
Kara mizaha sığınan acımasız bir suç hikayesi: I Care a Lot film incelemesi
J Blakeson’un yazıp yönettiği I Care a Lot, biz daha filmi izlemeden başrol Rosamund Pike’e bir Altın Küre adaylığı getirdi bile. Bu adaylıktan sonra, kara mizah serpilmiş bu suç filmini daha bir merakla bekledik. Sonunda kendisini izleyebildik ve Rosamund Pike’ın adaylığının nedenini kendi gözlerimizle gördük. J Blakeson konuya hızlı bir giriş yapıyor, ilgi çekici kurgusuyla ilk andan itibaren insanı içine çekiyor. Ama… Evet, bir “ama”sı var. Bu kısma aşağıda değineceğim, ondan önce genel olarak filmin hissettirdiği karmaşık duygulardan ve aldığım bu kekremsi tattan memnun olduğumu söylemeliyim.
I Care a Lot, Marla Grayson isimli, piyasanın tozunu attıran bir yasal vasiyi merkezine alıyor. Marla, öyle bildiğimiz (çok vasi tanıdığımız var ya) vasilere benzemiyor, onun niyeti başka. Bakıma muhtaç, kimi kimsesi olmayan ve de varlıklı yaşlıları gözüne kestirip onların yasal vasisi oluyor ve onları bir bakımevine yerleştiriyor. Bakımevine yerleştirilen yaşlılar, her şeyden habersiz burada yaşamaya başlarken Marla, mütamadiyen onların servetlerinden kendine pay alıyor. Sonra Marla, “müşteri” profiline çok uygun gibi gözüken, oldukça zengin ve kimsesiz Jennifer Peterson’ın vasisi olmaya kalkışınca, işler karışıyor. Çünkü bu kadın gayet aklı başında ve göründüğü gibi kimsesiz değil, arkasında mafyatik dostları var. Marla, partneri Fran ile birlikte başına açtığı bu beladan kurtulmaya çalışıyor filmin kalanı boyunca.
I Care a Lot’ı türüne uygun beklentilerle (özellikle kara mizah) izlerseniz oldukça keyifli iki saat geçirirsiniz. Ama suç filmlerinde didik didik mantık hatası arayan biriyseniz I Care a Lot’ı vasat bulabilirsiniz. J Blakeson hızlı bir giriş tercih etmiş ama bu girişle beraber, ilk dakikalardan itibaren neler izleyeceğimizi kestirebiliyoruz az çok. Yüksek tempoda başlayan I Care a Lot, başroldeki suçlu karakterimizin kadın olduğuna da dikkat çekiyor, bunu vurguluyor sık sık. Bu kadar vurguya gerek var mıydı, tartışılır. Neyse, kimin kim olduğunu, ortadaki suçun ahlaki boyutunun vehametini gördükten ve tarafları tanıdıktan sonra bir veraset savaşının ortasında kalıyoruz. Bir süre bu savaşı kimin kazanacağını merak ederek izliyoruz filmi, son yarım saatinde ise bizi şaşırtıyor J Blakeson. Çünkü filmi bitirebileceği nerdeyse tüm sonları peş peşe sıralamış kendisi. “Galiba böyle bitecek” dediğimiz her sahnenin devamı geliyor. Sanki Blakeson da kararsız kalmış finalde. Ve o kadar son arasından ilginç bir sonda karar kılmış.
Ve gelelim filmdeki büyük “ama”ya. J Blakeson, ”güçlü kadın” imajını öne çıkarmayı fazlaca ve bazen hatalı bir şekilde zorlamış. Özellikle geçtiğimiz yılda bu konunun çok sahici ve de doğru örneklerini gördüğümüz için (Promising Young Woman, Nomadland, Never Rarely Sometimes Always…) bu çabası epey göze batıyor. Hatta senaryonun can alıcı yerlerinde bir sunilik katıyor yaşananlara. Çünkü bu kadar güçlü ve de manipülatif çizilen bir kadın suçlunun, filmin ortasında davasını kaybetmeyeceğini tahmin edebiliyoruz mesela. Marla’nın aslında sinir bozucu ve de karanlık olan kişiliğini, Blakeson kendince yarattığı bu feminist çabaya yedirerek karakterin tarafına çekmeye çalışıyor bizi bazen. Ama taraf seçmek, hele böyle ahlaki çıkmazlara sürükleyen bir senaryoda, çok zor. Yani Blakeson’ın bu çabasının havada kaldığını, altının sağlam nedenlerle değil; çok yüzeysel bir şekilde salt cinsel kimliklerle doldurduğunu düşünüyorum. Rosamund Pike’a duyduğum sempati ve hayranlık sebebiyle Marla karakterinden o kadar nefret etmesem de, J Blakeson’ın bu yanlış dokunuşlarının hikayeyi zaman zaman zayıflattığını da inkar edemem tabi. Peki bunun doğrusu nasıl yapılmalıydı derseniz, teması I Care a Lot’la fazlaca benzerlik taşıyan ve Wachowski kardeşlerin ilk şaheserlerinden biri olan 1996 yapımı Bound filmini örnek gösterebilirim. Bound filminde de benzer bir şekilde iki kadın karakter bir mafyaya kafa tutuyordu ama burada Wachowski kardeşler neredeyse falsosuz, harika bir iş çıkarmıştı. Neyse, I Care a Lot’u konuşmaya spoiler kısmında devam edelim biraz da…
Buradan sonrası spoiler içeriyor…
Av-avcı, kurt-kuzu temalı açılış konuşmasıyla, oldukça hırslı ve de kaybetmeye tahammülü olmayan bir başrol izleyeceğimizin sinyallerini alıyoruz en baştan. Marla’nın vasisi olduğu yaşlı bir kadının oğlu olduğunu anladığımız Mr. Feldstrom ile Marla arasında geçen tartışmada cinsiyetçi küfürler havada uçuşuyor daha ilk dakikalarda. İki taraf da birbirine cinsiyetleri üzerinden saldırmayı tercih ediyor sığ bir biçimde. Sonra, Marla’nın oluşturduğu bu yasal suç şebekesinin diğer üyelerini tanıyoruz bir bir. Ve Rosamund’un olabilecek en havalı şekilde hayat verdiği Marla karakterinin, bu melek yüzünün ardında saklı olan manipülatif ve korkunç kişiliğini görmeye başlıyoruz (tıpkı Gone Girl’deki Amy karakteri gibi).
Marla’nın gelir kapısı, en azılı suç filmlerinde bile belli bir noktada dokunulmazlığı olan kişilerin kesişim kümesi gibi; kimsesiz yaşlılar. İşte ahlak dedektörümüzün alarm verdiği ama merakımızı da cezbeden sahneler başlıyor buradan sonra. Yeni avları, kendi halinde biri gibi görünen Jennifer Peterson’ı bu kadar kolay ağlarına düşürmelerine şaşırıyoruz elbet. Her şey bir oldubittiye getiriliyor ve Peterson’ın servetine konuveriyor bu suç çetesi. Hem de her şeyi kitabına uygun bir şekilde yapıyorlar, yasal yani. Burada, Britney Spears’la birlikte daha iyi öğrendiğimiz ABD’nin veraset/vasilik sisteminin ne kadar manipüle edilmeye açık olduğunu görüyoruz.
Bir yandan Peterson’a (ve de Britney’e) üzülürken diğer yandan Marla’nın ekibine bileniyoruz. Peter Dinklage’in karakteri Roman Lunyov’un gözüktüğü yerde ise olayların kötü vs. kötü mücadelesine evrileceğini anlıyoruz, bir nebze de olsa yine ilgi çekiciliği artıyor hikayenin. Ama Roman’ın ilk sahnelerinde yoğun bir şekilde aldığımız dengesiz-psikopat enerjisi maalesef film ilerledikçe azalıyor. Keşke karakteri anonimlikle baskılamayıp daha öngörülemez bir hale getirselerdi. Roman’ın kendini ifşa etmeden annesini kurtarmaya çalışması Marla’ya daha fazla alan ve de avantaj sağlıyor bir süre. Roman, en pahalı avukatlarından olan Dean’i öne sürüyor önce dava için. Dean ve Marla arasında yine bir cinsiyetçi “she/he doctor” konuşmaya şahit oluyoruz. İşte yukarda da bahsettiğim, bizi Marla’nın tarafına çekme çabasının bir örneği olarak görebiliriz bunu. Buradaki çabayı şöyle anlatabilirim; “Marla soğukkanlı, gözü pek, acımasız, hissiz çünkü böyle olmazsa, gördüğünüz gibi kadınları küçümseyen erkeklerin başı çektiği bu kurtlar sofrasında tutunamaz.” Evet, aslında bu önerme doğru bir yerde ama karakterimiz haksızlıklarla savaşan bir adalet savaşçısı değil malum. Zaten en baştan, işlediği suçun kurbanları, kendisine sempati/empati duymamıza engel oluyor. Ha Rosamund Pike’ın şeytan tüyü bunu sağlıyor mu? Zaman zaman evet derim ben bu soruya, malum Pike sevdası…
Dean’le olan konuşmasından sonra Marla bu seferki avının başına işler açacağını bildiği halde vazgeçmiyor vasilikten ve yüksek meblağlardaki paraları reddediyor. Çünkü kendisinin Roman’la yaptığı konuşmasında da dediği gibi, hayatta kalmak için aptal, acımasız ve cesur biri olmuş zamanla. Neyse, Roman’ın klişe bir şekilde birkaç şapşal çalışanına emanet ettiği annesini kaçırma planı başarısız oluyor bu arada. Sonra artık elini kirletmeye karar veriyor Roman ve Marla’ya bir göz dağı olarak en büyük yardakçısından biri olan doktoru öldürtüyor. Bu arada buraya kadar Marla’nın kendisinden başka kimseyi düşünmediğini fark etmişsinizdir. Sadece ortağı ve de sevgilisi olan Fran’in düşüncelerine değer veriyor. Ben Fran ile Marla arasında bir anlaşmazlık görmeyi de beklerdim mesela. Çünkü doktor öldürüldükten sonra Marla, gitmekle kalmak arasındaki seçimi Fran’e bırakıyor. Fran gitmeyi tercih etseydi, Marla gider miydi? Pek sanmıyorum. Sanırım Marla’nın da aslında insani duygular besleyebildiğini bir tek Fran’in yanında gördüğümüz için, bu kozdan vazgeçmek istememiş Blakeson.
Kalıp savaşmaya karar veren kriminal çiftimiz, Rus mafyasını daha da kızdıracak bir hamle yapıyor ve Peterson’ı akıl hastanesine yolluyor. Bu arada Marla’nın Peterson’ı tüketme çabaları da Peterson’ın buna karşı koyması da hem izlemesi rahatsız edici hem de kurguya uyan sahnelerdi. Annesine ettikleri zulüm karşısında daha fazla bekleyemeyen Roman, sonunda harekete geçiyor. Ve Marla’yı kaçırıp, Fran’i öldürmeye çalışıyor. Marla’nın o durumda bile hâlâ pazarlık yapmaya çalışmasıyla, kaybetmektense ölmeyi tercih edeceğini anlıyoruz. Ve ölmeyi tercih ediyor gerçekten de. Ama Marla, çoğu suç filminde karşılaştığımız dokuz canlı suçlulardan (şimdilik).
Başında o kadar dert varken kendisinin aklına ilk olarak, düşen dişini sütün içinde muhafaza etme fikrinin gelmesi de kaybetmeme konusundaki takıntısını görmemiz açısından güzel bir detaydı. Dişini bile kaybetmeye tahammülü yok Marla’nın. Dişini güvenceye aldıktan sonra, aklına Fran geliyor ve onun yanına gidiyor. Fran’in tıpkı Marla gibi ölmeye hiç niyetinin olmadığını görüyoruz çünkü daha yapacak işleri var. İnsanüstü bir çabayla Roman’ın ölüm tuzaklarından kaçan çiftimiz, bu sefer saldırıya geçmek üzere bir plana girişiyorlar. Bu sefer kazanan gerçekten onlar olacak galiba diye düşünürken, Roman’ın ortaklık teklifiyle tüm kötülerin kazandığını düşündürüyor bir süre Blakeson. Ve finalde, Marla’nın hayatı, filmin başında tartıştığı Mr. Feldstrom’ın öfkeli kurşunuyla, sevdiceğinin kucağında son buluyor. Bir karmaya bağlamaya çalışmış sanırım Blakeson bu sonu. Ama Rus mafyası, bakımevi müdürü, elmas kaçakçısı kuyumcu gibi birçok “kötü” bu işten hasarsız kurtuldular. Ne demiştik, mantık hatası ararsak üzülürüz…

I CARE A LOT (2021)
Peter Dinklage as Rukov and Rosamund Pike as Marla.
Cr: Seacia Pavao/NETFLIX
Sonuçta izlemekten keyif aldığım, zaman zaman şaşırdığım, bazı noktalarda eleştirdiğim ve de alışılmışın dışında bir konuya sahip bir filmdi I Care a Lot. Blakeson, dediğim gibi “güçlü kadın” imajını zorlayarak hatalar yapmış ama bunun başarılı örneklerini verdiğimiz eserlerin hepsinin yaratıcısı da birer kadındı. Blakeson’ın bu çabasını sanırım en iyi Marla için kullandığı sıfatlarla tanımlayabiliriz; biraz aptalca, acımasız ve de cesur. Her şeye rağmen filmin (ve tabii ki Rosamund Pike’ın) izlenmeye değer olduğunu, sistemin güzel bir açığına parmak bastığını ve de akılda kalıcı olduğunu söyleyebilirim.