
Dünyanın sonu gelseydi ancak bu kadar üzgün olabilirdik: All of Us Strangers film incelemesi
Andrew Scott, Paul Mescal, Claire Foy ve Jamie Bell gibi isimleri bir araya getiren Andrew Haigh imzalı All of Us Strangers Filmekimi kapsamında Türkiye’deki seyirciyle buluştu. Ben birkaç gün sonra Köln Film Festivali’nde izleme şansı yakaladım, eleştirisi ise ancak bugün yayımlanıyor. Filmin etkisinden çıkmam günler sürdü. Ama Pinhani’nin çok yetenekli vokali Sinan Kaynakçı’nın da dediği gibi ‘‘Sakinleştim, tuz bastım yarama’’.
Bundan sonrası yoğun derecede spoiler içermektedir. Filmi izlemediyseniz derhal buradan geri dönün!
Bir hikayenin yıkıcılığı nerede başlar? Karakterlerden biri öldüğünde mi? Yoksa bir çift kavuşamadığında mı? Bir cenaze sahnesi, gözyaşlarına boğulmak için yeterli mi? All of Us Strangers, jeneriğin başladığı anı milat kabul ediyor. Film, depresyonda olan orta yaşlı Adam’ın görüntüsüne kapı açıyor. Adam, hayattan pek de bir beklentisi olmayan biri. Ailesini küçükken bir trafik kazasında kaybettiği gerçeği, çok geçmeden yüzümüze çarpıyor. Uzun, gri ve çevreye tezat bir apartmanda yaşayan tek insan ya da öyle sanıyor. Ta ki yarı sarhoş Harry kapısını çalana dek. İkilinin hikayesi, bir gece yarısı başlıyor fakat bu film bir çiftin romantik ilişkisi üzerine değil. Yönetmen Andrew Haigh’in sıradan olmaktan çok uzak dünyalar üstü bakış açısı, görüntü yönetmeni Jamie Ramsay’in kamerasına güzelleme yapıyor. Adam, hayatını televizyon dizilerine senaryo yazarak kazanıyor ve yeni projesi ailesi hakkında. İki kelimeyi bir araya getiremeyince, çocukken yaşadığı evi ziyaret ediyor. Ailesi orada, kanlı canlı, üstelik hiç yaşlanmamış. Film bu andan itibaren paralel bir evrene geçiş yapıyor.
All of Us Strangers, fantastik bir film değil; ayrım çok net. Andrew Haigh, yas sürecinin bitmeyen doğasını, yas tutmanın hassasiyetini didiklemekten yana elini korkak alıştırmıyor. Araştırmacı bir dili var, hikayedeki katmanlı dokuyu bir bir açıyor, yası tetikleyici detaylarla uğraşıyor. Filmin geneline bir sessizlik hakim, bu anlamda gerçek hayatı da kıskaç altına alıyor. İnsan yas tutarken de sessizleşir, kabuğuna çekilir. Adam, çocuk yaşta yetim kalsa da şimdiki zamanda orta yaşa geçiş yapmış, mutsuz bir adam olarak yine eksik, bir tarafı hep çocuk. O çocuksuluğu, ailesine gay olduğunu söylediği an ortaya çıkıyor. Çünkü ailesi bilmiyor, öğrenmek için zamanları olmamış. Babası ”Ben zaten biliyordum” tepkisini verirken anne endişeli. Yalnız kalmasından, çocuk sahibi olmamasından… Ancak Adam mümkün olduğunu söylüyor. ”Artık her şey değişti” diyor annesine.
Gel gönlümü yerden yere vurma güzel ne olursun
Andrew Haigh, filmin her köşesine insani duygular yerleştiriyor. Hepimiz ortak düşüncelerde boğulmuyor muyuz? Adam, varoluşsal bir sancı içinde; izole hayatına renk getiren tek şey ise Harry. Ah, Harry. Paul Mescal, sevgili seyirciler. Paul Mescal, sevgili sinema severler. Paul Mescal be! Kamera önünde olduğu her an aklımızı alan, fikrimizi çalan, hayallerimizde yaşayan ey Mescal. Ciddi bir eleştiri yazarken bile beni ciddiyetsizliğe sürükleyen sen! Mescal’in hayat verdiği Harry karakteri de bir o kadar kırık ve tutuk bir portre çiziyor. O ilk akşam Adam’ın kapısına gelen o olsa da sık sık kendi sorunlarında kayboluyor. Film, kimlik krizi içindeki bu iki karakteri yabancılaştıkları dünyaya karşı bir araya getiriyor. Filmde varoluşunu devam ettiren bir yaşam var, fakat karakterlerin hiçbiri gerçekten yaşamıyor.
Ölen ailesini yeniden karşısında bulan Adam bile bir hayalet gibi. Var olmanın yaşamaktan nasıl da farklı olduğunu anlatan kötü bir kamyon arkası sözü misali hayatları. Andrew Haigh, trajediyi neredeyse şiirsel bir dille anlatıyor; karakterlerin içe kapanıklığı artarken filmin renkleri arasında ton geçişleri de hızlanıyor. Haigh, seyirciye filmin trajik bir sona yaklaştığının sinyallerini verirken hiç acımadan ağlatıyor. Kabuk bile bağlamamış açık yarayı deşip kanatıyor; sorgu ve suale de yer bırakmıyor. Adam, ailesinin evine uğradıkça onlarla yeni anılar yaratıyor; çocukluk pijamasını giyip ortalarına yatıp uyuyor gece. Çocukken serbesttir anne ve babanın arasında uyumak. Büyüyünce yatağa geçiş yasaktır, çünkü büyümüşsündür ve pek bir açıklaması da yoktur. Adam, o sıcaklığı, yaşayamadığı anıları kendi zihninde kuruyor. Fakat ailesine veda etmek zorunda olduğunun da farkında. Bu rüya sonsuza kadar süremez.
Son arzun nedir diye, gelip de bana sorsalar
Katastrofik etki yaratan veda sahnesinde, mevzu çok başka yerlere gidiyor. Andrew Haigh, açık yüreklilikle ”Ailen ölürken yanlarında olsaydın, onlara ne derdin?” sorusunu cevaplıyor. Bu noktada söyleyecek süslü cümlelerim yok, mendillerinizi hazırlayın. Damar, arabesk, iç yakan, yürek burkan bir sahne. Ayıp olmasın diye sessiz sedasız ağladım ama yüreğim söküldü. Çok üzgünüm, hatırladıkça gözlerimden yaş geliyor. Trajediyi bir enstrüman gibi çalan Andrew Haigh, gösterişli bir sinematografinin peşinde. Kamera açıları olabildiğince göz alıcı, Haigh’in sert vuruşlarına kusursuz bir eşlikçi. Bu seyircide farklı etki yaratabilecek bir tercih, zira çok keskin kamera geçişleri zaman zaman hikayeye odaklanmayı zorlaştırıyor.
Ancak benim için nihayetinde hikayeyi tamamlayan da bu oldu. Utanç, korku, hasret ve aidiyetsizlikle başa baş savaşan Andrew Haigh filmi çok radikal bir kararla noktalıyor. Aynı radikal seçimi, filmin görsel dünyasının inşa biçiminde deneyimlesek de Haigh’in son hamlesi hikayede sarsıcı bir etki bırakıyor. Haigh, 45 Years ve Lean on Pete’in ardından hem son dönemin hem de kariyerinin en iyi işine imza atıyor. All of Us Strangers, izlenmesi zor, kalbime çok yakın bir hikaye ve dünyanın sonu gelseydi ancak bu kadar üzgün olabilirdim.