Her şeye müdahil olma refleksimiz ve yılgın bir hoşgörüyle benimsediklerimiz: Gibi dizi incelemesi

Erasmus’la İstanbul’a gelen bir yamyam, hayatının ikinci baharında nü modelliğe gönül veren bir dayı, badananın yalnızca cesurların işi olduğunun kanıtı bir sanatçı… Tüm bu karakterlerin ortak noktası ise Yılmaz ve İlkkan adında iki tuhaf arkadaşla yollarının kesişmiş olması. Başta kulağa ilk cümledeki karakterler kadar ilginç gelmeyen bu iki arkadaş, mütemadiyen girdikleri garip durumlara verdikleri tepkilerle ilginçlik yarışını kazanmayı başarıyorlar neyse ki. Hayata bambaşka yerden baksalar da olaylara müdahil olma istekleri onları birleştiriyor her seferinde. Evet, biz de herkes gibi Gibi’den bahsediyoruz. Çünkü bir oturuşta tüm bölümlerini izleten ve aklımıza geldikçe bile bizi kahkaha krizine sokan dizinin artık hakkıyla dadanılmayı hak ettiği apaçık ortada.

Daha önce Ölümlü Dünya ve Cinayet Süsü filmleriyle seyirciyle buluşup kendilerine dev bir hayran kitlesi edinen Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’nin senaryosunu yazdığı Gibi, 12 bölümlük ilk sezonuyla Exxen’de yayınlanmış ve çok ses getirmişti. Bu yılın ilk günü de yeni yıl hediyesi kıvamında, ikinci sezonuyla geri döndü ve hayran kitlesini daha da genişletti. Haftalık olarak yayınlanan Gibi, Türkiye’de izlediğimiz hiçbir komedi dizisine benzemiyor desek abartmış olmayız. Kendini tuhaf olayların içinde bulan Yılmaz (Feyyaz Yiğit) ve İlkkan’ın (Kıvanç Kılınç) savrulan ve tepkisizlik ile aşırı sahiplenme arasında gidip gelen ruh halleri seyirciyi direkt yakalıyor. Kabak tadı veren komedi klişelerinden uzak durmayı başaran dizi, şahane diyaloglarıyla, gündelik hayatın garipliklerinin sandığımız yerlerde olmadığını anlatıyor ve seyircisini ciddiye alırken güldürüyor. Gibi’ye ve komediyi ciddiye alma cesaretine dadanıyoruz. 

Yıllardır farklı işbirlikleri yapan ve uzun süredir birlikte yazan Aziz Kedi ve Feyyaz Yiğit, önce televizyonda Okan Bayülgen’in programlarındaki skeçlerle karşımıza çıkmışlardı. Daha sonra yolları Ali Atay ile kesişince de sinemaya atılmış ve son yılların en başarılı iki yerli komedi filmini yazmışlardı. İkilinin dizi yazmaya atılması da pandemi sebebiyle olmuş aslında. Ölümlü Dünya 2 için hazırlıklar yaparken filmin bir süre çekilemeyeceğini anlayınca onlara gelen dizi yazma teklifini değerlendirmeye karar vermişler. Feyyaz Yiğit’in birkaç yıl önce yazdığı birer sayfalık birkaç öyküyle başlayıp 21 günde ilk sezonun 12 bölümünü yazmayı tamamlamışlar. Pandemiyi böyle üretken geçirmiş olmalarına mı şaşırsak, yoksa bu kadar kısa sürede bu kadar iyi yazılmış bir dizi çıkmasına mı? Neyse, yılların birikimi üstüne 21 gün desek daha mantıklı olacak sanki. 

Gibi, dijital bir platformda yayınlanıyor olmasının da getirdiği bir rahatlığa sahip. Hem konularında hem de dil kullanımında herhangi bir kısıtlama olmaması senaristlere de seyirciye de rahat bir nefes aldırıyor. Her bölüm ayrı ayrı izlenebilir ve bir devamlılığa sahip değil, ancak skeç komedisinin de ötesinde derinlikte. Ya da aslında karakterlerin girdikleri garip durumları inceleyen bir durum komedisi olarak da tanımlanabilir, ama bildiğimiz sitcom’lara da benzemiyor. Her bölümün ana meselesinin tuhaflığı absürt komediye götürüyor bizi. Ama Aziz Kedi, verdiği bir röportajda durumları absürtün gidebileceği uç örnekler yerine ‘possible but unlikely’ (mümkün ama düşük olasılıklı) olarak tanımlamayı tercih ettiğini anlatıyor. Zaten Gibi ismi, dizinin her şey ‘gibi’ olup hiçbir şeye direkt benzetilememesinden geliyor.

Gibi’nin ilk bölümü, Yılmaz ve İlkkan’ın bir kokoreççinin önünde taksi beklerken tabelada kokariç yazdığını fark etmeleriyle açılıyor. Tabelaya gülüp çoğumuzun yapacağı gibi fotoğraf çeken ikili, kokoreççinin sahibiyle kavga etmemek için kendilerinin de bir kokoreççi açtığı yalanını söylüyor ve bir anda kendilerini bir iş toplantısında buluyorlar. (Bu arada Gibi’yle henüz tanışmayanlar için ilk bölüm Youtube’da herkese açık.) Durumdan bir şekilde kurtulmayı başardıklarında onlara verilen tavsiye kimsenin tabelasıyla dalga geçmemeleri oluyor. Aslında ilk bölüm ve tabii bu sonundaki tavsiye tüm dizinin meselesini özetliyor. İlkkan ve Yılmaz, sürekli kendilerini ilgilendirmeyen durumların içinde, hayatlarını zorlaştırıyorlar, hem de hiç gerek yokken. 

İkilinin yaşadıkları mahalle herkesin birbirini tanıdığı ve birbirinin işine burnunu sokmayı sevdiği bir yer. Zaten Türkiye’de oldukça alışık olduğumuz, hepimize de tanıdık gelen bir durum bu; herkesin her şeye karışma hali… Tüm karakterler kendilerine vazife olmayan meseleleri çözmeye çalışırken daha çok sorun çıkarıyor ve bu durumların içinde tutunmaya çalışıyorlar. Salonu boyaması için anlaştıkları usta, tüm ısrarlara rağmen kendi istediği garip bir renkte duvarı boyamakta ısrarcı mesela. Ya da vatkalı ceket giyme isteği, Yılmaz’ın tüm çevresi tarafından dışlanmasına sebep oluyor. Kendi isteğiyle nü modellik yapmayı seçen bir adamın tüm ailesi bu durumu kişiselleştiriyor. İlk bölümde karşımıza çıkan kokariççi ise hiç tanımadığı iki genci ticarete atılmaları için zorluyor. Yani, hiçkimse başkasının duvarı, ceketi, işi veya bedeninin kendi meselesi olmadığını anlayamıyor. 

Bu arada dizinin tonunda, akıllara Seinfeld’i getiren bazı detaylardan da bahsetmemek olmaz. Hiçbir şey hakkında bir dizi olması için tasarlanan Seinfeld’de karakterlerimizin hepsi etraflarında olan olaylara duyarsızlıklarıyla biliniyorlar. Hatta final bölümünde bu duyarsızlıklarını vurgulamak için tanık olup müdahale etmedikleri tüm haksızlıklar yüzlerine vuruluyor ve hapse düşüyorlar. Çünkü edebilecekken haksızlığa müdahale etmemek de bir suç sayılıyor ve her kafalarını çevirdikleri sefer için cezalandırılıyorlar. Gibi de oldukça benzer bir ton ve ritmi, tam tersi bir fikri keşfetmek için kullanıyor. Amerika’nın bireyselliği yücelten, her koyunun kendi bacağından asıldığı sistemini eleştiren Seinfeld’e benzer olarak, Türkiye’deki bu her şeye karışma refleksini yüzümüze vuruyor. Her saçmalık ve tüm tuhaflıklar herkesin kendi işine bakmasıyla ya da bahane demesiyle çözülebilir çünkü.

Ana karakterler Yılmaz ve İlkkan da mahalleli kadar her şeye müdahiller bu arada. Kendilerine biçtikleri kurtarıcı ve yardımsever genç rolüyle mütemadiyen başkalarının işlerini çözmeye çalışırken başlarını daha büyük belaya sokuyorlar. Gibi, herkesin birbirine uyguladığı mikro zorbalıkları, hepimizin içindeki o karışma refleksini hiçbir karakteri tipe indirgemeden ve cinsiyet rollerinin klişelerine yenik düşmeden yapmayı başarıyor. Her cümlesiyle seyircisini ciddiye aldığını, ama bir yandan da hiçbir şeyi o kadar ciddiye almamak gerektiğini hissettiriyor. Yılmaz’ın en ünlü repliklerinden, ‘kardeşim ben senin beni yılgın bir hoşgörüyle benimsemene mi kaldım?’ cümlesi aslına hepimizin ihtiyacının nasıl yanlış anlaşıldığını özetliyor. Rahat bir nefes almak için ne hoşgörü, ne de yardım istiyoruz aslında. Sadece herkes kendi işine baksa ve kimseye karışmasa yeter. Bu ütopik durum gerçekleşene kadar da rahat nefes alma ihtiyacımız için Gibi’nin yeni bölümlerini bekleyeceğiz.