1964 Rum göçünün 50. yılında bir sergi: 20 Dolar 20 Kilo

Memleketin batı kısmının yakın tarihine aşina olanlar, Rum cemaatinin başına gelenlerden az çok haberdardırlar. Buraları terk etmiş olan Rum ahalisinin arkasında kalan o boş yapılar bakanı dehşete düşürür. Sokak arasında gördüğünüz bir Rum okulu veya Rum vakıf evi, o kadar kargaşanın arasında canınızı çok acıtmayabilir. Ama emin olun Gökçeada’nın o en güzel ve en büyük köylerinden (sadece Gökçeada’nın değil zamanında Türkiye’nin en büyük köyüymüş) Dereköy ya da Fethiye’deki Kaleköy bünyede daha derin bir etki yaratıyor. Benim şansım yaver gitti ve ikisinde de daha küçük yaşlarda, kafam siyasi mevzulara açılmadan önce bulundum. Hatta Kayaköy’de AIESEC’in Avrupa gençlik festivalinde bulunup, o hayalet şehri bir de parlak ışıkların altında, güzel müzikler eşliğinde izleme şansını elde ettim. Sonuç değişmedi: Hissettiğim sadece garip bir ürküntü ve geçmiş zaman hayali… Sokaklarda insanların dolaştığı, sevimli, renkli bir Güney kasabası hayali…

Bu ne yapacağımıza yıllardır karar veremediğimiz meskenler, memleketten zorla gönderilen Rum yurttaşların hayaleti… Malum, bu memleketten ellerinde olmayan nedenlerle ayrılan insanlar sadece Rumlar olmadılar. Fakat onların arkada bıraktıklarının hala gözümüze bu kadar batıyor olmasının sebebi gidiş tarihlerinin günümüze çok yakın olması: Tam 50 yıl. Türkiye ortalamasında bir insan ömründen daha kısa. Yani aramızda bir çokları hala o dönemi hatırlıyor olmalılar, çünkü yaşadılar…

Tabii her şey bir anda olmadı. Rumlar bir anda canları istediği için buraları terk etmediler. Tarihten bahsedecek olursak hikaye uzun ve aslında bir tarihçi olmadığım için benim için oldukça çetrefilli. ”Özet geç lan piç” diyenleri de tatmin etmek adına birkaç mihenk taşını paylaşmalı:

1923: Lozan Antlaşması ile Yunan ve Türk devletleri arasında nüfus mübadelesi gerçekleştiriliyor. Gökçeada, Bozcaada ve İstanbul’da yaşayan Rumlar dışında kalan vatandaşların Yunanistan’a Yunanistan’da yaşayan Türklerin ise Türkiye’ye gönderilmesine karar veriliyor. Geçmişten beri ülkenin yapımına katkısı bol olan insanların buradan gönderilmesi ve hatta kendi kıyı şehirlerine hiç benzemeyen karasal bölgelere yerleştirilmesi abesle iştigal. Aynısı bir anda kendisini denizin kenarında bulan Türkler için de geçerli…

Bu tarihten sonra elbette hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Rum vatandaşlar için durum giderek zorlaşıyor. Zaten sıkıntı Yunan uyruklu Rum kimliğinin Türk uyruklulardan ayrı bir kimlik olarak tanımlanması ile başlıyor. Zira Türk milliyetçiliğinden bahsettiğimiz her mevzuda andığımız Atatürk’ün ”Ne mutlu Türküm diyene” sözü Rumlar için o tarihten itibaren inandırıcılığını yitiriyor. Yanlış anlaşılmasın, diasporaya inanan Rumlar da olmuştur elbet. Turan’a inanan Türklerin de olduğu gibi… Ama işte her memlekette böyle insanlar var demek ki.

Sonra elbette 1942 tarihli Varlık Vergisi mevzusu var. Bunun ne demek olduğunu Salkım Hanımın Taneleri filmi sayesinde artık hepimiz biliyoruz.

Varlık Vergisi vakasını 6-7 Eylül 1955 vakası takip ediyor. Kıbrıs’ın kime ait olduğuna dair çıkan kavga, Atatürk’ün Selanik’teki evinin yakıldığı iddiası ve ardından gayrimüslimlerin varlıklarına başlayan saldırı… Nefretin olduğu her yerde şiddet ve haksızlığın olduğu gibi burada da bolca örneklerini görüyoruz. Dünyanın savaşla boğuştuğu, ekonominin yerlerde süründüğü zamanlarda mekana sonradan gelene hep asabi bir bakış atılıyor. Bu sefer bu asabiyeti yiyen ise memleketin evladı Rumlar oluyor. Zira Rumlar yüzyıllardır bu toprakların insanıydılar.

Velhasılkelam, durum döndü dolaştı 1964 yılında, Yunan uyruklu Rumların memleketi terk etmesine sebep olacak Ankara Antlaşması’nın feshedilmesi mevzusuna dayandı. Sonuç; yanlarına Yunan uyruğuna sahip olmasalar dahi sevdikleri insanlar Yunanlı olduğu için memleketi terk eden, yanlarına da sadece 20 kilo eşya ve 20 dolar para alabilen Rumlar… Üstelik gittikleri memleketlerde de Anadolu ve Trakya kültürünü aldığı için ”Türk” diye dışlanacak olan Rumlar…

12.000 Rum bir anda bu memleketten gidiverdi. Ne yaparsın ki göz görmese de insan aklı unutmuyor. Benim bu hikayeye dahil oluşum, 12.000 Rum’la beraber Yunanistan’a giden bir oyuncak bebekle başlıyor. Emirgan’dan göçerken arkadaşından bir türlü ayrılamayan 11 yaşındaki Rea… Arkadaşı ona kendisini unutmasın, birazcık da az ağlasın diye bebeğini veriyor. Böylece benim annemin bebeklerinden birisi eksilmiş, Rea’nın ise göz yaşları birazcık azalmış oluyor.

İşin bu kısmı trajik. Ama salya sümük ağlamanın ”Vay anam” diye yakarmanın da kimseye bir faydası yok elbette. Eminim Rum halkıyla ilgili olarak benimkinden çok daha zengin bir anı kataloğuna sahip insanlar vardır. Ben ise naçizane hassasiyetlerime dayanarak, 1964 sürgününü anan bir sergiye gidebilme imkanına sahip olanlardanım.

fotoğraf 1
Tophane’de yer alan Tütün Deposu’nda gerçekleştirilen 20 dolar 20 kilo sergisi tam da 50’inci yılında 1964 sürgününü ”yeniden tartışmaya açıyor”. Son kısmı tırnak içine aldım. Çünkü o kısım biraz şaibeli… Sergi salonuna girdiğimizde bizi Rum yurttaşların arkalarında bıraktıkları bavullar karşılıyor. Görüntü oldukça acıklı. İnsanlar kullanırken oldukça sıradan olan, fakat insanını kaybettikten sonra enteresan bir şekilde damarına kadar dramatikleşen nesnelerden biri bavul. Dolayısıyla rahatlıkla bam telimize dokunuyor.

Sonrasında duvarlarda Türkçe ve Yunanca olarak yukarıda anlattığım hikayeleri okuyorsunuz. Tabii biraz daha geniş ve dramatik halleriyle. Devam ettiğinizde ise Rumların Türkiye’den göçünü hazırlayan sürece ait belgeler, basında çıkan, Rum karşıtı haberlerle dolu gazeteleri görüyorsunuz. Ben açılış gününde gittiğim için ne yazık ki serginin multimedya kısmını yeterince tecrübe edemedim. Zira oldukça yoğun bir gürültü vardı. Bunun için bir tur daha yapacağım. Ve umarım o tur, ilk deneyimimden daha güzel anılara sahip olmama neden olur…

Kötü anıların nedenine gelecek olursak: (başıma bir iş gelmeyecekse açık sözlü olacağım) Serginin genelinde kullanılan dilin biraz sorunlu olduğunu düşünüyorum. Normalde Rumlara yapılanların haksız olduğunu düşünen bir insan olarak, çevremin mahalle baskısına maruz kalmamak adına eleştirel üslubumu Türk milliyetine karşı yöneltebilirdim. Ama ne yazık ki bu sefer bunu yapamayacağım. Zira okuduğum metinlerin benim Türkiye’deki Rum tarihi adına edindiğim bilgilere ve görüşlere artı bir şey katmadığını, olanları ise arabesk müzik kıvamına getirdiğini söyleyebilirim. Okuduğumuz şeyler beni tarihsel olayları ”tartışmaya açmak” yerine ”hadi hep birlikte Rum yurttaşlarımız için ağlayalım” kıvamında duygulara saldı. Suratım nasıl Küçük Emrah tadında bir hal almışsa, sergiye beraber gittiğim arkadaşım bana bakıp bakıp güldü. Aslında ben de tam bu gülüş sırasında duruma aydım: ”Bi’ dakka lan? Benim farklı bir şeyler hissetmem, azcık da düşünmem gerekmez miydi?”

Sanırım gerekirdi. Ama sergi bana düşündürmekten ziyade hissettirdi. Bildiğim şeyleri yeniden tekrarlattı. Bilmiyorum, belki de olması gereken buydu ve benim beklentilerim fazlaca yüksekti. Ama şu an için 20 dolar ve 20 kilo’da aradığımı bulamadığımı düşünmekteyim. Ne arıyordun diye soranlara ”Yaşanmışlık ve belki biraz daha yalın bir tarih” diyesim var. Ama sergideki Rumlara ve onların hayatlarının nasıl değiştiğine ait videoları izlemediğim veya ses kayıtlarını dinlemediğim için susuyorum. Fikrim değişirse yine yazarım. Ama bu arada sizin benim düşündüğümden farklı bir fikriniz olursa bana yazın. Belki benim de azcık kafam açılır, farklı bir bakış açısı kazanırım.

cigdemtoparlak@gmail.com