İç kıyan bir prenses masalı: Spencer film incelemesi

Yıllardır türlü şekillerde anlatılmasına rağmen kimsenin doyamadığı, hatta her versiyonunu iştahla tükettiği Prenses Diana hikayelerinin bir yenisi daha karşımızda. Pablo Larraín’in yönettiği, dünya prömiyerini 2021 Venedik Film Festivali’nde yapan Spencer, bu kez Diana’nın Noel zamanı kraliyet ailesiyle geçirdiği bir hafta sonunu ve yaşadığı buhranları anlatıyor. Kristen Stewart’ın canlandırdığı Galler prensesi, kendini ait hissetmediği bu kurallarla dolu, soğuk mu soğuk malikanede oradan oraya savrulup bir kaçış yolu arıyor. Çocuklarında güvenli bir liman bulsa da, uymak zorunda olduğu her anlamsız kural giderek daha da sinirini bozuyor ve her hareketinin bu denli planlı olması onu sinir krizinin eşeğine itiyor. 

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Spencer, hakkında çıkan Oscar dedikoduları, heyecanlı yorumlar ve afişinin yarattığı beklentinin çok altında kalıyor maalesef. Sinematografisi dışında güçlü hiçbir yanı olmayan film, seyircisine bir iç sıkıntısı yaşatmayı başarsa da bunu asıl amaçladığı yerden yapamıyor. Larraín, ana karakterini pek de anlamaya da çalışmamış gibi görünüyor. Oradan oraya koşan ve hiçbir şekilde bağ kurulamayan, yüzeysel bir karakterden öteye gidemiyor Diana. Bu arada Stewart’ın oyunculuğu inandırıcılıktan uzak, hatta yer yer parodiye kaçıyor diyebiliriz. Gerçekten bu filme gerek olup olmadığını sormadan edemiyor insan. Bir iç çekip Spencer’a ve Diana’nın her açıdan didik didik edilen hikayesine dadanıyoruz. 

Spencer, Chanel takımı ve gözlükleriyle tek başına ıssız bir yolda araba kullanan Prenses Diana’yla açılıyor. Stresli olduğu her halinden belli olan karakterimiz belli ki kaybolmuş, nereye gittiğini ve hangi yolu kullanması gerektiğini bilmiyor, aynı hayattaki hali gibi… Larraín bu seyircinin gözüne soktuğu metaforlarına film boyunca da devam etmekten geri kalmıyor bu arada, şimdiden uyarmış olalım. Birkaç kişiye yol soruyor ve seyirci o an unutmuşsa da Diana’nın insanlarda ne büyük bir hayranlık uyandırdığını hatırlamış oluyor. Noel sebebiyle üç gününü kraliyet ailesiyle geçirecek olan Diana’nın o evi aradığını anlıyoruz. Belki de bilerek geciktiğini düşünüyoruz, çünkü eve vardığında da bir türlü kendini insanların yanına götüremiyor. Türlü türlü bahaneler buluyor ve mütemadiyen tuvalete koşup kusuyor. Girişte onu tartmak istiyorlar, çünkü geleneğe göre bu hafta sonu belli bir kilo almazsa eğlenmediği düşünülüyor. Geleneklerin saçmalığı apaçık ortada, ama Diana’yla bağ kurmak yine de güç. 

Diana mümkün olan her küçük fırsatta isyan etmeye ve bu kurallara karşı gelmeye çalışıyor aslında. Ona her öğün için seçilen kıyafetlerin yerini değiştiriyor, yediği her şeyi kusuyor ve yemeklere geç kalıyor. Kraliyet ailesinin onun görünürlüğüyle ve ona karşı halkın ve medyanın ilgisiyle bir derdi olduğunun da farkında. Bu yüzden de fotoğrafçılara karşı her fırsatta uyarılsa da perdeleri açıkken giyinip soyunmak ve gece elbisesiyle yemeğin tam ortasında bahçede yürüyüşe çıkmak gibi minik asilikler yapıyor. Her şeyin üstünün örtüldüğü, soğuğa rağmen kaloriferlerin çalıştırılmadığı, buz gibi ve sessiz evin orada geçirdiği her dakikada onu nasıl çileden çıkardığı daha da görünür oluyor. Evin çalışanlarıyla kurmaya çalıştığı küçük bağlar da ona yetmiyor ve bir yerden sonra her söylediğinin kraliyet ailesinin kulağına gittiğini öğreniyor zaten. Evliliğin 10. yılında artık tahammülü kalmamış bir Diana var karşımızda ve hiçbir çıkış yolu yokmuş gibi görünüyor. 

Diana’nın yıllardır anlatılan hikayesinde yaşadığı adaletsizliği, uğradığı ayrımcılığı ve kadın olduğu için başına gelenleri hepimiz biliyoruz ve hatırlıyoruz. Ancak Larraín, ana karakterini kafası karışık ve ruh sağlığı yerinde olmayan, her türlü şeyden şikayet eden ve motivasyonunu hiçbir zaman anlayamadığımız bir kadına indirgiyor. 2016 yılında vizyona giren filmi Jackie de benzer bir hikayeyi odağına alıyor ve Jackie Kennedy’nin eşinin suikastinin ardından yaşadıklarını boğucu bir atmosferle yansıtıyordu. Aslında bu kadınları bir mit ve imaj olarak yansıtmayı, hiçbir zaman da o imajın arkasında ne olduğuna bakmamayı amaçlıyor gibi bir yandan da. Yine de bazı kopukluklar bunun çok da bilinçli olmadığını düşündürtüyor. 

Larraín, annesinin Diana’ya olan hayranlığından ve Diana’nın bu kadar kişide nasıl bir empati yaratabildiğinden ilham almış. Aslında onun hayatına dair sorulara cevap vermeyi amaçlamadığını, aksine onun yaşamış olduğuna dair hayal ettiklerini yansıtmayı seçtiğini söylüyor yönetmen. Filmin açılışında görünen ‘gerçek bir trajediden esinlenen bir masal’ ibaresi de yönetmenin ve senarist Steven Knight’ın aslında ne yapmaya çalıştığına dair ipuçları içeriyor. Sanki Diana’ya olan bu hayranlığın bir mite tapınmak gibi ilerlediğini ve karakterine ve kendisine dair çok da bilgiye sahip olunmadığını mı söylemek istiyorlar acaba? Yani aslında onu basit bir imaja indirgeyenin halkın ta kendisi olduğunu söyleyerek bir eleştiride mi bulunuyorlar? Hikayeyi ve Diana’nın yaşadıklarını daha önce ele alınmamış bir yerden aktarmaya çalışıyor ve bunu pek becermiyorlar gibi daha çok. Yapılmamış bir şeyi yapma çabasının kibri, bir hikaye aktarma çabasının önüne geçiyor çünkü. 

Film boyunca Diana bir bir köşkte dolanan hayalet gibi adeta. İçi boşaltılmış, sesi çıkmayan, kimsenin yüzüne bakmadığı ve iletişime geçmediği biri çünkü. Onu görenlerin her halinde dehşete düşmeleri de bu hayalet fikrini destekliyor. Zaten onu bahçede gezerken yakalayan askerlere bir hayalet gördüklerini söylemelerini öğütlüyor Diana. Belli ki o da bu sessiz ve yalnız hayatında kendini hayalet gibi hissediyor. Film, bir yandan da Diana’nın bambaşka bir hayat ihtimali olduğunu söylüyor. Filmin adı olan, evlenmeden önceki soyadı Spencer da bu yüzden. Gündelik şeylerden zevk alan, kendini bu aileye ve kraliyete ait hissetmeyen Diana Spencer’ı keşfetmek istiyor film. Ancak karakterinin motivasyonlarını ve yaşadıklarını anlamaya çalışmadığı için başarısız oluyor. Belki de artık farklı hikayeler anlatmanın ve hayaletleri rahat bırakmanın vakti gelmiştir.