Analar mı çeker bu yükü: Luca Guadagnino’nun farklı mesajlara açılan Suspiria remake’i

Vermek istediği tüm o mesajların arasında oradan oraya savrulmasaydı, belki de değeri daha çok bilinirdi Suspiria remake’inin. Nedense mesaj verme kaygısı, biz izleyici tarafında da o mesajları anlama kaygısına yol açıyor. Gördüklerimizin arkasındaki o motivasyonları anlayacağız diye çatlarken gözümüzün önünde akan sahnelerin güzelliklerini de kaçırıyoruz sanki. Yani en azından Luca Guadagnino’nun Suspiria’sı özelinde öyle oldu biraz. Oysa karşımızda müziklerinden renklerine; tablo gibi, şiir gibi akan bir film vardı… Evet, bu bir Suspiria güzellemesidir. Hem sadece Luca Guadagnino özelinde değil, fikrin esas yaratıcısı Dario Argento’ya da elbette yer yer selam çakarak.

Suspiria aslında Luca Guadagnino’nun peşinde en çok ter döktüğü filmlerden biri. 2008 yılından beri Suspiria remake için kolları sıvadığına dair türlü işaretler yakıp duruyordu zaten. İtalyan sinemasının başyapıtları arasında saydığı bu korku klasiğinin haklarını, yazarları Dario Argento ve Daria Nicoldi’den satın almış ve bir an önce yeniden sinemaya uyarlamak için bazı girişimlerde bulunmuştu. Bütçeyi toparlamaya ve doğru yönetmeni bulmaya çalışırken zaman da geçiyordu tabii. Filmi başkalarına teslim etmek yerine artık kendisinin yönetmen koltuğuna oturacağını ise 2015’te açıklamıştı. Doğrudan bir remake olmayacaktı bu ama tabii. A Bigger Splash’te yaptığı gibi… Çıkış noktası La Piscine’di A Bigger Splash’in fakat ana detayları hariç La Piscine’den çok daha ayrı bir yolda ilerliyordu film. Suspiria’da da ana hatları tutup hikayenin akışını komple değiştirmişti Guadagnino. Başrollerde ise yine A Bigger Splash’teki gibi Tilda Swinton ve Dakota Johnson vardı. Mia Goth ve Chloë Grace Moretz gibi ‘genç’ nesil oyuncularla birlikte.

Dario Argento’nun Suspiria’sı ihtişamlı bir gösterişe sahipti. İnsanı neredeyse hipnotize eden capcanlı renklerle (o güzelim renklerin aynı zamanda bu kadar tedirgin edici olabileceğini kim tahmin ederdi ki?) her bir sahne ayrı bir tablo gibi işlenmişti. Gerçekten, sahnelerde o kadar muhteşem detaylar var ki, onlara büyülenmiş bir şekilde bakarken korkmayı unutuyorsunuz. (Bir de tabii, günümüzün her şeyi görmüş algıları sayesinde 1970’ler sonunda çekilmiş Suspiria, pek de korkutucu gelmiyor.) Luca Guadagnino’nın Suspiria’sında ise renkler tam tersine soluk ve cansız. Ama yine de ihtişamlı. (O donuk renklerin aynı zamanda bu kadar etkileyici olabileceğini kim tahmin ederdi ki?) Daha gotik bir ihtişam ama bu seferki…

Dario Argento filminde baş karakteri yani Susie Bannion’ı canlandıran Jessica Harper, Luca Guadagnino’nun filminde de karşımıza çıkıyor. Anke Meier rolünde, Dr. Josef Klemperer’ın karısı olarak…

Gerçi renklerde kaybolmadan önce, asla anlamadığımız sözleri peş peşe sıralayan genç bir kadının, bir terapistin odasında yaşadığı küçük krizlere anlam vermeye çalışarak başlıyoruz filmi izlemeye. 1977 Almanya’sındayız, sokaklarda çatışmalar yükseliyor. Adının Patricia olduğunu öğrendiğimiz genç kadının kafasında ise başka dertler var. ‘‘Markos’’, ‘‘cadılar’’ falan derken gizemi daha da artan bazı üçüncü çoğul şahıslar… Söyledikleri her ne kadar gerçeklikten ve etrafındakilerden kopukmuş gibi gözükse de terapist onu dikkatle dinliyor bu arada. Anlattıklarını ciddiye alıyor gibi. Gerçi aynı anda bir de defterine ‘‘Kafasında yarattığı mitolojiye kendini kaptırmış’’ falan gibisinden bir bilim insanına yaraşır şüphecilikte notlar yazıyor ama büyük bir ilgiyle sorduğu sorular, Patricia’nın söylediklerini yakından takip ettiğini gösteriyor bize. Yani bir noktada o da kendini kaptırmış gibi bunlara… Patricia bir hasta olarak mı ilgisini çekiyor yoksa anlattıklarında önemli bir şeyler mi buluyor derken kafamızdaki soruların hiçbir şekilde cevabını alamadan Patricia’nın muayenehaneden hışımla çıktığını görüyoruz.

Hemen sonrasındaki sahnelerde ise bomboş bir arazinin üzerinde tüm heybetiyle duran bir evin içine giriyoruz. Duvarda bir yazı: ‘‘Anne olan bir kadın herkesin yerine geçebilir ama kimse bir annenin yerini dolduramaz.’’ Anneler, annelerimiz… Bu filmde nicesini göreceğiz. Şimdiye dek gördüklerimizi, orijinal filmden bildiklerimizle anlamlandırmaya çalışırken fonda Thom York’un film için hazırladığı parça çalmaya başlıyor. 1977 Almanya’sından daha renksiz neresi olabilir sorusunun cevabını vermek istiyor herhalde Luca Guadagnino çünkü bizi bir anda alıp Mormon bir ailenin ortasına bırakıveriyor. Evin her yerine ölüm sinmiş. O soluk renkler bile fazla coşkulu kalıyor tüm bu kasvetin yanında. Burada da hasta yatağında bir kadını görüyoruz ama kafamızdaki sorulara cevap alamıyoruz. Ve zaten çok geçmeden yine Almanya’ya, Berlin’e yollanıyoruz, Dakota Johnson’ın peşinden; adının Suspiria olduğunu öğrendiğimiz bir metro istasyonuna.

Merak etmeyin, filmin tamamını böyle an be an anlatacak değiliz. Bu ilk 10 dakikada gördüklerimiz, filmin vermeye çalışacağı mesajların nasıl da oradan oraya savrularak ilerleyeceğinin birer kanıtı gibi. Ayrıca bu remake’i orijinalinden uzaklaştıran detaylar da buralardan şekilleniyor. Dario Argento’nun hikayesi de 1970’ler Almanya’sını fonuna alsa da politik olaylar bu kadar kendini göstermiyor filmde. Ayrıca Mormon aile nereden çıktı? Ve Patricia’nın kapısına dayandığı o terapist kim? Geri kalan çoğu detayı ise ilk filmde biraz görmüştük zaten. Haliyle Dakota Johnson’ın karakteri Susie Bannion, yağmurlu bir günde dans akademinin kapısını çaldığında ‘aslında’ nereye geldiğini çok iyi biliyoruz. Zaten Luca Guadagnino da bildiğimizi farz ediyor, bizi akademiyle tanıştırmaya ya da şaşırtmaya çok uğraşmıyor; akademidekilerin gizemli işlerini ufak ufak bakışmalar ve sözlerle ilk sahnelerden de ele veriyor. Bazı şeyleri biliyor oluşumuz hikayeye de yeni bir boyut katıyor. Yani daha fazlasını söylemek için hikayeye yeni alanlar tanıyor. Mesela akademidekilerin ne kadar zalim olduğunu biliyorduk ama yaptıkları korkunç büyüleri bizzat görmemiştik. Sağ olsun Luca Guadagnino, yürek sıkıştıran bir dans sahnesiyle nelere muktedir olduklarını gayet iyi gösteriyor.

Dans ise, dünyaca ünlü bir dans akademisinde geçen bu hikaye için elbette en önemli anlatım yollarından biri. İlk filmde öyle değildi ama; dans bu akademideki insanların bir araya gelme sebebi gibiydi sadece. Susie’nin hocasına kafa tuttuğu için kemlenip deli deli olmaya başladığı o sahne dışında dans sahneleri çok çıkmıyordu karşımıza. Luca Guadagnino ise her bir dans hareketini, adeta bir replik gibi kurgulamış; sözlerin yerine kareografi anlatıyor bize olan biteni. Ama yani ne kareografi! Dakota Johnson, birkaç yıl boyunca sıkı dans dersleri almış bu sahnelere hazırlanabilmek için. Bu detayı bilerek izlerseniz daha da etkilenebilirsiniz. Yani dublör işi değil, alın teri…

Susie’yi bu ikinci filmde akademiye kabul eden kişi Viva Blanc. Karizmasıyla konuşan, şanı kıtalara yayılmış bir dansçı. Ve tabii Tilda Swinton tarafından canlandırılıyor. Sırf Tilda Swinton faktöründen ötürü çok sevmek istediğimiz bu karakterden aynı zamanda çekiniyoruz da çünkü biliyoruz ki cadılardan oluşan kötücül bir organizasyonun yöneticilerinden biri kendisi. Sinsi ve tekinsiz olabilir. Zaman içerisinde bu kötücüllüğün önüne geçmeye çalıştığını, Susie’yi bir öğrenci, bir kardeş gibi anaç duygularla sevmeye başladığını, yakıp yıkmaktansa dönüştürüp yükseltmeyi seçen bir kadın olduğunu görüyoruz ve gönül rahatlığıyla kendisini sevmeye başlıyoruz. Ama herkes onun gibi değil işte…

Bu noktada bu organizasyonun zalim çürümüşlüğünü göstermek için farklı bir karakter üzerinden bizi Nazi Almanya’sına doğru çekiyor yönetmenimiz. Başta gördüğümüz terapist Dr. Josef Klemperer bu bahsettiğimiz karakter. Gerçekten de tahmin ettiğimiz gibi, Patricia’nın anlattıklarını ciddiye almış. ‘‘Bunlar cadı’’ falan demiyor ama Naziler gibi kötülük peşinde koşan bir organizasyon olduğunu düşünüyor akademidekilerin. Ve Nazi Almanyası’nda sevdiklerini, her şeyini kaybettiği için bu organizasyonun çökertilmesini kendine bir dava olarak belliyor ve Patricia’nın söyledikleriyle beraber ipuçlarının peşine düşüyor.

Luca Guadagnino’nun Nazi Almanya’sını işin içine katması, hikayeyi çok dolambaçlı bir hale getirdiği için (ve mesajlara mesaj eklediği için) eleştirilse de aslında işin cadılıkla (yani kadınlıkla) değil, kötülükle alakalı olduğunu göstermesi açısından önemli. Çünkü iki organizasyonda da hiyerarşik bir yapı, güce tapma ve o gücün peşinden sorgusuz sualsiz gelen kötülükler var. İlk filmde anlatılmayanlardan biri bu: Dario Argento, bizi cadılık, kara büyü ve tarikatlarla korkutmaya çalışıyordu, Luca Guadagnino ise saf kötülüğü kullanıyor ve belki de -düşününce- cadılığı da bir nevi temize çıkarıyor. Belli ki iktidar ve güç ilişkileri bize göstermek istediği; ileri seviye güce sahip birilerinin bunu suiistimal ederek zorbalığın dibine vurması… İşte Mother Suspiria da işte bu kötülüğün içerisinden yükseliyor ve adaleti sağlamaya girişiyor. Yani ‘‘tüm’’ cadılar kötü değil, ‘‘bazı’’ cadılar kötü. Aynı bazı annelerin ‘‘iyi’’, bazı annelerin de ‘‘kötü’’ olması gibi. Annelik ve mistik mevzular, işlerin çığrından çıktığı The Mother!’ı anımsatmış olabilir size. Ama korkmayın iç içe geçmiş göndermeler ve metaforlarla dolu, çok katmanlı bir hikayeye girişmiş olsa da Luca Guadagnino, seyircisine çözülmeyecek bilmeceler yaratma peşinde değil; daha açık bir şekilde oynuyor kartlarını.

Dario Argento’nun orijinal hikayesi üç büyük anneyi temeline aldığı için (Mater Suspiriorum, Mater Lacrymarum ve Mater Tenebrarum; Suspiria ile başladığı üçlemesine, diğer anneleri anlatarak devam etmişti) Guadagnino da belli ki ‘‘Ooo güzel konu, anneliği de işleyeyim’’ demiş. Öz analar, sonradan edinilen analar, doğa analar, mistik analar… (bkz. Analar çeker bu yükü, kimsenin bilesi yok.) Nice anayla yollarımızın kesişeceğini söylemiştik, başta da mesajını vermişti yönetmen; hatırlayalım: ‘‘Anne olan bir kadın herkesin yerine geçebilir ama kimse bir annenin yerini dolduramaz.’’ Buradan da bir sürü mesaj çıkarabiliriz, mesela Helena Markos’un ‘‘En büyük anne benim’’ diyerek asıl analara (bu saydığımız üçlüye yani) kafa tutması, sahtekarlık etmesi, bunun üzerinden bir iktidar alanı yaratması ve yoluna çıkanları ezip geçmesi fakat her şeye rağmen asıl anaların yerini alamaması… Markos, pek çok masum insanı bu uğurda yok etmeye hazırlanırken esas annenin, Suspiria’nın, Susie ile birlikte yükselmesi de önemli. Bir anne olarak kötülüğü değil, iyiliği seçiyor. Korkutmuyor, kolluyor ve böyle güçleniyor. Yani evet, anneliğin gerekenlerini yapıyor. Orijinal filmde (ve sonrasında gelen iki filmde) anneler cehennemi yer yüzüne getiriyor desek yeridir. Ama biliyorsunuz ki, gerçekte öyle analar da var… (Bu arada Luca Guadagnino da bir üçleme yapmak istiyor ama Susipira’nın gişede maalesef çuvallaması, bütçe olarak bunu imkansız kılıyor. Oysa diğer anaları da iyi yönleriyle görmek güzel olurdu.)

75. Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yapan Suspiria, yönetmenin tüm çabalarına rağmen istediği sükseyi bir türlü yapamadı. Hikayeyi çok dolambaçlı bir hale getirmesinde bunun payı büyük. Her yerden bir mevzu çıkarılmaya çalışılmış gibi. Onların arasından sıyırılıp bakınca oldukça bütünlüklü bir mesaj çıkıyor ama işte o mesaj için böyle büyük büyük hamleler yapmaya gerek yoktu muhtemelen. Zaten böyle diyen eleştirmenler de oldu. Yorumlarda ve eleştirilerde en çok kafaya takılan konu bu farklı temaların peş peşe hiç olmayacak hallerde sıralanmasıydı. Mesela Nazilerin orada işi ne diye soranlar hiç de haksız değil; büyük bir metaforu açıklamada bir araç olarak hikayeye yerleştirilmiş olsa da… Yani kolaya kaçma belki de.

Bunlardan sıyrılarak izlediğinizde ise iç içe geçen danslar, müzikler ve hiç sekmeyen oyunculuklarla her sahnenin içine düşer gibi oluyor insan. İlk filmde Goblin’in müzikleri çok iddialıydı; filmin etkisini pekiştiriyordu. Aynı derecede iddialı olmak istediğinden midir bilinmez, bu remake’in müzikleri için Thom Yorke’un peşine düşmüş Guadagnino. Önce geri çevrilse de aylarca Thom Yorke’un kapısında yatmış ikna etmek için. Tamam abarttık ama ikna etmek için epey uğraşmış. Tabii başarmış da. Oyuncu kadrosu ise izleyici olarak filme daha da bağlanmamızı sağlıyor. Dakota Johnson’ın doğal oyunculuğu, Mia Goth ve Chloë Grace Moretz’in en zorlayıcı anların bile üstesinden gelmeleri elbette alkışı hak ediyor da Tilda Swinton’ın performansı bambaşka bir yere yükseliyor bu filmde.

Bir kere sadece Viva Blanc rolünde izlemiyoruz kendisini; Mother Markos’un o ucube halini de o üstleniyor. Ve esas sürpriz: Dr. Josef Klemperer’ı da o canlandırıyor filmde. İzlerken anlamanız mümkün değil. Zaten bazı oyuncular bile bilmiyormuş çekimler sırasında. Başta da açıklamıyorlar, Lutz Ebersdorf diye birinin adı geçiyor oyuncu kadrosunda, Dr. Josef Klemperer rolü için. Yapım ekibi gerçek hayatta da terapist olan Alman bir oyuncu olduğunu söylüyorlar Ebersdorf’un. Venedik’teki prömiyerde de bir ‘şaka’ yapıyorlar; bu Lutz Ebersdorf bir not yolluyor, ‘‘Ben çok insan içine çıkmayı seven biri değilim’’ falan diyerek, neden orada olmadığını açıklamak adına. Ama Swinton’ın Klemperer makyajıyla setten fotoğrafları yayılıyor, gazeteciler de bu gizemli adamın peşine düşüyor. Neyse sonra bir noktada söylemek zorunda kalıyorlar Lutz Ebersdorf diye birinin olmadığını, karakteri Swinton’ın canlandırdığını. ‘‘Amacımız kimseyi kandırmak değildi’’ diyor Swinton. Klemperer karakterine gizemli bir kimlik kazandırmak istediklerini söylüyor.

Film MUBI Türkiye üzerinden yayına açıldı şimdilerde. Luca Guadagnino cephesinden yeni proje haberleri gelmeye devam ederken eskiyi ziyaret etmek adına iyi bir fırsat olabilir. Dario Argento’nun yarattığı mitolojiyi bambaşka bir yoldan yeniden yorumluyor Luca Guadagnino ve belki de günümüz dünyası için böylesi bir yorum daha da çarpıcı olabiliyor. Siz yine de mesaj kaygısının kafanızı karıştırmasına izin vermeyin ve kendinizi müziğin, dansın ve mistik yollarla da olsa sağlanan adaletin iç rahatlatan hislerine bırakın…