
Berbat Bir Anne: Anneliğe dair bir günah çıkarma ayini, pardon, podcast’i
”Analar çeker yükü kimsenin bilesi yok!”
Neredeyse çocukluğumuzdan beri ezberletilen bu şarkıyı hatırlıyorsunuzdur belki.
Annelere, “Çiçek vermeyi, yollarına sermeyi” biliyoruz ama nedense kadınların çektiği bu yükü azaltmaya çalışmıyoruz ve hatta öğrenmeye anlamaya bile çalışmıyoruz. Annelik tam zamanlı bir serüvenken ve toplum kadınlardan bunu beklerken, babalar için pek de böyle bir durum söz konusu olmuyor maalesef. Anneliğin herhangi bir normali, babalığın ideal olmasına eş değer neredeyse. Ya da tıpkı kadınların çok güçlü olduklarının söylenmesi gibi (zorunda mıyız sahiden?) annelik denilince de “fedakarlık” öne çıkan bir özellik olarak sunuluyor önümüze.
Annelik deneyimi çok biricik ve özel olmasına rağmen -maalesef her alanda olduğu gibi- annelik deneyimi de kadınlar üzerinde tahakküm kurulan alanların başında geliyor. Anne olup olmama kararından, nasıl bir anne olmaya ya da anneliğin kutsanmasına kadar uzanıyor bunlar. Anneliğin kutsanması, annelerden beklentiler, annelerin uyması beklenen kurallar, parmak sallamalar, kimi zaman iyi niyetli olduğu iddia edilen akıl vermeler… Liste hayli kabarık.
Tüm bu sorunların ve daha fazlasının konuşulduğu bir podcast programıyla tanıştıralım sizi. “Bazen bir ağlama duvarı, bir günah çıkartma ayini, bazen bir anı defteri ya da bir altın günü tadındaki” bu programın hazırlayıcısı ve sunucusu yedi yıldır tam zamanlı annelik macerasına devam eden Merve Özcan. Berbat Bir Anne podcast programını; “annelerin, öncelikle birer insan olduğunu savunurken, bilimden azade tespitler ve toplum baskısına yönelttiği kafasına göre serzenişleriyle eteğindeki taşları da gediklerine doğru kibarca serpiştirdiği bir program” diye özetleyebiliriz.
8 Mart’ın gelişiyle birlikte farklı kadın deneyimlerine dadandığımız şu süreçte Merve ile de hazırlayıp sunduğu Berbat Bir Anne podcast’ini, annelik deneyimini, toplumun anneler üzerindeki baskıları başta olmak üzere pek çok şeyi konuştuğumuz upuzun bir sohbete daldık. (Işın Karaca’nın “bir kız annesi” olduğunu unutmadan tabii).
Lafı daha fazla uzatmıyor, anne olduktan sonra disipline giren Seda Sayan’ın ve The Lost Daughter filminden Leda’nın da kulaklarını çınlattığımız sohbet için sözü “berbat bir anne”ye bırakıyoruz.
Fotoğraflar: Kaan Temizkan (Düğme Film)
Eskiden özel bir şirkette çalışan bir beyaz yakalı olduğunu ve yedi yıldır tam zamanlı annelik macerana devam ettiğini ve adının Merve olduğunu biliyoruz 🙂 Bize biraz daha tanıtır mısın kendini, kimdir bu “berbat” anne?
Podcast’te kendimi sıkça ve severek, küçük yer insanı olarak tanımlıyorum çünkü ben İstanbul’a sonradan gelenlerdenim. Antalya’da büyüdüm. Hayatımın özeti kot şort üstü bir tişört işte. Hayat boyu bu kılıkta girip çıkmadığım yer yok; okul, iş, ilişkilerim, kariyerim için çok kullanışlı bir özet bu. Yaptığım her işte şortlu-tişörtlü bir insan profiliyim aslında ben. Al şimdi bu bilgiyle na yaparsan yap 🙂 Anlatmaya çalıştığım, rahat, serbest, direkt, sıcakkanlı olduğum. Bana çocukken annem terlik fırlattıysa bile flip flop’tur o:)
“Antalya küçük yer mi canım!” diyebilirsiniz ama metropol ruhu bambaşka bir şey bence, Antalya küçük olduğu için değil, dünya metropolleri büyük olduğu için böyle tanımlıyorum galiba 🙂 İstanbul’a da işim sebebiyle taşındım. Uzun yıllardır, özel uçak sektöründe çalışıyordum. Yayıncılıkla ya da medyayla hiç ilgisi olmayan beyaz yakalı bir yöneticiydim diyebilirim.
O büyük karar anı nasıl geldi?
Pandeminin başlarında istifa ettim. Uçak yönetim süreci teknik, ticari ve operasyonel açılardan karmaşık ve tek elden yürütülmesi gereken süreçler. Birden fazla uçakla çalışabilmek için kendi danışmanlık şirketimi kurdum. Ama işler aklımdaki gibi yürümedi. Hepimiz, hep evdeydik! Günlerce süren kapanmalar ve tabii ki kapanan okullar… Evde 7/24 bir kabus ve durum ciddi. Böyle olunca odağımı ne tam olarak işe verebildim, ne eve.
Bu sıkışma hali aslında son altı yılda yaşadığım her şeyi su yüzüne çıkardı: Annelikle ilgili tüm sıkışmalar, sıkıntılar, keyifler, aydınlanmalar… Hayatımın ortasında sadece bunlar oldu bir anda. Dolayısıyla işi biraz savsakladım. Sonra birden okulları açtılar. Her şey o kadar plansız ve tutarsızdı ki… Okullar açıktı ama bu defa servisler yoktu. Okulların yarı açık yarı kapalılığı ebeveynlerin ayak uydurması zor bir durumdu. Hiçbir planlama yapamadığın ve kimsenin kendine ait bir alanının, zamanının kalmadığı gerçeküstü bir dönem işte. Bu arada çocuğu da kastediyorum çünkü onlar da en az ebeveynler kadar hırpalandı bence. Zaman zaman evde eğitimi destekleyen ve düşünen biri olarak, okul sisteminin kendi içinde çarpıklıkları olsa da aslında ne kadar gerekli ve sosyal açıdan önemli olduğunu gördük diyebilirim bu süreç için. Neyse, dediğim gibi servisler olmayınca kızım Alaz’ı okula ben götürmeye başladım. Bu süreçte dört-beş saat onu beklerken, bilgisayarım da yanımdaydı. Aklımda da fikirler…
Aslında biraz kolaya kaçtım diyebilirim. Tüm bu deneyimlerimi ve sıkışmışlıklarımı unutmamak için bir şekilde kaydetme fikri vardı kafamda, bir de senaryo niyetim… Bir gün yine kafede saatler sürecek bir bekleme seansındayken bilgisayarı açtım ve tıkır tıkır yazmaya başladım. O dönem sürekli bize ne yapmamız gerektiğini anlatanlar, sosyal medyada kaydırmamızı bekleyen onlarca link varken ben kendimi boğazıma kadar beceriksizliğe, tavsiyeye ya da doğruya batmış gibi hissediyordum. İlk bölümler de tüm bunların dışa vurumu oldu zaten.
Berbat Bir Anne’yi podcast formatında hazırlamaya nasıl karar verdin peki? Podcast yapmak hep aklında var mıydı ya da sıkı bir dinleyici miydin?
İşe giderken vapur kullandığım için düzenli podcast dinliyordum. İyi bir podcast dinleyicisiydim yani, keyifli geliyordu. Kendi dışavurumumu podcast üzerinden yapmak ise ani gelişti. Sesle anlatmak belki de bir tarafıyla işime geldi. Ön hazırlık yapabildiğin, eklemek ya da değiştirmek istediğin bir şeyi kurguda tamamlayabileceğin olanaklar sağlıyor podcast yayıncılığı.
Mesela bölümlerde anlattıklarımı bir kitaba dönüştürseydim eksikleri için belki ikinci kitabı yazacaktım 🙂 Yaşam sürekli bir akış halinde, benim de buna bağlı olarak anneliğim, fikirlerim değişiyor. Podcast bu güncellemeyi de yapmama yardımcı oluyor. Görece daha kolay olduğunu da söyleyebilirim. İstersem kendim evde kaydeder, tüm yapım sürecini hallederim diye düşünüyordum. Tabii böyle de olmadı. Kurumsal hayattan miras kalan dinamikler girdi işin içine. Kendimi güvenli sulara bırakmak istedim ve bir yapımcı bulmaya karar verdim. Yeni bir şeyler söylüyorum, evet bu çok geçerli bir dinleme nedeni ama ben tanınmayan bir insanım. Beni dinleyicilerle buluşturabilecek bir kaynaktan yayınlanması da önemliydi. O yüzden Podbee Media’ya ulaştım. Başta Zuhat (“Bu Mu Yani” podcast programının Zuhat’ı) ve Candost değerlendirdi, başladık. Ardından Özge içten bir destek sundu, şu anda ise Ant çok yardımcı oluyor. Hepsine ayrı ayrı teşekkür etme fırsatı gelmişken kullanabilir miyim? Çünkü benim için bu değerli. Başından beri Podbee Media Çatısı altında BBA.
Berbat Bir Anne çok iştah açıcı bir isim. Programın ismi nereden geliyor?
Berbat çok iddialı bir kelime aslında. Üstüne üstlük, çevremde hayat duruşuna ve olumlu-olumsuz eleştirilerine güvendiğim bir ok arkadaşım “kelimelerin gücü” vurgusuyla, kendi kendime “berbat” demenin evrene gönderilen yanlış bir mesaj olduğunu söyleyip durdu bana 🙂 Ama ben başkalarının doğrusundan o kadar sıkılmıştım ki bu çok sevdiğim insanların, görece başka zamanlarda tutunabileceğim yorumlarına bile kulak tıkadım.
Bence annelikte, yetersizlik ve suçluluk duygusu çok baskın. Suçluluk tabii gerçek suçlardan değil, insanın en çok kendine karşı acımasız olmasından geliyor. Mesela bir arkadaşına olabilecek en kibar ve iyi haliyle sorabildiğin soruyu kendine kestirmeden “dan” diye sorabiliyorsun. Ben mesela, kendime direkt “Ben berbat bir anne miyim ya?” diye soruyordum böyle zamanlarda.
Ayrıca BBA, fonetik olarak da kulağa güzel geliyor. Ve tabii bir endüstri olarak tanımladığım ve inanmadığım “kusursuz anne-çocuk dünyasını” provoke etmek amacıyla başlattığım eylem ve söylemlerden oluşan aktivizme en uygun isim oldu 🙂
Bir de işin şu yönü var: “Aslında o kadar da kötü değilim, abartıyorum. İnsan kendine der mi hiç? Hem kendime berbat diyorsam demek ki yeterince iyi olduğumu düşünüyorum ve yine de bu sözü kullanabiliyorum” tezahürü de bir yandan…
Programı bir günah çıkarma ayini olarak tanımlıyorsun bir yandan…
Günah çıkarma sırasında ızdırap duyduğu, üzerinden atamadığı, suçluluktan yanıp kavrulduğu, karşılığında şu ya da bu şekilde cezalandırılacağına inandığı şeyleri dile getirir insanlar. Bu şekilde bunları sistemlerinden çıkararak rahatlayabileceklerine inanırlar. Yani tam olarak BBA da anne-çocuğa dair yaptığımız şey. Adına tabii ki bir günah çıkarma ayini diyeceğim. Gerçi sonra bazen oturup kahvemi içerken “acaba çok mu şey paylaştım ya?” diyorum o da yeni bir ayine malzeme olarak birikiyor ama olsun 🙂
Annelik deneyimi çok biricik ve özel olmasına rağmen -maalesef her alanda olduğu gibi- annelik deneyimi de kadınlar üzerinde tahakküm kurulan alanların başında geliyor. Anne olup olmama kararından, nasıl bir anne olman gerektiğine ya da anneliğin kutsanmasına kadar uzanıyor bunlar. Anneliğin kutsanması, annelerden beklentiler… Tüm bunlar hakkında neler söylemek istersin?
Gerçekten düşüne düşüne cevap vermek istiyorum bu soruya. Ama lütfen patriyarkal, sürdürülebilirlik, persona ve politik doğruculuk kelimelerini kullanırsam beni uyar. Ya da kullanmazsam uyar çünkü önemli argümanlar kurarken bu kelimeleri kullanmayanları dövüyor olabilirler 🙂
Yani ben bu soruya şöyle cevap vermeye başlasam Ilgaz, “Ben hiç hata yapmadım, çocuğum doğduğundan beri harika bir anneyim, bu kararı çok isteyerek verdim, önüme çıkan her krizde yapılması gereken en doğru şeyi yapıyor ve şükürler eşliğinde çok mutlu yaşıyorum”; ilginç bulmaz mıydın? Kime söylesen ilginç bulur… Ama ironik biçimde annelerden beklenlen de bu! İnsanlar, annelerden ciddi ciddi sıfır hata (kime göre, neye göre hata) kutsal profiller olmalarını bekliyor ve işin kötü tarafı insanlar bunun farkında değil 🙂 Türkiye’de işin içine giren kutsallığın da zaten tamamen kadınları, anneleri cinsel arzuları ve cazibeleri bakımından kısıtlamaya yönelik olduğunu düşünüyorum.
Yani bunları düşününce müthiş bir anarşizm dalgası geliyor içimden işte. Yine de söylemeliyim ki bu bugüne ait bir tavır. Maalesef anneliğimin en başından beri “Ben bu toplumun normlarına, baskılarına boyun eğmeyeceğim”, “Tüm kalıpları reddediyorum” demedim, diyemedim. Annelik maceram böyle bir bilinçle başlamadı. Ben toplumun anneleri oturtmak istediği çerçeveye kafamı zıplayarak sokmaya çalışıyor olsam da, öncelikle insanım, kadınım diyen, ilgi alanlarına ve sosyal hayata sımsıkı tutunan bir anneyim. Ama tüm bunları yaparken yer yer anneliğimin yargılanmasından duyduğum çekince sebebiyle içeride verdiğim mücadeleyi görüp, bunu hayatımdan çıkarma hali bence yavaş yavaş bir farkına varma meselesi.
Ünlü filozof Seda Sayan’ın da söylediği gibi; “Ben yemin ediyorum çocuğumun doğumundan sonra disipline girmiş bir kadın olarak, sen kimsin beni yargılıyorsun? Sen kimsin?’’
Evet, her şeyi özetliyor bu atar sanki değil mi?
Bu basit ve çokça güldüğümüz tepki tam olarak benim gibi Türk anneleri tanımlıyor diye düşünüyorum. Yani hem özgür olmak istiyor ve baş kaldırıyor, hem de derinlerde bir yerde anne olduktan sonra belli bir disipline girilmesi gerektiği inancı boylu boyunca uzanıyor. Bu da anneleri sırtından bağlanmış kalın lastiklerle özgürlüğe doğru koşarken bile en ufak bir dirençsizlikte alıp tekrar duvara vuran, bir ileri, iki geri düzene karşılık geliyor.
Zaten ailelerimizle yetişirken aldığımız kalıplar, alışkanlıklar, dilimizdeki söylemlerle bir prototip olarak geliyoruz belli yaşlara. Hatta o prototiplerde hayatımızın farklı çağlarında yaşarken, taşıdığımız kalıplardan bihaber, onları zamanı gelince kullanmak üzere gizleyebiliyoruz da bir yere kadar. Çünkü çıkartmaya hiç ihtiyacımız olmuyor. Üniversite yıllarımı hatırlıyorum mesela. İçimden nasıl bir eş, bir anne çıkacak bilmeden, çok özgür bir karakter olarak devam ediyorsun yaşamaya. Çünkü o zaman o kadar özgür olmak yeter. Ama anne olduktan sonra kısa şort giyeyim mi giymeyeyim mi, gece geç vakit yalnız başına eve gelinir miyle sınırlı olmuyor üstüne fırlatılan baskılar ve bunların hangisini satın alıp/almadığın.
Evet, biraz da bir satın alma mevzusu bu. Kendi içinden çıkanlar, aileden gelenler, toplumdan gelenler… Bunların arasından sen farkında olmadan sana en uygunlarını seçip, alıp, kendi cehenneminin duvarlarını onlarla örüyorsun. Bunun farkına varmak çok önemli, benim de epey zamanımı aldı. Fark ettikten sonra da şu evre geliyor: “Şimdi ben bu bilgiyle ne yapacağım?” Bir panik dalgası oluyor. Kendi içindeki bu keşifleri yaşarken ve ne yapacağını bilmezken çocuğun sorumluluğu da orada duruyor. Bu arayışları, bu keşifleri, yüzleşmeleri ona hiç belli etmeden yaşamak zorunda kalıyorsun. Ne kadar toplum baskısına başkaldırırsan kaldır yine de ortalama bir çerçeveyi de korumaya çalışıyor buluyordum kendimi. Yani en başından beri bilinçli olduğum, böyle tıkır tıkır her daim başarıyla yürütebildiğim bir süreç olmadı. Herkes gibi ben de gün geçtikçe annelik deneyimimde güçleniyorum ve yargılara boyun eğmemeyi öğreniyorum.
Emin olduğum bir şey var ki annelikle ilgili hap şeklindeki o tavsiyeler, ya da sen aslında kendini ifade etmeye çalışırken, karşındakinin senin çok büyük tavsiyelere ihtiyacın olduğunu düşünüp “değerli” tavsiyelerini üzerine üzerine atması kesinlikle işe yaramıyor. Bilakis insana kendini daha başarısız hissettiriyor. Çünkü diyorsun ki, “O bunu böyle yapıyor ama ben yapamıyorum.”
Toplum baskısı öyle bir şey ki kendini bir sürü farklı şekilde hissettiriyor. “O kostümle sahneye çıkamazsın sen annesin!”, “Arkadaşlarınla iki gündür görüşüyorsun, üçüncü gün çıkma çocuğunla ilgilen” “Sen annesin, o dövmeler ne öyle?” gibi şeylerin sadece biri ya da birkaç değil, hepsi! Mesela Alaz’ın kreş dönemi bittikten sonra oradaki eşlikçilerden biriyle sohbet ederken o bile bana, “Siz ilk geldiğinizde senin dövmelerini ve tarzını görünce (çünkü ilk gün kurumsal bir görüntüm yoktu) hah anne-baba ayrı bir çocuk, dövmeli, ilginç bir kadın, hadi bakalım başımıza ne gelecek” diye düşündüğünü anlatmıştı laf arasında 🙂 En, ön yargıdan uzak olacağını düşündüğün kişi bile kendini engelleyemiyor, hepimiz böyleyiz biraz. Aslında bunu tatlı bir anı olarak anlattım ama yine de bunların tamamı bir baskıya dönüşüyor. Baskılar ise maalesef yalnızca olumsuz söylemlerle ve parmak sallamalarla kendini göstermiyor, insanların pozitif olduğunu düşündüğü hatta haddinden fazla pozitif olan söylemler de bu baskıya dahil.
Sen ve konuklarının da dile getirdiği, aslında hepimizin aşina olduğu bir klişe var: “Anne olunca anlarsın!” Neyi anlıyoruz ya da aslında ne anlamamız bekleniyor bilemiyoruz ama sana soralım istedik: Sen anne olunca ne anladın?
Annelik bitmeyen bir aşırı düşünme mesaisi. Anne olmadan önce eşlik edilmesine dair bir şeyler elbette okumuştum ama çocuğu somut bir şekilde kucağına almadan o okudukların ile hiçbir şeyi bağdaştıramıyorsun. Anne olunca gerçekten eşlik edilmesi gerektiğini anladım. Halil Cibran’ın şiirinde dediği ya da bir sürü uzmanın yazdığı gibi çocuğu dünyaya getirmekle sorumlusun. Tabii sonra çeşitli sebeplerden bununla da sınırlı kalmıyor bu sorumluluklar. Bu çeşitli sebeplerin büyük bir kısmı bence insanın kendi egosuyla ilişkili. Ben anne olunca hayatta “mış gibi yaptıklarımı” anladım. Bugüne kadar hiçbir şeyi gerçekten sevmediğimi anladım. Ve sevmeyi, kendi kızıma verdiğim sevgi üzerinden kendim de yeniden tanımladım. Hatta kendimden başka insanlardan alabileceklerim ve verebileceklerim, insanlara vadedebileceklerim değişti.
Ayrıca anne olunca saygının kelime anlamını idrak ettim, hayatıma tam soktum demiyorum bak iddialı bir şekilde. Saygı elbette rutinimizde var; kendimle ilişkimin, iş hayatımın, bütün hayatımın, ilişkilerimin temel elementlerinden biri ama çocukta, onun varlığını böyle somut bir ağaç gibi mesela tamamen olduğu şekilde kabullenip, istediği her şeye, atmaya çalıştığı her adıma, senin içinde büyümesine rağmen olduğu bambaşka insana her daim koşulsuz saygıyı yakalamak çok zor. Bir örnek vereyim; çocuğun odasına kapıyı çalmadan girmem, hiç girmedim yani bak ne kadar saygılıyım 🙂 Ama kapıyı çaldığımda bana “gelme” derse kaşınmaya başlarım. “Aa niye, ne yapıyorsun ki? Hiç mi açmayayım kapıyı yani? İstersen azıcık aralayabilirim” gibi gizli ısrarlarla çocuğa saygıyı saniyede elden bırakabildiğim oluyor 🙂
Birini bir yere davet ettiğinde, direkt reddedemediği için bahane uydurmayı tercih eder mesela. İstemediğini, tercih etmediğini söylerse buna saygı gösterilmeyeceğini, ısrarlara maruz kalacağını düşünür ki haklıdır. Aramızda koşullu bir saygı hep var, hep zirvedeki değerlerden ama bir yere kadar! Hele, büyüdükçe bu saygı meselesi ebeveynler ve yetişen bireyler açısından iyice zorlayıcı oluyor bence. İşte ben de anne olduktan sonra içimdeki bu canavarı izlemeyi, yakalamayı ve onu durdurmayı öğrenmeye çalışıyorum. ÇOK duygusal ya da sempatik bir cevap veremediğim için herkesten çok özür diliyorum 🙂
Annelik denilince de “fedakârlık” öne çıkan bir özellik olarak sunuluyor önümüze. Annelik önceden olduğun kişiyi değiştirmek mi sorusu düşüyor aklımıza. Sen kendi deneyimlerinden yola çıkarak neler söylemek istersin?
Evet, bu güçlülük meselesine epey takığım ben de. Artık birinden “Mervecim ama sen güçlü bir kadınsın” lafını duyunca tüylerim diken diken oluyor. Güçlü olmak zorunda değiliz bir de güçlünün zıttı gerçekten hayatta güçsüze mi karşılık geliyor ondan da emin değilim. Bu “Yakarsa dünyayı analar yakar, kadınlar güçlüdür” içine itildiğimiz ve üzerimize yıkılan organizasyon-koordinasyon-sorumluluk-baskı zincirinde tükenmişlik sendromu geçirmeyelim diye yalandan sırtımızı sıvazlayan bir el bence. Hele ben bekar bir anne olarak sürekli güçlü olmamın beklenmesinden çok yıldım artık. Yavaş yavaş asıl gücün birilerinden destek, yardım isteyebilmek olduğunu fark ettikçe bu güç kavramı iyice iki yüzlü bir şey halini alıyor benim için. Nasıl ya! Siz, sizden bir şey istemeyelim diye mi böyle güçlü olduğuma inandırdınız beni, kadınları, anneleri? Buradaki “siz” herkes yani.
Fedakarlık kısmına gelince, annelik bence de doğal bir fedakarlık sürecini beraberinde getiriyor, evet. Ama profesyonel sporcu olmak gibi bir şey bu. Eğer sen bir sporu hobi olarak yapmak yerine, yani bir çocuğun teyzesi, halası, annesinin arkadaşı olmak yerine kendi çocuğunu hayata getirmeyi seçiyorsan evet, bunun için mecbur kaldığın fedakarlıklar silsilesi hayatına giriş yapıyor. Bununla nasıl başa çıktığın önemli. Bunu çocuğa karşı kullanmak çok yaygın, eskiden annelerimizin diline dolanan bazı sözcüklerden de hatırlarsın. “Ben sana saçımı süpürge ettiğim sen bana böyle yapıyorsun”, “Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğlu bir salkım üzüm vermemiş” falan… Bir kere rasyonel bir yerden konuşalım, rızası alınmadan dünyaya getirilmiş bir birey var. Fedakarlığın ve sorumluluğun kendisi bu kadar rasyonel bir yerden geliyor işte. Bu çocuğu dünyaya getirmeyi ona sormadan yaptıysam anne-baba olarak, o fedakarlığın tüm sorumluluğu da bizde. Aslında bu fedakarlık da değil, bu senin seçiminin beraberinde getirdiği bir eylem planı… Bu eylem planında görevler sürekli değişse de sonsuza kadar sürüyor işte. Koşulsuz sevgi denilen şey de tam olarak bu. Senin beklentilerini karşılamadığında da çocuğuna senin fedakarlık dediğin desteği, yardımı sunmayı gerektiriyor. Bunu fedakarlık olarak adlandırmak bizim her zaman dramatize ettiğimiz, egoya hizmet eden kısmı. Bunları söylüyorum ama tabii ki ben de düşüyorum bazen bu tuzaklara 🙂
Sosyal medya hepimizde yetersizlik duygusunu tetikleyebiliyor kimi zaman. Peki bir anne için bu durum nasıl?
Influencerlar’ın yaşadıkları hayatlar ve sanki hiç zorluk yokmuş, hiçbir şey pahalı değilmiş, hiç uykusuz kalınmıyormuş, hiç karar vermek için iki kere bile düşünülmüyormuş gibi gösterdiği tablolar beni zorluyor. Yani ister istemez tetikleniyor insan. İlk soru: Tüm bu kusursuzluğa bakan anne acaba bir yetersizlik, eşitsizlik, adaletsizlik ya da beceriksizlik hissediyor mu? Evet ya da hayır… Esas mesele fark etmek oluyor yine. Çünkü zihnimiz gördüğü bir şeyi görmemiş gibi yapamıyor ama biz telefonu elimizden bırakıp gündelik hayata devam ediyoruz. Arka planda ise tetiklendiğin şey ellerini ovuşturarak çalışmaya başlıyor. Ve geçmiş olsun, belki telefonu bıraktıktan kısa bir süre sonra sebebini bilmediği bir gerginlik katılıyor gününe. Belki çevrene yansıtıyorsun belki de o gece başını yastığa koyduğunda kendini yiyip bitiriyor.sun Yetersiz, çaresiz, beceriksiz, fakir hissediyor ama bu duyguların nereden geldiğini hatırlamıyorsun, çünkü tetiklendiğin şeyin farkına varamadın.
Bu arada yetersizi açayım: çocuğunu hesaplarda gördüğün çocuklar kadar mutlu edememişsin. “Çaresiz”: ne yaparsam yapayım bir sorun çıkıyor. “Beceriksiz”: galiba herkes yapıyor ama ben yapamıyorum. “Parasız”: o kadar çalışıyorum çabalıyorum yine de benim aldığımdan daha iyi bir mama sandalyesi varmış, bak ben onu bile bulmayı başaramayıp bunu almışım ya da onu da almak istemiştim ama pahalıydı, bunu aldım. Çok basit ama çok gerçek. Bunların hepsi çok yıkıcı. Evet, her şeyin bu kadar problemsiz, toz pembe gösterilmesi, kelimenin tam anlamıyla yıkıcı geliyor bana.
İdeal anne tasvirleri diziler, filmler ve tabii ki günlük hayatta sıklıkla işleniyor. Son dönemde farklı bakış açılarına sahip filmler de izliyoruz. The Lost Daughter, aklıma gelen ilk örneklerden biri. Sen de izledin hatta bununla ilgili bir bölüm de yayınladın. Ne düşünüyorsun hem bu filmle ilgili hem de ekranlardaki anne figürleriyle ilgili?
Türkiye’de güçlü, yalnız anneyi çok pompalıyorlar ona da sinir oluyorum mesela. Çocukları için mücadele eden, onlar için her şeyi yapan ama tüm zorluklar yaşanırken yanında kendisine en çok destek olan aslında hoşlandığı erkek figürünün duyduğu aşka da karşılık vermeyen, bir türlü ona evet demeyen… Yani, daha anlatmama gerek var mı!!
Bugüne kadar anneliğe dair izlediğim hiçbir film ve belgesele The Lost Dauhgter’ı izlediğim gözle bakmamışım. Haneke’nin La Pianiste’indeki anne-kız ilişkisi ve Isabelle Huppert’in karakteri hep çok ilginç ve sarsıcı gelmiştir bana ama orada kendi anneliğimle bulduğum değil, evlatlık deneyimimle baktığım bir göz var yine sanki.
The Lost Dauhgter’da tüm duygu ve gözlemlerin bana ait olması, benim kendi içimdeki dönüşümle, kendi isyanımın farkına varmış olmamla ilgili bir şeydir belki. Yani filmi izlerken başta, yer yer o sırtıma takılmış lastiklerle koşmuş gibi hissederken, yer yer çok iyi anlıyorum, benzer hisler taşıyorum, özgürüm gibi geldi. Yer yer de o kalıplar arasında sıkışmışlığımı ve şak diye ördüğüm duvarlara çarptığımı hissettirdi. Kötücül olmayan bir yerden söyleyeyim; bana çifte standartları başka toplumlar da görmek, kendi hayatımda deneyimlediğim irili ufaklı olumsuzlukları başkalarının hayatlarında görmek iyi geliyor. Dolasıyla filmde de bununla başa çıkması gereken kişinin kadın oluşu, anne oluşu bana iyi geldi. Orada erkek iyice katılımcı, çocuk olayını daha içselleştirebilmiş bir baba olsaydı, anneyi, açmazı içinde yalnız bırakmadığını görseydim, sanırım kendimi daha kötü hissederdim 🙂
Bu arada Leda’nın yaşamadığı duyguları bile, yani gösterilmeyeni de anladığımı düşündüm hep izlerken. Böyle bir okumayı yapabilmek, birbirimize de sunabileceğimiz anlayışa dair bir kapı açtı bana aslında. Yani ben bir filmle, o kurgusal karakterin hissettiğini varsaydığım duygulara, karşılaştığını varsaydığım zorluklara bile erişebiliyorsam aslında diğer annelerle de aynı ilişkiyi kurabilirim, kendi anneme de aynısını yapabilirim. Tüm kadınlar ve anneler aslında birbirine bu derin anlayışı sunabilir hissine kapıldım. Anlayış da hoşgörüyü getirir belki… Sonra o anneler anlayışlı ve yargılardan uzak çocuklar yetiştirir ve onlar da ve onlar da 🙂 Bu filmi acımadan eleştirenler, izlediğimiz anneyi yargılayanlar da var mutlaka. Ama bir annenin arzularını, tutkularını takip etmesi ve aslında kendi olmak için kendiyle verdiği o mücadeleyi izlemek bana iyi geldi. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam 🙂
Benim Instagram gönderimin altına da Leda’yı eleştiren yorumlar geldi. Bunu da ilginç buluyorum ve bana sanki insan yine içine dönmeliymiş gibi geliyor. Yani çocuklarını kendi arzuları için terk etmiş bir kadın izlediğinde sen kendi içinde ne görüyorsun ya da ne hissediyorsun, neyden bu kadar korkuyorsun ki bu kadına böyle öfkeleniyorsun, onu eleştiriyorsun. Yargıladığımız her şeyde durup bir yargıladığım şey beni nereden tehdit ediyor diye düşünmek lazım lazım sanırım.
Genelde dinleyiciler sana ulaşıp kendi deneyimlerini anlatan mesajlar atıyor, hatta sen de bu tarz duyuralar yaparak bir anlamda dertli annelerin sesi oluyorsun diyebiliriz. Nasıl tepkiler alıyorsun?
Evet, çok fazla yazan oluyor. Acayip hoşuma gidiyor. Dertleşiyoruz, çocuklarımızı ya da kendimizi çekiştiriyoruz. Konu önerisi sunanlar da oluyor. Tabii kınayanlar ya da kibarca “uyaranlar” da. Kınayan insanlar olacağını, bunun herkese hitap etmeyeceğini biliyordum. Bu beni şaşırtmıyor, üzmüyor ya da öfkenlendirmiyor.
Berbat Bir Anne podcast olarak devam ediyor. Başka planların, projelerin ya da bu “günah çıkarma ayinini” geliştirmek için hayallerin var mı?
Bir kere podcast yayınlarına devam etmek istiyorum. Annelik de tüm anneler için süregelen bir şey olduğundan konu bulmakta zorlanacağımı sanmam. Ayrıca cinsiyet eşitliğini gözeten her türlü forma evrilebilir podcast’im, hiç itirazım olmaz. Bunun dışında çok planlı bir dönemimde değilim. Sadece şunu söyleyebilirim podcast’i merkeze aldım. Diğer işlerimle meşgul olmuyorum. Hal böyle olunca mutlaka benim için yeni hayaller, fırsatlar, projeler doğacaktır çünkü mindful bir şekilde buradayım 🙂