
Farklı personalarıyla beyazperdenin idolü: Bob Dylan
Müzisyenin farklı kimliklere büründüğü 55 yıllık kariyerinden onlarca hikaye çıkar. Peki sen hangi Bob Dylan’sın Timothée Chalamet?
Sinema dünyası Bohemian Rhapsody’nin peşinden rock star biyografilerine kendini iyice kaptırmış durumda. Bir de üstüne Rocketman’in başarısı gelince yapımcılar vitesi iyice artırdı. David Bowie, Elvis Presley hakkında çekilecek yeni filmlerin haberleri birer birer düştükten sonra sıra şimdi de Bob Dylan’da…
Gerçi sinema aleminin yolları Bob Dylan’la ilk kez kesişmiyor. Kendisinin David Bowie gibi, bizzat aktörlük yaptığı filmler çok fazla olmasa da hakkında çekilmiş pek çok belgesel var. Ve tabii bir de altı farklı oyuncunun, Bob Dylan’ın hayatından farklı dönemleri canlandırdığı o meşhur I’m Not There filmine de selam çakmak gerekir bu noktada.

Timothée’den önce Cate Blanchette vardı arkadaşlar.
Şu mevzuda tartışmalar ikiye ayrılıyor: Bildiğimiz anlamıyla rock’n roll’u ilk başlatan müzisyenin Bob Dylan olduğunu söyleyenler de var, koyu bir şekilde her şeyin Elvis Presley’le başladığını savunanlar da. The Beatles bu işin neresinde diye soranlara da bir cevap verelim: Bu iki ismin de grubun müziğinde etkili olduğu söyleniyor. İlk yıllarında Elvis ve Chuck Berry gibi isimler üzerinden müziğini şekillendiren dörtlünün, Bob Dylan’la yolları kesiştikten sonra hem onun müzikal stilinden hem de protest duruşundan ilham aldığı söylenir.
Bu açıklamayı niye yaptığımıza gelince…
Evet, tutup da rock’n roll’u Bob Dylan icat etti gibi söylemlere girişmeyeceğiz ama müziğin bir şeyler değiştirebileceğine dair inancı popüler anlamda ilk o fişekledi, tartışmasız. Elinde gitarı ve o meşhur mızıkasıyla bir halk kahramanı gibi yazdı, söyledi tıngır tıngır. Folk ve blues arasında şekillenen müziğiyle nice kalpleri ateşledi. Sonrasında çıkacak müzisyenlere de büyük ilhamlar verdi. Bir nevi 60’ların politik sembolü oldu, kitleleri peşine taktı.
1965 yılında ise kendisi için küçük bizim için büyük bir değişiklik yaptı Bob Dylan: o tıngır mıngır gitarını, elektronik gitarla değiştirdi. Sahnede grubuyla birlikte cayır cayır rock’n roll yapan bir müzisyendi artık. Dağınık saçları, mızıkası ve şiirleri aynı kaldı ama o tarihten sonra ‘halk çocuğu’ stilinden uzaklaşıp uslanmaz bir rock star’a dönüşmüştü. Rock star olmak için kasanların hayallerini süsleyecek bir imajla hem de. Son derece ‘çabasız’ ve doğal bir umursamazlık içinde üzerine geçirdiği siyah ceketleri, gözünden çıkarmadığı siyah güneş gözlükleri ve basınla olan iğnelemeli laf dalaşları onu gerçek bir asiye dönüştürmüştü popüler kültür içerisinde. (Bu söyleyeceğimi sadece benimle aynı dönemde üniversite okuyanlar hatırlayabilir belki ama 2005 sonrası bir Bob Dylan furyası daha kopmuştu. Stil anlamında. Daracık siyah jean’ler ve siyah Ray-Ban Wayfarer gözlükler ve dağınık saçlarla ilk hipster hareketi başlamıştı. Sakal henüz hipster’lıkla özdeşleştirilmemişti ve güzel günlerdi. Bu tarz bohem rock’çı stiline bürünenlerin kaçı Bob Dylan’ı taklit ettiğinin farkındaydı merak ediyorum ama bu bile adamın on yıllara yayılan etkisinin bir kanıtı olmaya yeterli.)
https://open.spotify.com/track/0f5N14nB8xi0p3o4BlVvbx?si=DtXWop2CTCOvLMSmdP_yoA
1966 yılına gelindiğinde ise sonra birkaç yılın yorgunluğuyla gözlerden çekildi Bob Dylan. Geçirdiği bir motor kazasını bahane göstererek, birkaç yıl gözden ırak takıldı. Basın önüne çıkmadı. Hızlı yükselişinin verdiği dağınıklığı toparlamak için… Bu sefer de kendi dünyasına çekilmiş uslu bir Bob Dylan vardı artık hayranlarının karşısında. Basına röportaj vermiyordu, konserlere çıkmıyordu, kendi kabuğunda şarkılarını yazıyordu. Arada üç çocuğu olmuştu, karısıyla birlikte sakin bir hayat yaşıyordu.
Bir tek şiirleri aynı kalmıştı; mızıkası gitmiş, dağınık saçları kısalmıştı, bir de rock’n roll’dan country ve blues’a sert bir dönüş yapmıştı. Rock’ın, özellikle psychedelic rock’ın yükseldiği, Vietnam Savaşı’nın ABD içerisinde büyük yankılar yarattığı yıllarda o bambaşka bir kanalda takılıyordu anlayacağınız. Kızanı da çok oldu, yeni yeni hayranları arasına katılanları da… 80’lere doğru ise işler iyice karıştı Bob Dylan cephesinde: Hristiyanlığa geçti, gospel ile folk-rock’ın iç içe geçtiği parçalar üretti. Yeniden doğuşunun etkileri müziğinde de duyuluyordu.
Televizyonun yükselişine ve MTV ile birlikte klip çağının patlayışına tanık olan 80’ler Bob Dylan tarafında daha farklı bir şekilde yansıyor tabii. 60’lı ve 70’li yıllarda popüler kültürü şekillendiren koca adam 80’lerde pop müziğin yeni kurallarını anlamaya çalışıyordu. Hâlâ taş gibi olduğu yerdeydi ama bu yeni araçlar onun dünyasına pek dahil olamıyordu. Hristiyanlığa geçişiyle başlayan 80’leri yine farklı denemelerle sürdürdü; rock’ın türleri arasında dolaştı.
https://open.spotify.com/track/4gE7FaS7lkB44bqWkbJejw?si=j1mkjl5sQxOT-NNs7BWBAg
90’lar ise… The New Yorker’da, Bob Dylan’ın 80’lerdeki müziğini inceleyen bir yazıda, 90’lar ve sonrası için Bob Dylan’ın rönesansı deniyor ki büyük bir tespit değil aslında. Değişim o kadar bariz ki… Sadece ’90’lardan itibaren yaptıklarını dinleyebilen ve öncesindeki bazı kayıtlara çok zor tahammül edebilen bir kitle mevcut mesela. (Böyle ‘birini’ tanıyorum ama bu yazıda kim olduğunu (!) açıklayamayacağım…) Haliyle rönesans büyük bir tespit olmasa da doğru bir tanımlama.
Bu arada bu rönesansın hangi aşamasında şu işin içine düştüğünü çözebilmek hâlâ mümkün değil. Ama birkaç saniyede Bob Dylan’a dair her şeyi anlatıyor:
Neyse…
1990’da çıkardığı Under The Red Sky, 1989’daki Oh Mercy’e göre daha eğlenceli bir blues rock albümüydü. 80’lerin ağırlığını üzerinden silkeliyordu. 1997 tarihli Time Out of Mind ise geri dönüşüne kuşkuyla bakanları bile ikna etmeyi başarmıştı. İzninizle bu albümün açılışını da yapan ve en sevdiğim Bob Dylan şarkılarından biri olan Lovesick’i şuraya bırakıvereceğim. Ama canlı versiyonuyla. Aşırı damar bir şarkıdır. Adından da anlaşılacağı gibi lovesick dostlarımızın dinlememesi önerilir. Kafada rakı kadehi kırdırabilir. (Kafada rakı kadehi kırdırabilecek diğer şarkılar için Murat Meriç’le Hayat Dudaklarda Mey kitabı hakkında röportajı okuyabilirsiniz; tabii ki Bob Dylan’dan da bahsediyoruz.)
Kafada rakı kadehi kırdıracak bir Bob Dylan şarkısı da söyleyelim o zaman.
Hiçbir albümünde yer almayan, Wonder Boys filminin soundtrack’i için yazdığı ve kendisine bir de Oscar ödülü getiren Thing Have Changed… 90’lar sonrası ve 2000’lerdeki Bob Dylan’a dair her şeyi bir araya getiren yakıcı bir şarkı. (”I used to care but things have changed”)
50 küsur senelik müzik kariyeri boyunca pek çok farklı personayı üzerine geçirebilmiş bir müzisyenden bahsediyoruz. Durmadan üretmiş ve bu arada 30’dan fazla albüm kaydetmiş; koca koca müzisyenlerin idolleri arasında yer etmiş, bu esnada popüler kültürü her anlamda etkisi altına almış (bakın her ne olursa olsun hiç çıkarmamış o siyah gözlükleri, imaj budur) bir adamdan bahsediyoruz. Belgesel veya kurgu, yüzlerce film çıkar buradan.
Todd Haynes’ın I’m Not There filmi çok iyi bir formül tutturmuştu açıdan. Müzisyenin hayatından pek çok farklı dönemi kısa kısa hikayelerle bir araya getirmişti. Altı aktörde bu farklı dönemlerdeki Bob Dylan’ı canlandırmıştı: Cate Blanchett, Christian Bale, Marcus Carl Franklin, Heath Ledger, Richard Gere ve Ben Whishaw. Farklı personalarıyla Bob Dylan’ı beyazperdeye taşımışlardı. Leziz bir filmdi. Tabii ki Cate Blanchett’ın her anlamda kusursuz bir şekilde Bob Dylan’a dönüşüvermesi nefes kesiciydi.
2000’li yıllarda bir de Martin Scorsese’nin hazırladığı bir Bob Dylan belgeseli yayınlanmıştı. Rock star’lığa yükseldiği 1960’lı yılların ilk yarısını anlatan bir film: No Direction Home. Geçmişten yüzleeeerce görüntü toplanarak hazırlanmış, ince ince dokunmuş bir belgesel. 2000’lerin dünyasından baktığı için özel bir yerde No Direction Home
Martin Scorsese’nin ellerinden çıkma çok yeni bir Bob Dylan filmi daha var. (Çünkü sıkı bir hayran olmak bunu gerektirir.) Netflix’te yayınlanan Rolling Thunder Revue bu sefer 70’lere gidiyor. Bob Dylan’ın göz makyajına dikkat…
Dylan hakkında başka belgesel ve konser filmleri de var elbette. Özellikle D. A. Pennebaker’ın imzasını taşıyan belgeseller 60’larda Bob Dylan cephesinde esen çılgınlığı doğrudan günümüze taşıyor. 1965 yılında Britanya turnesini anlatan Dont Look Back ve ertesi yıl yine Krallık sınırları içerisinde verdiği konserlere odaklanan Eat the Document ve 2007 tarihli 65 Revisited… (Bakın işte Pennebaker ve Scorsese gerçek bir dadanist; Dylan’a sımsıkı dadanmışlar ve asla bırakmamışlar.)
Şimdilerde ise yeni bir Bob Dylan filminin geleceğine dair haberler yayılıyor, duymuşsunuzdur.
Yeni bir Bob Dylan filmi olmasından ziyade, filmde Bob Dylan’ı son yılların yükselen yeteneği Timothée Chalamet canlandıracağı için büyük gürültü koparan bir haber oldu bu. Call Me by Your Name ile gencecik yaşında bir ömür hepimize yetecek kadar sağlam döktüren Chalamet, biliyorsunuz orada da kalmadı, The Beautiful Boy ve The King gibi yapımlarda da gümbür gümbür ilerleyeceğini hepimize kanıtladı. Son olarak Greta Gerwig’in Little Women uyarlamasında rol alan Timothée kardeşimiz aslında günümüzde Bob Dylan’ı canlandıracak en iyi isimlerden biri.

Hmm evet, saçlar idare eder ama Dylan’a göre fazla kemikli bir yüz.
Timothée’nin Dylan olarak karşımıza çıkacağı ve James Mangold’un yönetttiği bu yeni Bob Dylan filmi, ELBETTE 1960’lara gidiyor ve müzisyenin 1965 yılında yılındaki o büyük değişimini anlatmaya odaklanıyor. Timothée’nin yaşından ve tipinden (dağınık saçlar çok uyumlu) çıkarımlarla, bunu tahmin etmek mümkündü zaten. Bilinmeyen ise Timothée’nin bu filmde şarkı söyleyip söylemeyeceği. Tabii bir de gitar olacak elinde. Onu da çalacak mı acaba?
Elton John’du, Freddie Mercury’di derken adamlar birer birer ödülleri topluyor Timothée, sıra sana da gelmiş olabilir. Al şu gitarı, birkaç akor basmayı öğren hemen.