleyelim. Hatta Welles de Mank’in bu senaryoyu herhangi bir kredi talep etmeden yazması üzerine anlaşıyor. Sonra durum değişiyor tabii. Ama o zamanlar senaristlere teknik adam gözüyle bakılıyor ve eserin üzerinde pek de bir hakları olmadığı düşünülüyor. Sesli filmlere yeni geçilmesinin, filme yalnızca yönetmenin elinden çıkan bir eser olarak bakılmasının da etkisi büyük. Hatta filmde senaristlerden bahsedilirken “sadece bir yazar” ifadesi kullanılıyor.
Başta depresif, kendine saygısı olmayan, bitik bir halde gördüğümüz Mank’i flashback’lerle tanıma fırsatı buluyoruz ve çok daha genç, sağlıklı ve mutlu olduğu dönemlere gidiyoruz. Mank bir şekilde Hollywood dünyasına adım atıyor ve kendi değerleriyle çelişen açgözlü ve yozlaşmış bir ortamın içinde yavaş yavaş delirmeye başlıyor. Pauline Kael’in 1971 yılında yazdığı “Raising Kane” makalesinde de detaylı incelediği gibi, Citizen Kane senaryosu Mank’in medya patronu William Randolph Hearst’le olan ilişkisinden fazlaca esinli. Yani Kane karakteri Hearst’ün ta kendisi. Filmde görüyoruz ki Mank, Hearst’ün San Simeon’daki evinde bolca zaman geçirmiş, sık sık yemeklere ve partilere katılmış. Hatta Mank’in bir bağ kurduğu ama sonradan acımasız davrandığı aktris Marion Davies de çok rahatsız edici Susan Alexander karakterine ilham vermiş. Artık gücünü yitirmekte olan medya patronu Hearst, Citizen Kane’in seyirciyle buluşmaması için elinden geleni yapsa da film hiç unutulmamak üzere tarihe kazınmış.
Citizen Kane ve yapım sürecini anlatan sayısız film, yazı ve belgesel varken Fincher’ın bu dönemde bu mevzuyu senarist Mank üzerinden anlatmayı seçmesi de ilginç. Sinema endüstrisini olduğu kadar medyanın nasıl politikayla içli dışlı olduğunu da izliyoruz çünkü. Film, 1934 yılındaki Kaliforniya’daki valilik seçimlerine de bolca zaman ayırıyor. Hollywood sosyetesinin muhafazakarlığını ve Cumhuriyetçi aday Frank Merriam’ı desteklemek için sosyalist Upton Sinclair’e karşı nasıl bir karalama kampanyası yürüttüklerini anlatıyor. Yalnızca Mank’in gözünden değil, objektif bir şekilde biraz güç ve para için her şeyi yapabilecek bir grup insanı ve seçimlere olan etkilerini izliyoruz. Dünyanın gidişatı pek umurlarında değil. Hatta Hitler’in sanıldığı kadar kötü biri olmadığını söylemeye kadar getiriyorlar işi. Mank onlara yapılan tüm kötülükleri hatırlatsa da, pek oralı olmuyorular. Fincher bize o zamanın aktivist sandığımız figürlerinin ne denli gerçekten kopuk olduğunu göstererek aslında günümüzde özgürlükçü sandığımız grupları sorgulatmak istiyor olabilir mi?
Hollywood’un acımasız zincirini de anlatıyor film. Medya patronlarının yönetmene, yönetmenin de senariste baskı kurmasını izliyoruz. Yavaş yavaş tüm gördükleri Mank’i ideallerini yitirmiş kırgın ve mutsuz bir adama dönüştürüyor. Yazdığı bu tokat gibi eleştirel metinden sonra bir daha senaryo yazmıyor, kısa bir süre sonra da alkol sebebiyle hayatını kaybediyor. Filmin yapısı bize Citizen Kane’in senaryosunun ne kadar Mank’in hayatından esinlendiğini gösteriyor. Burada da Mank senaryo üzerinde hak iddia ettiğinde onu daha da destekliyoruz. Aslında ondan ruhunu çalan bir endüstride kendi hayatı üzerinde hak iddia etmiş oluyor. Ona filmdeki herkes senaryosunu basitleştirmesini, film seyircisinden fazla beklentiye girmemesini söylese de o başının dikine gidiyor. İyi ki de gidiyor. Tüm bu endüstrinin iyi bir şeyler yapmak, yeni bir eser yaratmak isteyenlere tavrının çok da değişmediğini görüyoruz. Burada da Fincher belki de Hollywood’un hiçbir zaman kaliteyi hedeflemediğini, her zaman olduğu gibi şimdi de kar peşinde koştuğunu söylüyor olabilir.
Bir de Fincher, Hollywood’da başarılı olmak, saygı görmek için otoriter ve despot olmanın her daim işlediğini de anlatıyor. 24 yaşındaki tiyatro yönetmeni Orson Welles’e her filmi yapabileceği, yaratıcılığını istediği şekilde kullanacağı bir otonomi verilirken Mank’in yaratım sürecinde ne tip bir baskı altında olduğunun altı çiziliyor. Welles’in neredeyse hiçbir katkısı olmasa da filmin senaryosu ikisine de aitmiş gibi yansıtılıyor. Welles hâlâ efsane statüsünü korurken Mank için böyle bir durum söz konusu değil. Bu film de Fincher’in senariste hak ettiği değeri vermesi gibi görülebilir. Ama aynı zamanda da Mank’in hikayesiyle Fincher, idealleri olan, kendi hikayesini, kendi yöntemleriyle anlatmayı seçen ve tüm aptallık ithamlarına rağmen seyircisini hafife almayan kişilerin hikayesini anlatmış oluyor. Aynı zamanda da yönetmenin herkesin üstünde bir figür olduğu klişesini red ediyor. Hatta hâlâ gölgesi üstümüzde olan çeşitli figürlerin toksik yönlerinin unutulmaması gerektiğini de belirtiyor.
Fincher bazılarının söylediği gibi eski Hollywood’u kesinlikle romantize etmiyor. Hatta bu dönemi tekrar gündeme getirerek kemikleşmiş sorunlarını gün yüzüne çıkarıyor. Aslında Mank, Citizen Kane’le çokça benzeşen sert ve eleştirel bir metin. Bize her anlamıyla kameranın arkasına bakmamızı söylüyor. Hem kamera arkasındaki kişilere odaklanmak anlamında, hem de tüm bu medya sirkinin her daim farkında olmak anlamında. Gerçek ile yalanların düzenli bir savaş halinde olduğu günümüzde Fincher, seyircisini ciddiye almaktan ve onlara biraz da zor bir metin sunmaktan korkmuyor. Bu tavrıyla da seyircisine soruyor: Size kötü şeyleri, ama doğruları söyleyeni mi ciddiye alıyorsunuz, yoksa eğlenceli yalanları mı? Mank, gerçek sonrası çağda tarafımızı seçme zamanının gelip çattığını bizi bu ikilemde bırakarak hatırlatıyor.
David Fincher yeni filmi Mank David Fincher yeni filmi Mank David Fincher yeni filmi Mank