“Doğanın ‘ctrl+z’si yok”: Müsilaj Marmara Denizi kirliliğinin olası sonuçlarından yalnızca biri

”Doğanın ‘ctrl+z’si yok.”

Başlıktaki bu cümle bize değil, Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nden Sedat Durel’e ait. Marmara Denizi’ni saran müsilaj ile birlikte bir denizin yavaş ve acılı ölümüne şahit olurken, geri dönüşü olmayan noktayı geçeli ne kadar olmuş anlamak için Sedat Durel’in kapısını çaldık. Ve durum evet, hiç de umut verici değil.

Deniz salyası olarak da bahsedilen müsilaj Marmara’yı sarmaya devam ederken aslında bunun beklenmedik olmadığını hatta Marmara Denizi’nin çoktan ölmüş olduğunu öğrendik. ”Bu denizi kim öldürdü” diye sorarken birbirimize, ana akım medyada çıkan haberlerle birlikte kafamız daha da karıştı belki de… ”Depremle sismolog, salgınla enfeksiyon uzmanı, aşıyla virolog, Sedat Peker ile derin devlet uzmanı olan biz Marmara’nın taşıyamadığı kirlilikle birlikte müsilaj uzmanı haline geldik” diyor Sedat Durel, Gazete Nisan’daki yayınlanan yazısında. Deniz salyası ve müsilaj ana akım haberlerde daha çok dönmeye, günlük hayatımızın orta yerinde de geçmeye başlamış olsa da biz işin gerçek uzmanına danışalım, bir de şu etrafımızı saran bilgi kirliliğinden kurtulalım dedik.

İstanbul’da, yanı başımızda masmavi uzanan bu denizin yok oluşu belki de tek gündemimiz olmalıydı ama unutmayın burası Türkiye, burada mevzu bitmez…

Müsilaj ya da günlük dilde deniz salyası hakkında çok fazla söz söyleniyor son günlerde. Bunun da bir bilgi kirliliği yarattığı muhakkak. Baştan soralım o yüzden: Müsilaj hakkında ‘‘doğru’’ bilinen yanlışlar neler?

Komik gelecek belki ama müsilaj konuşurken yaşadığımız en büyük yanılgının sadece müsilaja odaklanıp ondan bahsetmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü müsilaj kendinden menkul, Van Gölü Canavarı gibi birden ortaya çıkan ve telaş yaratan bir varlık değil. Müsilaj Marmara Denizi kirliliğinin olası korkutucu sonuçlarından yalnızca biriydi. Kulağa acı gelecek belki ama bugün yaşadığımız bir anlamda olmuş bitmiş bir şey. Ben meselenin sadece müsilaja karşı bir mücadele değil; doğrudan doğruya, özellikle Marmara Denizi olmak üzere tüm denizlerimizin kirliliği üzerinden kurgulanması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa mevsimsel değişiklikler, beklenen akıntı ve rüzgarlarla müsilaj sorunu en azından yüzeyde görünen yüzüyle bir süre sonra geçici olarak ortadan kalkabilir de. Ancak bu benzer sorunun tekrar yaşanmasına ya da başka türden sorunlarla karşılaşmamıza engel olmaz.

Müsilajın oluşumunu basitçe üç aşamada sıralayabiliriz. Birincisi; Marmara Denizi üzerindeki kirlilik yükü ciddi şekilde artıyor. Bunu artıran nedir peki? Öncelikle İstanbul, Kocaeli, Yalova, Tekirdağ ve kısmen de Çanakkale’nin atıksuları Marmara Denizi’nin derinliklerine, akıntıyla beraber Karadeniz’e gitsin diye, deşarj ediliyor. ‘‘Bunlar arıtılmıyor mu’’ diye sorarsanız cevap yine kötü. İstanbul’da atıksuların yüzde 65’i yalnızca odun, plastik vb. yabancı maddelerden (dikkat suya yabancı değil, atıksuya yabancı maddelerden) ayrıştırılarak, süzülüp Marmara’nın dibine veriliyor. Düşünün her gün 25-30 milyon insanın atıksuyu doğrudan Marmara’nın dibine gidiyor. Buna bir de sanayi atıklarını eklerseniz durum iyice vahim bir hal alıyor. TÜİK’e göre Türkiye genelinde imalat sanayiinin atıksularının şok edici bir oranı benzer şekilde alıcı ortama veriliyor. Bunu ben söylemiyorum, TÜİK raporluyor. Aklınıza Ergene’yi, Tuzla’yı, İzmit Körezi’ni, Gebze’yi getirin… İşte pimi çekilmiş bomba burada duruyor.

Şimdi ikinci adıma geçiyoruz. Bizim kirlilik ya da organik yük dediğimiz şey, kimi tek hücreli canlıların besini. Fotosentez yapan bu canlılar, ortamda bol besin olunca aşırı şekilde ürüyorlar. Üçüncü adımda ise artık bardak taşıyor, o kadar çok üremiş durumdalar ki daha fazla üreyemiyorlar ve ölmeye/patlamaya başlıyorlar. Bu canlıların biyolojik atıkları, salgıları ve kendileri de çeşitli sebeplerle bir araya geliyorlar. Onların oluşturdukları bu yapı bugün gözlemlediğimiz müsilaj denen şeyi oluşturuyor. Yani müsilaj korkunç bir durumun yalnızca sonucu. Sadece ondan korkmak, müsilajı konuşmak çok yetersiz. Bizim daha kötü sonuçları doğurabilecek ya da yeni bir patlamaya sebep olabilecek şeye, Marmara deniz kirliliğine odaklanmamız gerekiyor.

Sosyal medyada da deniz salyası etrafındaki tartışmalar arttı. Son birkaç gündür, ‘‘Marmara Denizi’ni kim öldürdü’’, ‘‘Bu kirliliğin suçlusu kim’’ temalı paylaşımlar dönüyor. Hakikaten bunun arkasındaki suçlu kim? Birey olarak günlük yaşamdaki alışkanlıklarımızla bizim bunda ne kadar payımız var?

Ben bir payım olmadığını biliyorum. Hatta böyle olmaması için de üyesi olduğum tüm kurumlarla bir mücadele içerisindeyim de. Başta da meslek örgütümle düzenli olarak yanlış atıksu arıtım planından bahsettik, durumu raporladık. Benim için bunları yapmak başta politik bir sorumluluk, ayrıca da meslek etiğinin de bir gereği. Ancak hayata bu iki yerden bakmayan kişilerin de otomatik olarak sorumlu olduğuna da inanmıyorum! Böyle yaklaşımlar akla aykırı ve yalnızca gerçek suçluların işine geliyor.

Marmara’nın bu hale gelmesi bir yönetim-planlama zihniyetinin sonucu. Az önce imalat sanayiinin atıksularından bahsettik. Bunları denetlemesi gereken kurum kim? Bakanlıklar, Valiliklere bağlı Çevre Şehircilik İl Müdürlükleri. Atıksu arıtma tesislerini planlamak ve yönetmekten kim sorumlu? Yerel yönetimler… Buradaki yetkililer bu hataları yaparken bu gibi olayların yaşanma ihtimali bilinmiyor muydu? Kimse uyarmamış mıydı? Tabii ki biliniyordu. Bana göre sorumlular çok net.

Diğer sorunuza gelirsek, hal o kadar kötü ki alacağımız kişisel tedbirler maalesef ki okyanusta bir damla gibi kalıyor. Ama yine de bir kültür ve mücadele yaratmak için bunlar oldukça önemli. Kişisel yaşamımızda su ayak izimizi azaltacak tedbirleri incelememiz, deterjan kullanımımızda daha çevre dostu ürünler tüketmemiz, giyim ve beslenme alışkanlıklarımızı bu doğrultuda yeniden düzenlememiz ve çalıştığımız yerlerde de bu tip uygulamaların hayata geçirilmesini isteyip, her şeyden önce denetlememiz asla küçümsenmeyecek adımlar olur.

Küçük görülecek olabilir ama bir konunun daha önemle altını çizmek isterim. Sizinle aynı kuşağın insanlarıyız ve ikimiz de İstanbul’da kokuşmuş bir Haliç’e doğduk. Dolayısıyla kirlilik bizim için maalesef ki normal oldu. Zamanla da Haliç ile beraber Marmara’nın da yüzülecek, tatil yapılabilecek hatta temiz olabilecek bir deniz olmadığını da yanlış bir şekilde kabullendik. Halbuki Marmara geniş düşünecek olursak Akdeniz’in en özgün yerlerden biri. Mesela Anadolu, kimi yerleri dışarıda bırakacak olursak, tarih boyunca çok verimli bir yer olmadı. Ama Marmara bölgesi öyleydi. Maalesef ki Avrupa kapitalizminin Yeni Dünya’da, Afrika ve Asya’da yarattığı yıkımı bizim kapitalizmimiz biraz gecikerek de olsa Marmara’da yaptı. Marmara bizim talan edilen küçük yeni dünyamız oldu. Ama biz bunun temiz olmasını isteyebilir, diretebiliriz. Bir-iki üst kuşağımızdan duyduğumuz İstanbul plajları, balıkları, yüzme hikayeleri kaybedilmiş ve olmayacak işler değil. Bugünü olağan karşılamamalı, talep etmeliyiz. Yoksa Haliç ile başlayan kayıp Marmara’ya uzandıysa sıra açık bir şekilde Saroz’da. Uzatmadan, oraya yapılması planlanan kimsenin de ihtiyacı olmayan limanın Saroz’u Marmaralaştıracağını söylemekle yetineyim. Kimse ne Saros’u kaybetmeyi ne de kirli bir Marmara’yı kabul edilebilir görmeli.

Deniz salyası Marmara Denizi’nde yeni oluşan bir şey değil. Peki tehlikenin neden farkında olamadık? Tüm bu süreci 2021’de hızlandıran ne oldu?

Aslıda bilimsel tüm raporlar bunu ifade etti ve yetkililer defalarca uyarıldılar. TMMOB’nin arşivinde Ölçü dergisinde malum atıksu yönetim planı oluşturulurken yapılan uyarıları ben de gördüm. Bunun dışında üniversite yayınları ve hatta bakanlık ve ilgili kurumların raporları bile bu doğrultuda yeterli uyarıyı sunuyordu. Ancak merkezi yönetim bunu önemsemedi. 90’lı yıllara doğru Marmara benzer bir sorundan ötürü kırmızı ve yeşile dönmüştü. Ardından 2007’de bundan çok daha küçük çapta da olsa bir müsilaj oluştu ve önemsenmedi. 2010’lardan itibaren bugün patlayan canlıları takip eden ölçümler düzenli bir tırmanışı raporluyordu. Tüm olgulara rağmen icra mercii maalesef ki bütün olan biteni mevsimsel olarak adlandırmayı sürdürdü. Burada bana göre bir kasıt var, “bizden sonrası tufan!” demişler. Öyle ki bu ölçümlerin kimilerini doğrudan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yaptı, raporladı ve yayınladı. Ama veriler açıkça ortada olmasına rağmen risklerin neler olduğunu telaffuz etmediler. Yani her şey gözlerinin önünde oldu.

Neden 2021’de gerçekleşti sorusunun yanıtı da yönetimdeki bir değişiklikten, sistemsel bir farklılıktan değil tamamen bir kirlilik birikimi ile bardağın taşması ve Marmara’da öncesinde de görülen olağan dışı ısınmanın fitoplanktonların aşırı üremesine olanak sunmasında gizli. Maalesef ki hem iklim krizi hem de Marmara’nın kirliliğinden ötürü Marmara dünya ortalamasından da fazla ısınmış durumda. Bugün gördüğümüz müsilaj 2021’den öncesinde aşırı üremeye başlamıştı ve bugün daha fazla üreyemeyerek denizin yüzeyine çıktı.

Geçtiğimiz günlerde MAREM (Marmara Environmental Monitoring –Marmara Çevresel İzleme) projesi yürütücüsü ve hidrobiyolog Levent Artüz’un Bir+Bir ile bir röportajı yayınlanmıştı. Artüz, Marmara Denizi’nin 1989 yılında öldüğünü söylüyor. Geçmişten bugüne bakacak olursak, Marmara Denizi etrafındaki politikalar bu ölümü nasıl hızlandırdı?

Levet Artüz bu konuda en çok konuşabilecek kişilerden biri. Yıllardır Marmara’yı pek çok noktadan numune alıp analiz eden çalışmaları koordine ediyor. Kendisinden önceki çalışmalara da vakıf. İlk kez de konuşmuyor. Artüz’ün bu sözleri geçmişte de ifade ettiğinin Kanal İstanbul Raporu’nu hazırladığımız dönemler üzerinden ben de şahidiyim. Yakın dönemde konu hakkında yaptığımız bir YouTube söyleşisinde de bugüne değin yayınladığı raporlar üzerinden fikri takip yapma şansımız olmuştu.

Kastım asla yanlış anlaşılmasın ama ben Artüz’ün dediğini haddim olmayarak bir kez daha fakat farklı bir vurguyla ifade etmek isterim. Bildiğimiz, bize anlatılan Marmara öldü. O artık yok. Söylerken bile içim acıyor, ama maalesef durum bu. Ama yine de Marmara bitmedi. Bugün elimizdekinden çok daha iyi bir Marmara’yı, hatta hayallerimizi aşacak bir şekilde de yaratmak hâlâ mümkün. Bu yüzden ben çürüyenin Marmara’nın cesedi değil de bir yönetim zihniyeti odluğunu düşünüyorum. Buna karşı mücadele etmek ve bunu değiştirmek açısından da uyuştuğumuza inanıyorum.

Marmara’nın bugüne gelmesine sebep olan şeyin evsel ve sanayi kaynaklı atıksuların Marmara’nın dibine deşarj edilmesi politikasında düzenli ve artan orandaki ısrar olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Hata üzerine yeni hata yapmaktan çok, yetkililerin hatalı bir uygulamayı sürekli olarak derinleştirmeleri bizi bugüne taşıdı.

Küresel iklim krizinin başta deniz salyası olmak üzere, deniz kirliliğinde nasıl bir etkisi oluyor?

Bu çok boyutlu şekilde yanıtlanması gereken bir soru. Sıcaklık artışının deniz salyasına sebep olan fitoplanktonlar için daha uygun üreme koşulları yarattığını söyleyebiliriz. Ancak yine de sadece sıcaklık yetmez, kirlilik yoksa bu düzeyde bir salya da ortaya çıkamaz.

Ben sorunuza önemli olduğunu düşündüğüm bir başka yönden yanıt vermek istiyorum. İklim krizinin temel sebebinin sera gazları olduğunu biliyoruz. Bir bilgi daha; dünyanın en büyük oksijen üreticileri sanılanın aksine ormanlar değil, denizlerdeki kimi tek hücreli canlılar aslında alglerdir. Ama bu canlıların yaşamı için pH dengesi (denizin asitliği diyelim) oldukça kritik. Atmosferde karbondioksit oranı arttıkça o orada durmuyor, okyanuslarda da çözünüyor. Böylece tükettiğimiz gazlı içecekleri düşünürseniz okyanuslar da daha asidik hale geliyor. Buna dayanamayan alglerden oluşan mercan resifleri de ölüyor. Yani durum sadece artan oranda karbon emisyonu ve onun sonuçları olmanın ötesinde, bu emisyonun o karbondioksiti tüketip oksijen üretmesi gereken canlıları öldürmesi ile beraber katmerleniyor.

 

Deniz salyasının bugünlerde Marmara kıyılarından Ege’ye doğru inmeye başladığı söyleniyor. Müsilajın temizlenmesi ya da ortadan kaldırılması ne kadar mümkün? Ve su altındaki yaşama ne şekilde etki ediyor? Daha doğrusu şöyle soralım: Geri dönüşü olmayan noktayı geçtik mi sahiden?

Bu zor bir soru. Bana göre yapılmış hiçbir şey, doğa üzerindeki hiçbir etki geri alınamıyor. Doğanın ‘ctrl+z’si yok. Bu bağlamda geri dönmek zor. Ama daha iyi bir hale gelmek kesinlikle mümkün. Marmara’yı bu hale getiren atıksuların Marmara’ya verilmesi ise, evsel atıksuların tamamını ileri arıtmadan geçireceğiz ve sanayi kaynaklı atıksuların tamamında arıtma uygulanacak. Uygulamayan işletmeler kamulaştırılacak. Bunları uygular, bir de Kanal İstanbul gibi mega projelerin durmasını sağlarsak, nereye döneriz bilmiyorum ama yeni ve büyüleyici bir Marmara’mız olur. Sait Faik’i daha iyi anlayabiliriz. Buna eminim.

Ege ve Karadeniz’e yayılmasına da temkinli bakmak gerekiyor. Bu söyleyeceğim teyit edilmeli ama benim takip edebildiğim kadarı ile az önce Marmara’da oluşumunu anlattığım gibi Ege’de kirlilik kaynaklı bir canlı üremesi ve patlaması ile görülen bir müsilaj yok. Ege’de Marmara’dan akıntı ile gelen müsilajı görüyor olabiliriz. Bu iyi bir şey mi, tabii ki değil. Ama Marmara’yı koruyarak çözümü sağlayabileceğimizi gösteriyor.

Medyada daha fazla yer etmeye başlamış olsa da nasıl bir eylem planı izleneceğine dair hâlâ bir belirsizlik var. Gerçi sonunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bir eylem planı açıkladı ama… Sizce plan ne kadar yeterli? Başka neler yapılmalı?

Bakanın açıkladığı 22 madde uzaktan bakılınca güzel ama iki temel sorun var. Niçin yüzeyi temizlemek için başlatılan çalışmalar dışında -ki bu sorunun çözümü değil, çözüm Marmara Denizine kirlilik yüklememek- hiçbir madde hemen uygulanmıyor? Mesela Marmara’ya uygunsuz atıksu deşarj eden işletmelere zaman tanınacağı bile ifade ediliyor. Bu ne demek? Birilerine Marmara’yı öldürme hakkı tanımak demek. Mesela Marmara korunan alan ilan edilmiyor, korunan alan olması için bir planlama yapılacağı ifade ediliyor. Oysaki korunan alanın ne olduğu net. Plan bir acil eylem planı olmaktan çok, orta-uzun vadeli hedefleri içeriyor. Atılması gereken adımların acil adımlar olduğunu artık hepimiz biliyoruz.

Peki bundan sonrasında bize ne düşüyor?

İklim krizinin gözle görünür etkilerini deneyimleyip bir de üzerine pandemiyi yaşayan bizler için içinde bulunduğumuz durum Yunan tragedyalarını andırıyor. Pandemi sayesinde doğa temizlendi hiç değilse Marmara’da yunus görüyoruz, İstanbul’da Uludağ görünüyor deyip bir yıl sonra bu korkunç manzaraya şahit olmak başlı başına bir travma.

Bilimsel veriler sanki bizim tragedyamızın kahinleri gibi başımıza nelerin geleceğini söylüyor. Bunu heves kırıcı, depresif bulabiliyoruz. Ama ne olur unutmayalım, bir konuda tragedyalardan ayrışıyoruz. Çünkü bu felakete yürüyelim diye canla başla çalışan gaddar tanıralar yok. Yine de biraz talihsiz bir döneme denk geldiğimizi ben de kabul ediyorum çünkü olan biteni izleme, bizi ilgilendirmiyor deme lüksümüz kalmadı. Bu sebeple yaşadığımız yerden, çalıştığımız yere, oy verdiğimiz partiye, üye olduğumuz herhangi bir yere kadar ekolojik yıkımı ve küresel iklim krizini gündem alıp buna karşı mücadele etmeye zorlamalıyız. Günlük hayatımızı da yeniden düzenlemek zorundayız. Ama ne olur bunları yaparken “yeşil ekonomiler”, “duyarlı topluluklar”, “sürdürülebilir zenginleşme” yalanları ile kendimizi avutmayalım. Çünkü öyle bir şey yok!

Ben kısaca ekolojik yıkım yaratan tüm odakların emek ve meslek örgütlerinin denetiminde kamulaştırılarak iyileştirilmesi, iyileştirilemiyorsa kapatılması ve alternatiflerinin bu şekilde yaratılması gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple kişisel olarak emek ve meslek örgütlerine dahil olup, işin gerçek sahipleri ile beraber olmanın en önemli sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Bu örgütlerin de kendine has sorunları elbette ki var. Evet, işimiz kolay değil. Ama kesinlikle mümkün. Aksi halde, kaçacak başka yerimiz yok ve diğer önerilerin işe yaramadığını da çoktan gördük.