
Anneler, mantarlar ve bizi hayatta tutan umutlar: Björk’ün yeni albümü Fossora’dan birkaç kuple
Björk ta 1975’ten beri bazen çok iyi bildiğimiz, bazen bilip de adını koyamadığımız ya da hatta belki de şimdiye dek hiç hissetmediğimiz duyguları anlatıyor. Kimimizin yaşı hepsini o esnada dinlemeye yetmiş kimimiz de sonradan katılmışız bu topluluğa. 2017 çıkışlı Utopia albümünden sonra sonunda sessizliğini bozmuş ve geçtiğimiz Haziran ayında yeni albümünü bitirmek üzere olduğunu bildirmişti bizlere. İşte o albüm sonunda geldi; şimdiye dek gökyüzünde süzülen Björk’ün yere inmiş hatta toprağa köklerini salmış albümü Fossora ile karşı karşıyayız. (Mecaz yapmıyoruz, gerçekten öyle.)
Şu zamana kadar bizi gezintiye çıkardığı dünyaları ve atmosferleri saymaya kalksak günümüz gecemize karışır. Ama kendimizi bu sefer yeryüzünde buluyoruz. Daha bilindik bir yer gibi, yani bizim açımızdan… Björk’ün aile bağlarına, özellikle annesinin ölümünden sonra anneliğe olan bakış açısına dair çok şey anlatan bu albümle birlikte toprağa iniyor; köklere uzanıyor ve mantarları seyre koyuluyoruz. Bu yeni dünyada alışık olmadığımız bir umut var. Bir nevi hayatın tüm döngülerini kabul ediyor ve buna biraz da seviniyoruz. Björk her zaman olduğu kadar içten bir şekilde bize kendi duygularını anlatırken onları yaşamış olup olmadığımızdan emin olmak için bize de tattırmanın yollarını arıyor. Tabii ki, öncekilerde de olduğu gibi, bu albümde de birçok farklı desen ve katman var. Milföy hamuru gibi dizilmiş müzikal ve lirik anlatılar için kemerlerinizi bağlayın ve merak etmeyin, Björk de konuyu ele almış durumda ve bir podcast’le tüm albümlerini bir bir anlatacak bizlere. Björk’ün farklı diyarlarla dolu müziğine ve son albümü Fossora’ya dadanıyoruz.
Björk’ün kendi dünyasındaki tüm çiçeksi canlıları, göz alıcı yeşillikleri tanıttığı 2017 tarihli Utopia albümünden sonra bu sefer yerin altına iniyor, topraktaki mantarların arasında umut dolu bir yolculuğa çıkıyoruz. Pek çok bitkiye kıyasla büyümek için çok az şeye ihtiyaç duyan ve tüm engellere rağmen kendi yolunu bulabilen mantarların elbette ki umut veren bir tarafı var. (Zorluklara karşı hayata tutunmak vs. Mantarlar üzerinden her türlü hayat dersini çıkarmak serbest.) Björk de bu ihtimallere tutunuyor. Köklere inmişken Björk hayatından ve geçmişinden birini daha beraberinde getiriyor; 2018’de hayatını kaybeden çevre aktivisti annesi Hildur Rúna Hauksdóttir’in ruhunu albümün birden fazla köşesinde hissediyoruz. Kendisinin aritmik hissiyatlarına ne kadar alışsak da bu sefer ritimde hareket etmek için kimseye şans vermemiş aslında. Ama belki de bu, hayatın kendi akışını ele alan albümün içerisinde bize yapılan bir oyundur, kim bilir…
Sorrowful Soil parçasında kadınlığa farklı bir bakış açısıyla yaklaşırken soru işaretleri uyandırıyor: “Bir kadın hayatında 400 yumurtaya sahip olur ama sadece iki ya da üç tanesi kalıcı olur”. Sözün hemen ardından Hamrahlid Korosu kadınlarının sözü alışıyla farklı bir ambiyansa doğru yol alıyoruz. Koronun filarmonik seslerinin arasından yankılanan “duygusal bir kumaş” sözü ise ilmek ilmek işlenen anneliğe ithafen yaptığı bir benzetme. Anneliğin sosyal bir inşa olduğu meselesini bir kenara koyalım tabii ama Björk biraz da kendi annesinden yola çıkıyor aslında. Her ne kadar nihilist olsa da çocukları için büyük fedakarlıklar yapmış ve hayat felsefesini de bir kenara atmış Björk’ün annesi.
Aslında Sorrowful Soil’u annesinin ölümünden önce yazmış ve ölümünden sonra ise albümün bir sonraki parçası olan Ancestress’i yazmış. Birçok katmanın bulunduğu bu parçada Björk oğlu Sindri ile birlikte vokallere çalışmış. Albümü umut dolu yapan parçalardan biri de bu aslında. Anneyle kızın birbirlerine geçirmiş olduğu sevgiyi ele alıyor ve bu sevginin 10 yıllardır çocukluk anılarıyla birleşerek dönüşüm içerisinde olduğunu anlatıyor bizlere. İzlanda’daki cenaze törenlerinde rahibin ölen kişi hakkındaki bilgileri sıralaması bir gelenekmiş. Björk de annesinin ölümünü bu şekilde anıyor; disleksisinden, alternatif tıbba olan antipatisine kadar pek çok farklı özelliğinden bahsediyor. Parça boyunca tik-tak akan saat sesi “atalarımın vakti geçiyor” sözleriyle birleşiyor ve bir yandan da vaktin kendi için ya da başka bir deyişle tüm hayat döngüsü için devam ettiğini hatırlatıyor.
Albümün belki de en huzursuz atmosferine sahip olan parçası Victimhood, derin baslar ve rüzgar sesleri eşliğinde kurban arketipine düşmenin rahatsız ediciliğini bizzat hissetmemizi sağlıyor. Kendisinin bu durumda olmaya karşı olan isteksizliğini birbirine girmiş vokaller ve sesler arasında hissedebiliyoruz. Albümün sonunda yine anneliğe geri dönen Björk aslında bu kavramı albümün temeline ve köklerine yerleştirerek biraz da tüm döngünün annelik üzerinden nasıl çerçevelendiğini ele alıyor. En azından geleneksel biçimde nasıl hisler yarattığı üzerinden ilerliyor diyebiliriz. Anneliğe geri döndüğü anda kızına aktardığı annelik de ortaya çıkıyor. Her Mother’s House isimli düette bir annenin aslında çocuğunu kendi dünyasında serbest bıraktığında nasıl çiçekler açtırabileceğini kendi dilinden anlatıyor Björk. Üç jenerasyon kadınlığı bir albüme sığdırırken bir yandan da bu nesilden nesle aktarılan kavramı kendine göre nasıl tanımladığını anlatıyor. Yani anlayacağınız bu albüm bir kitap… Hatta bu parçada kızı Isadora’nın da sesini Björk’le birlikte duyuyoruz.
Aslında bir nevi varlığın, sevginin, doğanın ve kanunlarının sorgulandığı, derinlere daha da derinlere inen bu albümde hayat bir döngü olarak ortaya konuyor. Hatta albümün ismi Fossora, Latince “kazıcı” anlamına gelen kelimenin dişil çekimli hali. Kendi bilinci, hayatı ve atalarını anlamaya çalışırken annelik ve hayatın döngüsü üzerine de uzun uzun düşünüyor Björk bu albümde. Ve her zamanki gibi hiçbir şeyden çekinmiyor ve bu kişisel yolculuğu sırasında mantarların rengarenk ama bir o kadar da karanlık ve umut dolu dünyasına hikayeleri eşliğinde dalıveriyor. Onun o üç oktavlık eşsiz sesini dinlemek kadar keyifli bir şey daha varsa o da bu hikayeleri zaten. Her satırı üzerinde uzun uzun kafa patlatıp yorumlar yapabilirsiniz.
Neyse ki bize bu konuda da yardımcı oluyor kendisi. Eylül ayında başladığı podcast kariyerinde her albümüne tek tek değiniyor, anlattığı duyguları, dokuları ve hissiyatları yazar Oddny Eir ve müzikolog Asmundur Jonsson da dahil olmak üzere kendisine eşlik eden arkadaşlarıyla birlikte ortaya döküyor. Podcast serisi 1993’te yayınlanan ilk solo albümü Debut ile başladı. Björk’ün diskografisinde hızlı ve emin adımlarla ilerleyen yayınlarda Biophilia albümüne kadar da geldiler. Björk’ün hikayelerine doyamayanlar için eşsiz bir kaynak bu gerçekten.