
Sad and the City: And Just Like That nerede yanlış yapıyor?
Samantha Jones yani Kim Cattrall’ın saniyelerle ölçülen geri dönüşüyle birlikte And Just Like That, sessiz sedasız ilerleyen ikinci sezonunda sonunda gündem yaratmayı başardı. (Evet tamam, arada Aidan’ın viral olan o montunu görünce de kalp atışlarımız biraz hızlandı, itiraf edelim.) Dizi bu arada üçüncü sezon onayını da kaptı. Eh, bu açıklamanın ardında da biraz ses getirir gibi oldu ama… Birlikte geçen yıllarımızın hatırından ötürü bir şekilde oturup izlemeye devam ediyoruz anlaşılan. Birinci sezonda çok sevdiğimiz karakterlerle tekrar buluşacak olmanın heyecanı içerisindeydik ama Samantha’sız hiçbir şeyin tadı tuzu olmadığını kavrayıverdik. İkinci sezon ise… İşte birlikte yıllandığımız karakterlere ayıp etmeyelim, hikayelerini görmeye devam edelim dedik ama üçüncü sezonda nasıl bir motivasyonumuz olacak, bekleyip göreceğiz. (Ve belli ki tekrar oturup izleyeceğiz.)
Evet, Sex and the City’nin devam yapımı olan And Just Like That, orijinali kadar keyif vermiyor ve ne yazık ki bu şekilde düşünen bir tek biz değiliz. Sorun dizinin kendisi mi, yoksa değişen dünya ve televizyon dinamikleri mi?
Daha geniş bir çerçeveden bakmak istersek, televizyon dizileri etrafında dönen muhabbetlerin çoğu –özellikle de tüm o değerli prestij projeleri– esasında senaryoda kimin kazanacağıyla ilgili. Yayınlanan her bölüm bir karakter için ya iyi ya da kötüdür. Tüm sezon dinamikleri, dizinin sonunda birilerinin açıkça zirveye çıkması adına çalışır.
Bu formül için ateş püskürten ejderhaları ve kılıçtan yapılmış bir tahtta oturmaya kararlı tiranları anlatan Game of Thrones’u, karakterlerinin hırsıyla her bölüm bizi de gaza getiren Breaking Bad’i, babalarının medya şirketinde kimin başa geçeceği konusunda kavga eden üç nepo bebeği merkezine alan Succession gibi şovları suçlayabiliriz. Bu heyecan hissi harika ancak tüm bu muhabbetlerden muaf olan, sadece “akışta kalan” şovlara ne oldu? Sex and the City’nin devamı niteliğindeki And Just Like That, aslında bize en başından beri bu tür şovların izlenebilirliğini hatırlatmaya çalışıyor.
Hatırlamayanlar için belirtelim; And Just Like That, orijinal kahramanlarımızın dörtte üçünün yaşadığı müstehcen ve zengin bir fantezi dünyasını hayal ediyor. Ama izleyici için sorun şu ki, “hepsi zaten daha önce kazandı”. Hepsi aşkta bir şekilde kazandı. Hepsinin tonlarca parası var. Eşleri ölse de, hayatlarının aşklarını aldatsalar da, korkunç birer anne olduklarını hissetseler de hepsi sonunda hep kazanıyor! Hiç kimse bu son derece varlıklı kadınlar için üzülmenizi istemiyor çünkü onlar bile kendileri için o kadar da kötü hissetmiyorlar. Ağlarken mendil olarak paralarını kullanacaklar ve sonunda her şey yoluna girecek. Bu dünyada cenazeler bile muhteşem.
Peki Sex And The City başlı başına bir “ikon” iken, And Just Like That tüm bu ışıltıya rağmen neden istediği kadar konuşulmuyor? Neden bütçelerin -kısmen- daha düşük olduğu, günümüz dünyasından bakınca yer yer sorunlu bulunabilecek fikirlerin yer aldığı orijinal Sex And The City günümüzde -ve ilerleyen nesillerde de- hâlâ tapılan ve konuşulan bir yapımken; AJLT devam ettiği bile unutulan bir dizi haline dönüştü? Bu konuda maalesef ki tüm suç, işkence tadındaki ilk sezonda.
İlk sezon bittiğinde komik olan şey kesinlikle izleyicilerin yorumlarıydı. İlk sezonun tümünü izlemeyi 96 saatlik bir mesaide çalışmaya benzeten de vardı, tüm seriyi kocaman bir hayal kırıklığı olarak niteleyen de… Tabii ki herkesin Samantha Jones’u özlediklerini belirten yorumlarını saymıyoruz bile. Aslında tüm bu eleştirilerin tek bir nedeni var. AJLT daha birinci sezonuyla; orijinal yapımda eleştirilen her şeye dair AŞIRI düzeltmeler yaptı, bu sırada da çok fazla karakter ve olay örgüsü üst üste yığıldı.
Yeni karakterler arasında Miranda’nın Meksikalı-İrlandalı-Amerikalı sevgilisi Che, Miranda’nın yüksek lisans profesörü Nya, Carrie’nin Hintli-Amerikalı emlak komisyoncusu Seema ve Charlotte’un arkadaşı Lisa öne çıkıyor. Bu karakterlerin aşk hayatlarından, eşlerinden, ayrıca Che ve Carrie ile podcast yapan kişiden bahsetmiyorum bile… Bu genişleyen kadro ve orijinalden kalan üç kadın, 10 bölümlük bir yarı sezon için çok fazlaydı. Tüm bunlara şovun her “yaşlanma” sorununu (işitme cihazları, kalça ameliyatı, yüz germe) ve geçmişten gelen eleştirilere cevap verme konusundaki hırsını ekleyin. Tüm bu karmaşa, orijinal versiyonun az sayıdaki ana karakterleri ve katılan her yeni karakterin inceliğini hatırlamamızı sağlıyor. Orijinal şovu mücevher değerinde kılan şeylerden biri de kuşkusuz buydu. Üstüne üstlük yıllarca tanıdığımızı düşündüğümüz karakterlerin tamamen yeni bir karakter olarak dizayn edilmesine değinmiyoruz bile. Miranda’nın sezon boyunca süren güven ve yeterlilik eksikliğinden bahsediyoruz. Orijinaldeki o zeki ve ayakları yere basan o kadına saygısızlık gibi geliyor.
Peki asıl büyük sorun ne? Bunun cevabı, en başta benim gibi azılı bir SATC fanı başta olmak üzere pek çok izleyici için eminim ki aynı: “Amacını ve neşesini kaybetti.” Elimizde zaten hepimizin bir şekilde idolize ettiği dört (bu dizide üç) ikonik kadın karakter var. Bir anda hepsinin ‘bakın onlar da insan’ diyerek sorunlarına odaklanmak, onların gerçek zorluklarını yansıtmaya devam ederken ‘zaten bu zamana dek herkes seks hakkında öğreneceklerini öğrendi’ diyerek aşk tüyolarını es geçmek… Hayat ve tüm dünya halihazırda yeterince sıkıcı ve depresyona elverişliyken dizinin bizi o imza neşesinden mahrum etmesi, ona Sad And The City dememizi kolaylaştırıyor.
Bu noktada maalesef final sonrası yeniden dönen dizilerin ortak talihine mahkum oluyor. Çünkü sonlar, herhangi bir sanatın, özellikle televizyonun kritik birer parçası. Finalleri çok önemsiyoruz, onları tartışıyoruz ve parçalara ayırıyoruz çünkü izlediğimiz diziler o dönemki hayatlarımıza bir şekilde ortak oluyorlar. Seinfeld finali milyonları kızdırmıştı. Lost finali dizinin sorduğu soruların çoğuna cevap veremediği için hayranları çılgına çevirmişti. Sex and the City finali de belki de kimileri için tartışmalıydı ama en azından bir açıklama yapmıştı ve karakterlerin hikayelerinin çözüldüğü hissini vermişti. Karakterleri yeniden ziyaret etmek ise bu hissi geri alıyor. Bu, orijinali yeniden izleme ve takdir etme alışkanlığımıza da ciddi derecede zarar veriyor. Ayrıca And Just Like That’in yaptığı kasvetli başlangıç çoğumuzun “comfort show” olarak gördüğü bir işin geri dönüşünden beklediği en son şeydi. Ancak sezon ilerledikçe, sonunda yaşlanma hakkında komik bir kara komediye dönüştü.
Bu yıl ise AJLT’nin ikinci sezonu, bu yeni insanların kim olduklarını, neden var olduklarını ve orijinal kahramanlarla nasıl bağlantılı olduklarını açıklamak zorunda kalmamaktan büyük fayda sağlıyor. Artık bu karakterlerin gerçek arkadaşlar ve gerçek insanlar olmasına izin veriliyor. Bu açıdan bakıldığında ilk sezonu atlayarak bitirebilirseniz, AJLT’nin ikinci sezonunun çok daha eğlenceli ve izlenebilir olduğunu söyleyebilirim. Yani durum an itibariyle o kadar da vahim değil. -Gibi-
Tabii ki bu kez –neredeyse Carrie kadar abartılı bir şekilde– optimistik olan benim. Çünkü ikinci sezon ilkinden daha fazla tepki çekmişe benziyor. BBC dizi için yayınladığı eleştiride “Zavallı Miranda. Cesur olmak ve gerçek benliğini bulmakla ilgili tüm zırvalıklarına rağmen; titreyen, şaşkın, güvensiz ve sıkıcı bir insana dönüştü” yorumuyla herkesin düşüncelerine tercüman oluyor. IndieWire’a göre şov artık ikinci sezonunda tamamen ‘amaçsızlaştı’ ve durum komedisi olan dizinin komedi öğesi artık tamamen kayıp. Rotten Tomatoes’taki izleyicilerin çoğu orijinal serinin yazarlarının öldüğünü düşünse de, bu kadar acımasız bir platformda ikinci sezonun en azından gerçek SATC gibi hissettirmeye başladığını düşünenler de mevcut. Guardian’ın “gösterişli ve komik bir meme-fest” olarak özetlediği AJLT ikinci sezonu, en azından Aidan gibi bize geçmişten gerçekten özlediğimiz bir karakteri vererek hype’ı biraz yükseltiyor. Aidan ve montu internette viral hale gelerek en azından bize aktif olarak SATC tartıştığımız günleri geri getirdi.
İkinci sezonda Carrie zengin bir dul olmayı öğrenirken -ve aynı zamanda artık ölmüş olan kocasının onu bir zamanlar mihrapta bıraktığı Vivienne Westwood gelinliğini bulup giyerken- ve Miranda, duygusal buldozer Che’nin peşinden Los Angeles’a giderken, Charlotte ikinci sezonun gerçek galibi olarak parlıyor. Bu anların ne kadar aptalca ve komik olması gerektiğini anlayan Charlotte yani Kristen Davis, şova canlılık ve ferahlık veriyor. İlk sezonda “camp” havasının ve şapşallığın eksik olduğunu biliyormuş gibi hissettiriyor ve içinde bulunduğu her sahnede bunu düzeltmeyi kendine görev ediniyor.
Bu dizinin abartılı bir gerçeklerden kaçma etkinliği olduğunu anladığınızda -ve insan varoluşunun kazanılması, kaybedilmesi veya güç sıralamasında bulunulması gereken bir şey olduğuna dair fikirleri bir kenara bıraktığınızda- And Just Like That ikinci sezonda daha komik hale geliyor. Karmaşık ve kasvetli bir ilk sezondan ders alan And Just Like That, orijinal diziyi bu kadar sevilir kılan şeyin ne olduğunu ve hayranların bu geri dönüşten beklentilerini bu kez anlamışa benziyor. Ben ise bu ikinci sezonu, bitiminde orijinal SATC sezonlarına yeniden başlamak için bir ara tampon olarak kullanmayı düşünüyorum.