Yaratım sürecinde geçen tüm boş zamanlara övgü: The Beatles – Get Back incelemesi

İmkansız görünen bir görevin peşinde dört genç adam, kısıtlı bir zaman, bolca kafa karışıklığı ve Peter Jackson’dan etkileyici bir üçleme… Hayır, bu kez Yüzüklerin Efendisi’nden değil, The Beatles: Get Back belgeselinden bahsediyoruz. Ancak takdir edersiniz ki, aradaki benzerlikleri vurgulamadan edemedik. Peter Jackson’ın The Beatles’ı odağına alan üç bölümlük mini dizisi toplamda sekiz saate ulaşan bir aşk mektubu olarak da görülebilir. Zira Jackson, grubun 60 saatlik görüntülerini ve 150 saatlik ses kayıtlarını gerçek bir titizlikle tarayıp ortaya süresine rağmen kendini soluksuz izleten bir belgesel çıkarmış. The Beatles’ın sevenleri için grup üyelerini en doğal ve kırılgan hallerinde görme fırsatı olan mini dizi, grubun hayranı olmayanlar için de yaratım sürecine dair ilginç bir bakış açısı sunuyor. 

Get Back, The Beatles üyelerini birlikte geçirdikleri kariyerlerinin en zorlu zamanlardan birinde ziyaret ediyor. 1969 yılının Ocak ayında, çok sevdikleri menajerleri Brian Epstein’i kaybetmelerinin üzerinden 15 ay geçmiş. 1966 yılında hem güvenlikle ilgili yaşadıkları sorunlar hem de heveslerini yitirdikleri için ara verdikleri turne sürecinden sonra, tekrar bir konser yapma ihtimali onları bir araya getiriyor. Twickenham Stüdyoları’nda buluşan efsanevi dörtlünün kafası oldukça karışık. Aralarında bazı gerginlikler olduğu da apaçık. Ancak birlikte bir albüm ve muhtemel bir konser yapma fikri onları bir kez daha bir grup olmaya itiyor ve yıllarca merak edilen ve üzerine çokça fikir üretilen dinamikleri tekrar ortaya çıkıyor. Bu sırada da daha sonra Let it Be albümüne ve filmine dönüşecek görüntüler ve şarkılar kaydediliyor. The Beatles’a, Get Back’e ve yaratım sürecinin tüm zorluklarına dadanıyoruz. 

Peter Jackson’ın ilk etapta 150 dakikalık bir sinema filmi olarak planladığı Get Back, pandemi sebebiyle vizyon şansı bulamıyor ve yönetmen nasıl olduysa Disney+ yöneticilerini sekiz saatlik bir dizi yapma fikrine ikna etmeyi başarıyor. Her ne kadar 150 dakikalık versiyonun çok daha fazla kişiye ulaşabileceğini düşünsek de bu uzun versiyonda da daha önce hiç görme fırsatı bulmadığımız, son kurguda yer verilmeyen detaylar yer alıyor. Aslında süreye dair bu karar, belgeselin tüm tonunu değiştirmiş de diyebiliriz. Daha önce yalnızca sonuçlarına tanık olduğumuz The Beatles birlikteliğinin kamera arkasına olduğu kadar, üretim süreçlerine ve onları bir araya getirip ayıran dengelere tanık oluyoruz. Bir yandan da bir sanatçının ortaya çıkardığı her eserin etrafındaki o iç kıyan, yorucu süreci de açık açık görmüş oluyoruz. 

İlk etapta bir albüm kaydetmek ve canlı bir konsere hazırlanmak için Twickenham Stüdyoları’nda buluşan dörtlünün hem konserin konseptine ve mekanına karar vermek hem de tüm şarkıları besteleyip hazır hale getirmek için birkaç haftası var. Önceden kararlaştırdıkları ve hepsinin programlarına uyan tek zaman dilimi bu olduğu için acilen ilham bulmaları gerekiyor. Fikirler gelip gidiyor, ama ne yapacaklarına tam olarak karar veremiyorlar bir türlü. Uzun zamandır bir araya gelmemiş olmalarının verdiği körelme, ilham perilerinin gecikmesi(!) ve zaman darlığı hepsini geriyor tabii. Paul bazen oldukça kontrolcü olabilirken John’un genelde kafası karışık olduğunu görüyoruz. Ringo sakince işini yapıp fazla sesini çıkarmıyor. George ise John ve Paul tarafından mütemadiyen aşağılanmaktan sıkılıyor ve stüdyo zamanının ilk günlerinde gruptan ayrılıyor. Paul ve John bu konuyu kameralardan uzak konuşmaya gidiyorlar, ama gizlice yerleştirilmiş mikrofonlar sayesinde ikisinin de hatalarını kabul ettiklerini duyabiliyoruz. 

Birkaç günlük molanın ardından barışan The Beatles üyeleri kafalarındaki tarihi ileri atmaya ve bu kez Apple Stüdyoları’na taşınmaya karar veriyorlar. Her gün sabahtan buluşuyor, bir araya geliyor ve ilhamın gelmesini bekliyorlar, birlikte deniyor ve yanılıyorlar. Tekrar bir grup olmayı öğreniyorlar sanki. Her ne kadar yer yer hepsi (tabii Ringo dışında) biraz lider sendromuna girip kabalaşabilse de, aslında birlikte oyun oynayan çocuklar gibi görünüyorlar bir yandan da. Mütemadiyen ellerindeki enstrümanlarıyla melodiler, sözler ve fikirler arasında gidip geliyor ve tüm strese rağmen çok eğleniyorlar. Hem onları bu denli efsane bir grup yapan detayları, hem de kaçınılmaz ayrılıklarının ilk ipuçlarını görüyoruz biz de.

Get Back, adının gereğini yapıyor ve her şeyiyle anlattığı zamana gidiyor. Çoğu belgeselde alışık olduğumuzun aksine herhangi bir yorum veya o stüdyoda geçmeyen konuşmaya ya da şimdiki zamandan bir bakışa yer vermiyor. Buluntu görüntülerle nasıl şahaneler yartılabileceğinin ve kurgunun öneminin de bir göstergesi tüm bunlar. Bir yandan da tam olarak neyi izlediğimizi, neye dikkatimizi vermemiz gerektiğini de sorguluyoruz. Bazen her şeyi görebilen bir gözlemci gibi hissetsek de, nelerin dışarda bırakıldığını ve seçilen görüntülerin neden seçildiğini merak etmeden duramıyoruz. 

Belgeselin içinde çekilen bir belgesel daha var. Michael Lindsay-Hogg daha sonradan Let It Be olarak 1970 yılında, yani grubun dağılmasının ardından yayınlanacak ve pek de sevilmeyecek olan belgeseli çekiyor o sırada. Aslında Jackson bu belgeseli bir nevi geri dönüştürüyor. O belgeseldeki soğukluğun aksine bu kurguda çok daha neşeli ve oyuncu bir hava var. Hem zamansal açıdan hem de karakterlerinin göstermeyi seçtiği hallerinden kaynaklanıyor bu. Bu arada bir noktada Jackson’ın Disney+ ile başı belaya girer gibi olmuş: Grup üyelerinin küfür ettiği sahneleri tıraşlayın gibisinden bir yorum gelmiş Disney+ tarafından. Disney’den bahsediyoruz yani neticede… Şaşırtmayan bir sansür. Neyse ki Paul McCartney girmiş araya: ”Bizi biz yapan bu ve kendi aramızda da böyle konuşuyorduk” diyerek olası müdahalelerin önüne geçiyor. Peter Jackson’ı da bir şekilde kurtarmış oluyor. Disney+’ın en küfürlü yapımı muhtemelen bu olabilir anlayacağınız. Tabii inanılmaz anlara da tanıklık ediyoruz. Paul provalar sırasında gitarıyla bazı melodiler denerken birkaç dakika içinde Get Back’i besteliyor mesela. Klavyede onlara eşlik eden Billy Preston’ın müziklerine nasıl bir etkisi olduğunu ve onunla kurdukları ilişkiyi izliyoruz. Ya da Peter Sellers ziyaretlerine gelip gerilip çıkıyor. Birçok şarkının son hallerine gelişini adım adım görebiliyoruz. 

Grubun çabaları meyve veriyor ve Apple Stüdyoları çatısında son konserleri olacak konseri vermeye karar veriyorlar. Stüdyodaki hallerinin aksine, performans sırasında oldukça dinamik ve mutlular. Sonunda hedeflerine ulaşabilmiş olmanın getirdiği mutluluk olabilir, bir grup olarak tekrar seyirciyle buluşmanın keyfi de. Londra halkı da durumdan pek hoşnut, onların da gruba dair fikirlerini dinleme şansı buluyoruz. Anlatı açısından onların performansları sırasında en tepede olmaları da çok anlamlı, çünkü onları her anlamıyla en iyi hissettiren de bu, onları hatırlamamız gereken hal de. 

Grubun yanında sıkça zaman geçirenler arasında sonradan McCartney soyadını alacak olan Linda Eastman ve Yoko Ono da var. Grubun dağılmasındaki rolü yıllardır sorgulanan Ono kendi halinde takılıyor, bir şeyler okuyor ve aslında genelde hiçbir şeye karışmadan John’un yanında oturuyor. Paul’ün bazen kıskandığı dostunu herkesin rahat bırakması gerektiğini, The Beatles’ı bırakmak isterse de bunu sorun etmeyeceğini dinlerken aslında birbirlerini ne kadar desteklediklerini fark ediyoruz. Dostunun yeni aşık olduğunu ve herkesin ona alan tanıması gerektiğini söylüyor ve grubun Yoko yanlarında oturduğu için dağılmasının kulağa ne kadar anlamsız geleceğini hatırlatıyor. Çünkü Paul yaşlandıklarında birlikte şarkı söyleyeceklerinden emin. Her ne kadar bu hayali gerçekleşmemiş olsa da biz de onları hâlâ bir yerlerde birlikte müzik yaparken hayal etmeyi seçiyoruz. Eğer hayal etmekte zorlanırsak da Get Back var neyse ki.